Kırmızı Pazartesi romanında yaşanılanlara benziyor masum ve melek Narinin öldürülmesi. Herkes her şeyi biliyor fakat görmezden geliyor köyde, beldede. Anlaşılan o ki Narin yakınlarından biri veya birkaçı tarafından katledildi, bir çok yakını ve tanıdığı tarafından cinayet örtbas edilmeye çalışıldı. Çok ahlar birikiyor çok güzel ve yalnız ülkemde..

Adı Narin… Kırılgan, ince yapılı… 8 yaşındaydı. Bugün okula gidecekti. 20 gün önce kayboldu. Küçücük köyde arandı, tarandı, bulunamadı. Kur’an öğrenmek için camiye gitmiş, eve dönmemişti. Önce aile sorgulandı. Sonra köyde herkesin ifadesi alındı. Bir ara yetkililer ‘Sonuca yaklaştık…’ dedi. Yüreklere bir ateş düştü, eyvah ‘acı haber mi geliyor’ diye.

Bütün ‘sır’ köydeydi. Aile ve köy ‘bir şeyler’ saklıyordu. Köyde herkes biliyor muydu, Narin’in başına neler geldiğini ve neden geldiğini? Galiba biliyordu. Bir küçük köyde sır saklanamazdı. Herkesin ağzına kilit vurulamazdı. Çocuklar konuşur, vicdan dile gelirdi. Beklendi, beklendi… Yüzlerce uzmanın aramasında hiçbir ize rastlanmadı.

Sonra tekrar köyün dibinde sakin sakin akan ‘dereye’ dönüldü. Bir ihbar mı gelmişti yoksa bir itiraf mı söz konusuydu? Sosyal medya her ikisini de yazdı. Galiba bir gizli tanık vardı, her şeyi bilen, Narin’in başına neler geldiğinden haberdar olan… Narin’in katledildiğini ve suyun içine gömüldüğünü itiraf etti. Türkiye ‘kara haberi’ hemen duydu.

Cennet bakışlı bir melek. Cennetin bakışlarını yok ettiler. Bekledik 19 gün, hep bir umutla bir nefes bir iyi haber için gelmedi. Ölüm haberi geldi. Bir dere yatağında çuval içinde cansız bedeni… Ne desek ne anlatsak şimdi kelimeler isyanda. Gelmedi Narin…

Ahh ki ne ahh!… Narin öldürülmüş, bir çuvala konmuş ve suyun dibine gömülmüş üstüne de taş konmuştu. Çuvalın içinde Kur’an ‘elifbası’, terlikleri vardı. Bir bacağı dizinden kırılmıştı. Narin bedeni suyun altında deforme olmuştu. İlk tespitler günlerdir suyun altında kaldığını işaret ediyordu. Aile ile birlikte 20’yi aşkın kişi gözaltına alındı.

Cenaze namazı komşu köyün camiinde kılındı. Savcı anne ve babasının cenazeye katılmasına izin vermedi. Geride kalan aile yakınları ve vatandaşların omuzlarında taşındı tabutu. Üzeri ‘gelinlikle’ örtülmüştü.

Cenaze namazını kıldıran imam vicdanlı biriydi; ‘Bugün burada musallada yatan aslında bizim vicdanımızdır, insanlığımızdır. Bu yavrumuzun cenaze namazını kılıyoruz. Allah’a nasıl hesap vereceğiz’. İmamdan başka var mı sorumluluğu üzerine alacak? ‘Derenin kenarında bir kız çocuğu öldürüldü, Allah bunun hesabını bana sorar’ diyecek biri var mı?

Her yıl yaklaşık 1 milyar çocuk, diğer bir deyişle dünya üzerindeki çocukların yarısı; fiziksel, cinsel veya psikolojik şiddete maruz kalıyor, yaralanıyor, sakat kalıyor ve hayatını yitiriyor. Dünyanın herhangi bir yerinde her beş dakikada bir, şiddet nedeniyle bir çocuğun hayatı sönüyor. Eldeki verilere göre dünyadaki çocukların yüzde 50'si her yıl şiddete maruz kalıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde her beş dakikada bir, bir çocuk şiddet nedeniyle öldürülüyor. Her on çocuktan biri 18 yaşından önce cinsel istismara maruz kalıyor.

Batsın böyle dünya!

Pırıl pırıl elbiseler içinde yürüyorsunuz biri çelme taktığı yere kapaklandınız, çamurlara bulandınız sonra gidip elbiselerinizi çıkardınız, güzelce banyonuzu yaptınız, yerin çamuru pisliği hala üzerinizde kalır mı? Kalmaz. Bir insan iradesi dışında şiddete maruz kaldığında bu durum onun kişisel değerini veya insanlık onurunuzu zedelemez; hiç kimseye şiddet ya da istismarın mağduru olduğu için suçlanamaz ya da bu konuda kadının erkekten bir farkı yok ama cahiliye kaynakları zavallıgelliğimizde erkek hiçbir durumda kirlenmezenden fiilleri işlese veya fiiller kendisine karşı işlenmesi fark etmez.

