Dünya 1991'den günümüze 3,5 kat, Türkiye ise 4.8 kat büyümüş. Eğer nitelikli beyaz yakalı emek $ bazında kayba uğramadan, dünyadaki büyüme kadar ücret arttırsaydı: 1$ = 17 TL hesabına göre, bugün işe başlarken 60,000 TL net aylık toplam ücret almalıydı. 

Türkiye'deki büyüme kadar ücret arttırsaydı, 1$ = 17 TL hesabına göre 81,600 TL net aylık toplam ücret almalıydı. 

Eğer dünya 30 yılda 3,5 kat ve Türkiye 4,8 kat büyüdüğü halde, bugün çocuklarınız, torunlarınız hala 1991 yılındaki reel ücretleriniz kadar bile ücret alamıyorsa, çok  ciddi kayıpları var demektir (ki var olduğunu hepimiz iyi biliyoruz.) 

Bu yazıyı özellikle nitelikli beyaz yakalı emek üzerine yazdım. Çünkü son 30 yılda en büyük kayba uğrayan kesim bu. Mesela niteliksiz emek de Türkiye'deki büyüme dikkate alındığında kayıpta ancak, nitelikli emek kadar değil. 1991'de asgari ücret 100$ civarında, bugün 325$. Aslında asgari ücretliye de verilen para değil. Kısmen iyi görünüyor beyaz yakalı artışına göre. Görünmüyor ama en kritik işleri yapıyorlar. Sorun asgari ücretin ülkede ortalama ücret haline gelmesi.

İktidarın koynunda büyüyen oligarkları, yandaş ve yanaşmaları, dönek ve dönmeleri, sonradan görmeleri saymıyorum bile. Gelirleri mislilerce artmakla kalmadı, 4 sülalelerini kurtardılar. Dünyanın en zenginleri arasına girdiler. Kazandıklarını nerelere park edeceklerini şaşırdılar. Türkiye'de çok küçük bir azınlık hem varlıkların, hem de gelirlerin önemli bir kısmına çöktü Çökerken en diptekileri reel olarak yükseltti. Hem ücretlerini, hem de yaşam standartlarını artırdı. Böylece tuhaf bir sınıfsal koalisyon kuruldu: En diptekilerin oylarıyla en tepedekiler. Nitelikli emeği ise ucuzlattı, yoksullaştırdı, en diptekilere yaklaştırdı. Piramidin tepesi sivrildi, tabanı genişledi: Ortaçağda olduğu gibi. Zaten ülke de ortaçağa döndü. Bütün o doktor dövmeler, eğitimli, nitelikli olana sövmeler, vasatlaşma, vasıfsızlaşma bu dinamiğin sonucu.

Buradan geri nasıl dönülür? Nitelikli emek, bugünün istikrarsız ve güvenilmez TL'si ile en az 40-45 bin TL; daha mantıklı ve makul olarak 60-70 bin TL seviyesine nasıl çıkar? Bilmiyorum. Çok zor. Bunu vaat eden de yok zaten. Bu nedenle Türkiye kalitesiz, niteliksiz, vasat altı ve vasıfsızların ülkesi olma yolunda battıkça batıyor. Artık durum içler acısı bir hal almaya başladı. Ama ne yazık ki yok... Ben bir çıkar yol göremiyorum. Bunu sağlayacak özne de yok, siyasal program da...

Yaşadığımız bu yoksullaşma, yaşayacağımız vahşi fakirleşme, girdabında boğulduğumuz kalitesizleşme, niteliksizleşme çok uzun sürecek gibi görünüyor. O nedenle yaza yaza dilimde tüy bitti: Umut etmeyin, tedbirinizi (çok uzun ve sert bir kışa göre) alın. O eski güzel günler bir daha hiç gelmeyebilir.

Not 1: DOKTORLAR 33.000 TL maaş istemişler.

Rakam çok normal.

Ya da DOKTOR bulamazsınız.

(Bulduğunuz da sizi hasta eder.)

Bu rakam 2000$ bile değildir.

Karı koca doktor falan değillerse, bu parayla büyük şehirlerde otomobil dahi alamazlar.

Bir an önce düzeltilmezse, kayıp daha da artacak.