Ailesi ona kötü gözle bakmaz. Alnı açık, başı yukarıda kaldığı yerden hayatına devam eder, ama bedeviliğin ruhumuza kazıdığı törelerde kadın böyle olmaz o fail de olsa olsa mef’ul de olsa her durumda kalıcı olarak kirlenir. Bu bakış açısı genlerimize silinmez bir şekilde kodlanmıştır, bu töre anlayışı ilkel kabilelere has bedevi kavimlere mahsus arkaik bir zihin kalıntısıdır.

Maddi işkenceler var; elektrik, Filistin askısı; bunlar medeni işkenceler. İğfal etmek ise hem bedeni hem de ruhi bir işkence. Bu bugün ortaya çıkmış bir şey değil, tarihte hep olmuş bazı örnekler. 1258’de Bağdat Moğollar tarafından işgal edildiğinde binlerce kadın bu fiile maruz kaldığı ve öldürüldü 1492’de Endülüs düştüğünde Müslüman kadınlar toplu halde buna maruz kaldı. 1947’de Hindistan Pakistan bölünmesi sırasında bu rezil fiiller geniş çapta yaşandı. 1954’te Cezayir’in bağımsızlık savaşı sırasında Fransız askerleri ve yerel milisler aynı kötü eylemleri Müslüman kadınlara karşı işlediler; bu olaylar Fransız sömürgeciliğin acımasızlığı olarak tarih kitaplarına girdi.

1992 Bosna Savaşı’nda o binlerce kadına yapılanlar  herkesin malumu; yapılanlar uluslararası insan hakları örgütleri tarafından belgelendi. Daha yedi yıl önce 2017 Ağustos’un da Myanmar‘da Rohikan Müslümanları aynı şeyleri toplu olarak yaşadı. Myanmar ordusu tarafından gerçekleştirilen bu cinsel saldırılar birleşmiş milletler ve insan hakları örgütlerinin raporlarına girdi, tescillendi. 

Bizim yaşadıklarımızın benzerini Taberi aktarıyor. Kerbela‘dan sonra 683’te Harre vakası meydana geldi; saldıranlar güya Müslüman Emevi askerleriydi, medineli Müslüman kadınları kendilerine helal görmüşlerdi; sonrasında doğan çocuklara evladü harre dendi. Bu olaylara sebep olan şeytanın çok ötesinde insanlar hep var oldu; bırakalım başkasını kendi öz namusuna kendi kız kız kardeşine bunu reva gören cehennemde yanası mahluklar hep vardı.

Kendi göz bebeğine yani kendi evindeki evladına bu deneyi eylemi yapan insan kılıklı müsveddeler  hep var oldu; dünya realitesi bu. Cehennemi canlıların olduğu bir dünya burası.

İnsan böyle tehlikeli bir varlık. Bir insana işkence yapmaktan öte bire bir fiilden söz ediyorum. Hadisenin travmatik etkileri olur. Bir asker savaşa girer kolunu bacağını gözünü kulağını kaybeder ve gazi olur. Bu fiillerse ruhu kalıcı ölçüde etkileyebilir, maruz kalanlar birer ruh gazisi olur, kimi zaman dua ve amel salih insanın tüm travmalardan sıyrılmasına destek olabilir ama çoğu vakada gözyaşlarıyla korkulu kabuslarla örgülü bir hayat söz konusudur. Yukarıda bahsettiğim törenin kurguladığı bakış açısı maalesef kadınları böyle etkilemektedir. 

İnsan kendi iradesi dışında kirlenmez ama toplumun bakış açısı kadınlara da tesir ediyor. Her nasıl var olursa olsun çocuk dünyanın en temiz varlığıdır, çocuğa hiçbir yerden hiçbir sirayet etmez, neshep erkekle değil kadınla devam eder. 

Hazreti İbrahim bir peygamberdi ama babası Azer putperest bir müşrikti. İnsan ne yaşarsa yaşasın maruz kaldığı fiillerin zorluğu ve ağırlığı ve bunlara Allahın hatırına sabretmesi ölçüsünde uhrevi olarak mesafe kat eder. Bu tür işkenceler her durumda mefulü temizleyip yükseltir, alır semaya çıkarır; değil kirlenmek amudi olarak onu n velayetini göğe yükseltir. Fail mezara kadar belki mühletini yaşar ama sonrasında cezaların en ağırıyla cehenneme yuvarlanır gider.