(Giden, dönmez. Oradaki rahat hayata alışan, burada dayak yemeye mi dönecek?)

Not 2: DENİZ uzayıp gidiyor. Denizde Adalar buğudan bir ayla örtünmüş. Buğu titrer gibi görünüyor tren penceresinden. Yaz, boyuna yaz. Yazda bir şeyler arıyorum. Gençliğimi arıyor olabilir miyim? (SELİM İLERİ / Yağmur Akşamları)

Not 3: (…) insanız eninde sonunda; yöneldiklerimiz, kazanmak, peşimizden sürüklemek istediklerimiz de insandır. İnsanları öncelikle ve sadece özveriye, acıya, çalışıp çabalamaya çağırarak hiçbir yere varamayız. Onların çok büyük bölümü zaten çalışıp çabalamaktadır ve tarifsiz acılar içindedir. Acıların ve uzunca bir süre sonuçsuz kalması mümkün çabaların sürüp gideceğini bilerek, bunlara yenilerinin eklenmesi için kim gönüllü olur? Bu mücadelenin geliştirici, güzelleştirici, mutluluk verici yanlarını da görebilmeli ve gösterebilmeliyiz.

Not 4: Sinop’un köyleri:

* Köyde çocuk yok. Bu yıllar yılı böyle. * Köyde düğün ve evlilik yok. Dolayısıyla düğün geleneklerinden kimsenin haberi yok. * Köyde ihtiyar heyeti bile gençlerden oluşuyor. Yaşlıların ihtiyarı yok. Son zamanlarda yaşlı da yok.* Yollar benim çocukluğumdaki yollar. Asfalt yok. Bu beni duygulandırır, ama bir yerden bir yere gitmek meşakkatli. * Elektrik var kullanacak insan yok, televizyon var seyredecek kimse yok.* Tarla var, tarlayı sürüp eken yok. * Cami var cemaati yok.* Okul var, öğrencisi öğretmeni yok.* Sağlık ocağı var. Doktor, hemşire yok. Çünkü hasta yok. * Sınırlı sayıda bostan ve bahçeyi domuz ve ayı gibi hayvanlardan koruyacak bir önlem yok.* Yıllar yılı haliniz nicedir diye sormaya gelen yok giden yok. * Hayvancılık yapan kalmamış, çünkü hayvan yok. * Diyelim ki hayvanı bulduk saman yok yem yok yulaf yok.* Hadi tarlayı sürüp ektik diyelim yeterince su yok gübre yok. * Yeterli derecede insan bir araya toplanamadığı için dedikodu ve gıybet yok! * Herkes tavuktan bahsediyor, ama yumurta yok, fol yok!

Not 5: Kapitalizmde fırsat eşitliği diye bir şey yoktur. Sayısız akademik araştırma gösteriyor ki yoksul bir aileye doğduysanız çok yüksek bir ihtimalle yoksul, zengin bir aileye doğduysanız zengin ölüyorsunuz.

Eskiden kastlar vardı; sanayi toplumunda sınıflar var. Eskiden statü insanların mensubu oldukları aile üzerinden tanımlanırdı; serbest piyasa kapitalizminde ise kendi başarılarıyla… Feodal dönemlerde eşitsizlik soyadından kaynaklandığı için pek meşru sayılmazdı; bugün eşitsizlik daha meşru sayılıyor. Aile aristokrasisi günümüzde yerini yetenek aristokrasisine ve liyakat fetişizmine bırakıyor.

Not 6: Neoliberal kapitalizm kazananlar ile kaybedenler arasındaki makası çok fazla açtı. Sadece gelir ve servet dağılımı açısından değil zengin ile yoksulun birbirlerine olan tutumları açısından da bir dönüşüm yaşandı. Michael Sandel’in “The Tyranny of Merit” kitabında tespit ettiği üzere, “kazananlar, başarılarının kendi çabaları sonucunda geldiğine ve hünerlerinin bir karşılığı olduğuna inanırken kaybedenler tek suçlunun kendileri olduğunu düşünüyorlar/düşündürülüyorlar.”

Not 7: Herkes üretime yaptığı katkı oranında mükafatlandırılır. Rekabetçi emek piyasası teorisinde ücretler bu şekilde belirlenir.

Bu noktada liberal paradigma bir el çabukluğuyla, neredeyse totolojik bir şekilde, pratikteki bütün ücretleri üretime yapılan katkıyla açıklar. Yani, mesela, Bill Gates’in serveti saatte 411 bin dolarlık bir getiri elde ediyor ve siz de asgari ücretli bir çöpçü olarak saatte 19 lira alıyorsanız DEMEK Kİ Gates’in toplumsal üretime katkısı sizinkinin 27400 katı… Şikâyet edecek bir şey yok, hak ettiğiniz budur. Daha fazlasını istiyorsanız, eğitim alın! Yerseniz tabii.. Kandırmacanın daniskası.

Not 8: Sayısız akademik araştırma gösteriyor ki yoksul bir aileye doğduysanız çok yüksek bir ihtimalle yoksul, zengin bir aileye doğduysanız zengin ölüyorsunuz. Tam tersi ihtimali de, yani zengin aileye doğmuş birinin yoksul veya yoksul bir aileye doğmuş birinin zengin olma ihtimali, çok düşük. Zira yukarı doğru sınıf hareketi (upward class mobility), yani nüfusun en yoksul yüzde 20’lik dilimindeki bir aileye doğan birinin hayatı boyunca nüfusun en zengin yüzde 20’lik dilimine yükselme ihtimali hür girişim ülkesi Amerika’da sadece yüzde 4-5 civarında. Kölelikten hallice… Bu da gösteriyor ki “nereden başlarsan başla, çok çalışarak sen de Bill Gates kadar zengin olabilirsin” ideolojik bir fasaryadan ibaret aslında. 

Not 9: Hepimiz biliyoruz ve görüyoruz ki, zengin aileler ekonomik avantajlarını çocuklarına aktarıyorlar. Örneğin Amerika’daki Ivy League üniversitelerinde en zengin yüzde birden gelen öğrencilerin sayısı aşağıdaki yüzde 60’tan gelen toplam öğrenci sayısından fazla. Haliyle eğitim yoluyla sınıf atlamak, eğitimin “paralı” olduğu ülkelerde, neredeyse imkânsız gibi bir şey. Bill Gates’in annesi IBM’in CEO’suyla aynı kuruldaydı; Jeff Bezos ailesinden o zamanın parasıyla 300 bin dolar başlangıç sermayesi aldı; Warren Buffet’ın babası yatırım şirketi olan bir milletvekiliydi; Elon Musk’ın babasının Güney Afrika’da zümrüt madeni vardı; Ferit Şahenk’e de babasından holding kaldı. Fakat bu insanlar bize çok çalışkan, dahi ve hayırsever insanlar olarak anlatılır. Pazarlamanın gücü… Hepsi ne kadar çalışkanlar.

Not 10: Meritokratik elitlerin savunma hatlarından biri şu: “Başarısız olanlar, başarılı olanların başarılarını çekemiyor.” O kadar ki “ne yani başarılı olduğumuz için fakirlerden özür mi dileyelim?” diyenleri bile duydum. Meritokrasi; kazananlar arasında bir kibre, kaybedenler arasında ise bir aşağılanmaya sebep oluyor. “Başarılı” zenginlerin havasından geçilmezken “başarısız” yoksullar kendilerini mağlup ve yorgun hissediyorlar. Her şeyin mümkün olduğuna inanılan bir toplumda hiçbir şey mümkün değil çığlığı depresif bireyden yükseliyor. Bu insanları mental olarak yoran bir şey. Zenginler başarılarını anlatırken yolda onlara yardımcı olan şans faktörlerini düşünmüyor ve kendileri kadar şanslı olmayan yoksul insanları hor görüyorlar.

Not 11: Mesela başka bir ülkede, başka bir zaman diliminde yaşasa, yüksek ihtimal, böyle bir zenginliği ve şöhreti olmayacak olan Jahrein, internet çağına denk geldiği için zengin oluyor ve zırt pırt “Belediye hangi hakla benim vergilerimle [yoksul halka] zararına Halk Ekmek satıyor” bilmem ne diyor. Tudor döneminde yaşasaydı muhtemelen o ucuz ekmekleri kendisi almak durumunda kalacaktı (bkz. 1536 Yoksul Yasaları). Yoksullarla aynı ortam bulunmayı bırakın onlara ekmek verilmesini dahi istemiyor. Böyle bir ideoloji, böyle bir kibir…

Not 12: Aynı şekilde, kitlesel medya ve “entertainment” çağında yaşadıkları için Ronaldo veya Burcu Esmersoy’un becerileri bugün onları zengin ve saygın yapıyor. Ama topu kaleye sokmanın ya da Instagram’da makyaj seti tanıtmanın değil de kilise duvarlarına ince resimler yapmanın prestij olduğu bir orta çağ ülkesinde yaşasalardı ne durumda olurlardı? Yani o becerilerin ödüllendirildiği bir toplum ve zaman diliminde yaşadıkları için zengin olmaları tamamen onlara ait bir başarı mı? Yoksa onların şansı mı? Birileri evsiz veya işsizken lüks spor arabalara binip toplumda kibirle boy göstermelerini sağlayacak kadar “hak edilmiş” bir servet mi bu sizce? Ronaldo’nun çok çalıştığına hiç şüphe yok; ama ben ne kadar çalışırsam çalışayım Ronaldo gibi olamıyorsam, bu benim tembelliğim mi yoksa Ronaldo’nun biyolojik (ve tarihsel) bir şansı mı?

Not 13: Geleceğinizin kontrolünün sizin elinizde olduğu ve eğitimle hayatınızı değiştirebileceğiniz fikri oldukça yatıştırıcı ve sistem açısından işlevsel bir fikir. Bugün liberal endoktrinasyona maruz kalmış bireyler genelde iktisadi yapıyı değil kendini suçlar. Siz hiç işsiz kaldığı için ekonomi bakanını suçlayan, misal, bir yazılımcı gördünüz mü? Kapitalizmde işsizseniz, mutsuzsanız, tükenmişseniz veya çocuğunuzun okul masraflarını karşılayamıyorsanız sorumlusu sizsinizdir.

Not 14: Çok açık ki bugün üniversite eğitimi fırsatın temel belirleyicisi. Ve nüfusların çoğu yüksek eğitimli değil. Bu durum yüksek eğitimlileri, neredeyse otomatik bir şekilde, “ayrıcalıklı” kılıyor. Son 20 yıldaki şişmeye rağmen, Türkiye’de nüfusun sadece yüzde 13’ü lisans, yüzde 1,3’ü yüksek lisans ve yüzde 0,3’ü doktora mezunu. Yani yetişkin nüfusun yaklaşık yüzde 80’inin lisans diploması yok. Çünkü ortalama bir ekonomide bundan daha fazla diploma gerektirecek iş pozisyonu yok. Hatta lisans diplomasıyla işçi alan pozisyonların büyük bir kısmı diplomasız da (kısa bir eğitimle) yapılabilecek işler. Aslında ortada bir “fazla/gereksiz diploma” sorunu olduğu aşikâr. Ancak sınıf atlamanın ön koşulu diploma olduğu için herkes diploma peşinde koşuyor. Bu da diplomalı işçi arzını hızla arttırıyor (hatırlarsanız Merkel Türkiye’de 8 milyon üniversite öğrencisi olduğunu duyunca “üfff” demişti.) Türkiye’de büyüyen diplomalı işsizlik, bir bakıma, rekabetçi meritokratik sistemin yarattığı bir sorun.

Not 15: Herhangi bir toplumda, birilerinin doktor, mühendis, öğretmen, mimar vs. olması gerekir tabii ama birilerinin de çöp toplaması, çimento karması, paket taşıması, kasiyer olması ve temizlik yapması gerekir. Bakın bunlar bir tercih değil, zorunluluk. Üretim toplumsaldır. Ameliyat masasında kendini tanrı gibi hisseden bazı doktorların kibrini anlıyorum ama asla hak vermiyorum! Toplumsal fayda üretiminin bir takım oyunu olduğunu kabul etmeliyiz… Çöpçüler greve gidip çöp toplamazlarsa metropol şehirler birkaç hafta içinde yaşanmaz hale gelir. İnşaat işçileri şantiyelerde çalışmazlarsa, mimarlar kalkıp demir taşımayacağına göre, ekonomi çökme noktasına gelir.

Not 16: Pandemide adliyeler üç ay boyunca kapalı kaldı; tek bir dava bile görülmedi; banka avukatı arkadaşım aylarca evde bira içip online alışveriş yapmaktan başka fazla bir şey yapmadı. Dünya avukatların üç ay boyunca çalışmamasından ne kadar etkilendi? Hiç etkilenmedi demiyorum; ama kargo işçileri, çöpçüler, market çalışanları, çiftçiler veya hemşirelerin (hipotetik olarak) üç ay boyunca çalışmıyor olmasına kıyasla daha az mı etkilenmiştir, daha çok mu? Siz de benim gibi daha az diyorsanız eğer, Ankara’dan bir avukat vergi rekortmeni olurken market çalışanlarının asgari ücret alıyor olmasını, tercihen demokratik ve kamusal bir tartışma yaparak, konuşmamız gerekiyor.

Not 17: Neoliberal kapitalizm insanların önüne eğitimi tek çıkar yol olarak sunuyor. Fakat çok açık ki bizim 55 milyon doktora, mühendise, avukata ve profesöre ihtiyacımız yok. Birilerinin (yüksek eğitim gerektirmeyen ama yapılmasa toplumun devam edemeyeceği) diğer işleri de yapması gerekiyor. Hal böyleyken, yani her meslek grubuna birbirini tamamlayıcı olarak ihtiyacımız varken, “üniversite diplomasını haysiyetli bir işin ve münasip bir hayatın (neredeyse tek) gerekli koşulu yapan bir ekonomik sistem ahmaklıktan başka bir şey değildir.”

Ayrıca, toplumsal statüler göreli olduğu için eğitim ile yukarı doğru sınıf hareketi eşitsizliklerin çözümü için hiç iyi bir yol değil… Herkes aynı anda CEO, doktor veya mimar ol(a)mayacağına eğitim ortalaması yükselse bile birileri yüksek eğitim gerektirmeyen işleri yapmak zorunda. Eskiden lise mezunlarının yaptığı işleri bugün yüksek lisans mezunları yapıyor, aynı göreli maaşa. Bundan daha saçma bir rekabetçi toplum modeli olabilir mi?

Not 18: Şüphe yok ki herkes çok yetenekli ve çok çalışanların öne çıktığı bir toplumda yaşamak ister. Ameliyatımızı Özel Muhittin Ünüversitesi’nde paralı okuyarak mezun olan bir doktorun değil Hacettepe mezunu bir doktorun yapmasını isteriz. Her türlü mesleki kadrolarda kompetan insanların olmasını istemek gayet anlaşılabilir bir şey… Liyakat fetişizmini eleştirirken dişinizi su tesisatçıları çeksin önerisinde bulunmuyorum tabii ki. Sadece, toplumsal menfaat adına, su tesisatçılarının da dişçiler kadar (ya da en azından onlara yakın) saygınlık ve yaşam kalitesine erişebilmeleri gerektiğini öne sürüyor, bunun bir mücadele hattı olması gerektiğini düşünüyorum.

Not 19: Martin Luther King’in bir sözü vardır: “Bir gün toplumumuz temizlik işçisine saygı duyacak, çünkü çöpümüzü toplayan kişi, son tahlilde, en az hekim kadar önemlidir; zira o işini yapmazsa, hastalıklar kol gezer.” Pandemide bunun daha iyi anlaşılmış olması lazım. Kuryeler, hemşireler, market kasiyerleri, depo işçileri, çocuk bakıcıları, kamyon şoförleri… Bunlar çok kazanan ya da çok takdir gören işçiler değil. Tam tersine hor görülen işçiler. Eğer hasta yakını saldırısına uğrayan doktorlar haber oluyorsa (ki olmalı), aynı mağduriyete uğrayan depo işçileri, market kasiyerleri, motosikletli kuryeler de haber olmalı.

Not 20: Biz, toplum olarak, vasıfsız ama olmazsa olmaz işleri yapan insanlara hak ettikleri itibarı iade etmeliyiz. İnsanların çoğunun üniversite derecesi olmadığını (ve olması gerekmediğini) hatırlamalıyız. Bu yüzden de, küçük bir eğitimli azınlığın değil, herkesin hayatını iyileştirmenin mücadelesini vermeliyiz. 

Çok net söyleyeyim, ben bugün bir çöpçünün bir bankacıdan daha saygın ve toplum için daha faydalı bir iş yaptığını düşünüyorum. Ama sırf üniversite eğitimi aldığı için bankacılar hem daha fazla saygı görüyor hem daha fazla maaş alıyor hem de mezeleri güzel mekanlarda kurulan rakı sofralarında havalarından ve kibirlerinden geçilmiyor.

Not 21: Bugün aileler çocuklarını çok erken yaşlardan itibaren onları bekleyen meritokratik savaş için silahlandırıyorlar. Üniversite gezisine gelen lise öğrencileri daha üniversiteye girmeden yüksek lisansla ilgili sorular soruyor. Meritokrasi fetişinin ve aile baskısının en yoğun olduğu ülkelerden biri olan Güney Kore’de intihar yaşı 13’e kadar düşmüş durumda. Çocuklar en çok oyun oynamaları gereken yaşlarda bir kurstan diğerine koşuyorlar. Bunun sonucunda sosyal becerileri gelişmemiş, notlarını arkadaşlarıyla paylaşmayan, herkesi kendine rakip gören apatik bireyler ortaya çıkıyor.

Not 22: Biz, diploması olmayan ama toplumsal hayata önemli katkılar sunan insanların hayatlarını daha iyi yapmanın yollarını düşünmeliyiz. “İş,” aslında, sadece para kazanmaktan ibaret değildir; topluma katkıda sunmak ve, belki, bunun için takdir görmektir. Hayat hedonik bir şekilde tüketim yapmaktan ibaret değildir. Hayatta arkadaşlık, aile, cemiyet, vatanseverlik gibi toplumsal değerler de var. Biz insanlara, “ben bu ülkenin inşasına yardım ettim” diyebilmelerini sağlayacak işler, ücretler ve toplumsal itibar vermemiz gerektiğini söylüyoruz. Bu hissiyat bugün bizim toplumsal hayatımızda, maalesef, yok gibi bir şey. Meritokrasinin karanlık tarafı, özellikle eğitimli ve hali vakti yerinde insanlar için, yutması kolay bir hap değil. Ama üzerine konuşmaya değer bir mesele…

Not 23: Yabancı sermaye çekmek için faiz silahını kullanmakta da geç kalınınca merkez bankası rezervleri tükenme noktasına geldi. Rezervleri de eriten ülke, temel ihtiyaçları için ithalat yapamayınca ülkede elektrik kesintileri, ilaç kıtlığı ve gıda yetersizliği ortaya çıktı. Hayat şartlarının her geçen gün daha da kötüye gitmesiyle artan protestolar Gotabaya Rajapaksa’nın yakın akrabalarının reformları kolaylaştırmak için koltuklarını bırakmalarına neden oldu. Fakat protestocular bunu yeterli bulmadı ve devam eden protestolar önce Başkanlık Sarayı’nın işgaline, sonrasında da Rajpaksa’nın istifasına yol açtı. Sri Lanka bu döviz krizinden kurtulmak için bir yandan swap görüşmeleri yaparken diğer yandan IMF ile anlaşma yapmaya çalışıyor.

Not 24: Görebildiğim şu: Dünyada şu sıralarda tarihin herhangi bir anında yaşananlardan çok daha yoğun ve hızlı bir değişim yaşanıyor ve bu değişimi sağlayan aktörler ile kendini değişime hazırlamış ve ondan yararlanan aktörler -her alandan bireyler, kurumlar ve özellikle ülkeler ile devletler- dışındakiler bu gelişmenin muhtemel kaybedenleri arasında yer alıyor. 

Bugünün dünyasında da, geçmişin ‘sanayi devrimi’ benzeri, etkisi ancak onunla kıyaslanmayacak kadar güçlü bir değişimin ayak sesleri kendisini hissettiriyor.

Ekonomide, iç politikada ve özellikle dış ilişkiler alanında köklü değişiklikler kapıda.
Alıştığından ötesini aklı almayan, ne olup bittiğini algılama özürlüsü olanlar bu kez de kaybedenler kulübünün muhtemel üyeleri arasındalar.