Efendimiz Kabe’de namaz kılıyordu ebu cehil ve arkadaşları onu gözlüyordu. Kabe’nin bir kenarında bir gün önceden kalmış ve kokmuş kanlı bir deve işkencesi vardı, ebu cehil‘in zihnindeki şeytanlığı Ukbe gerçekleştirdi; secdede iken sırtına bu korkunç pisliği bıraktı. Allahın en aziz peygamberi buna maruz kaldı, işkembenin ağırlığından doğrulmakta zorlandı ama namazını bırakmadı bitirdi, kızının yardımıyla doğruldu ve ellerini açıp dua etti: Allah’ım bu topluluğu sana havale ediyorum. Allah’ım bu eylemi gerçekleştireni sana havale ediyorum sonra diğer isimleri saydı, duanın şiddeti kenarda kahkahalarla gülen eğlenen müşrikleri endişelendirdi, keyifleri kaçtı ve dağıldılar. Hepsi mühletini yaşadı ve cehenneme yuvarlandı gitti, deve işkencesi ile efendimiz tabii ki kirlenmedi; Hazreti Yusuf’un iffetine atılan iftira ile kirlenmediği gibi, Hazreti Meryem’in ona kötü gözle bakanların bakışlarıyla kirlenmediği gibi, Hazreti Ayşe’nin ona Bühtan atanların iftirasıyla kirlenmediği gibi. 

Bu tarz fiile maruz kalanlar bilmeli ki onlar kesinlikle yeryüzünün en temiz insanlarıdır, sebep olanlarsa yeryüzünün en alçak mahluklardır. Kaynağı belirsiz çoğullamalarla, travmalarla sarsılmış aileleri yeniden sarsmaya kimsenin hakkı yok; denetlenebilir doğrulanabilir net bilgileri elde ederek uluslararası standartlarda yaklaşmak gerekiyor olaya. 

Bunun yanında kendimizi çaresizlik psikolojisine teslim etmeden duygusal adım ve çıkarımlardan uzak durmak  lazım. Ateşe benzin dökmeden temkinli hareket etmek zorundayız. Bu konuda sosyal medyaya düşen; işte fail ailesi ve nüfus kaydı gibi bilgilere deyip daha psikolojileri bozmadan ihtiyatlı yaklaşmak, avukat beyanlarını temel kabul etmek gerekir. Ayrıca suç şahsidir, bu suçun öznesinin eşi oğlu veya kızı bu suçla mağdur edilmemeli, bu suça maruz kalanlar uluslararası standartlarda bu vakaların takibini yapacak ve onların kişilik haklarını koruyan uzman kişi ve kurumlarla görüşerek faillerden hesap sorulmasını sağlayabilmeleri için elimizden geleni yapmalıyız.

Toplum hala töre baskısı altında. Bir mi iki mi üç mü bilmiyorum maruz kalanlar kendi isimlerini gizleyerek avukatlar aracılığıyla failleri yer zaman mekan belirterek deşifre etmeli, cinsel işkence en büyük işkence zaman aşımı yok. Bu rezilliği yapanların en büyük güvencesi kadınların bunu gizleyeceklerine olan inançları; buna güvendikleri için pervasızca saldırıyorlar. Mağdurların haklarının korunması açısından en önemli adım cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarına yönelik toplumsal damgalamayı ortadan kaldırmak için öncelikle iyilerin adalet önüne çıkarılmasıdır; utanması gerekenler kadınlar değil onlara bunu reva görenlerdir.

Kazara bir sapan taşı bir altın kaseyi kırsa ne kıymeti artar taşın ne kıymet ten düşer kase diyor Sadi. İğfal tarzı ağır eylemlere maruz kalan kızlarımız ve kadınlarımız melekler kadar temizdir, başımızın tacıdır. Onların böylesi kötü eylemlerin nesnesi olması biz insanların utancıdır. Umarım vicdanını bulmuş insanların hakim olduğu bir coğrafya olur ülkemiz ve bölgemiz. 

Seni koruyamadık Narin, çok üzgünüm. Rabbim hepimizi ve çocuklarımızı iyi insanlarla karşılaştırsın..

Üstad Sezai Karakoç ne kadar yerinde anlatmış. "Geldik çağı gördük ve ürperdik."

Son söz: “Ve diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulduğu zaman…” (Tekvir Suresi, 8)

Kulağa küpe: Bir lider ne kadar karizmatik ve başarılı olursa olsun, her şeyden önce yaptığı iş ve eylemlerinde meşruiyeti gözetmelidir. Bu yüzden herkesi etkileyecek temel kararlarda tek başına değil, herkesin rızasını alarak karar vermelidir. Askeri ve iktisadi güç yoluyla, yani zorlayıcı iktidar ile satın alınan sadakat, meşruiyete değil hem iktidar sahibinin hem de toplumun yozlaşmasına yol açar. Gerçek muktedir olanlar hukukun çerçevesinde halkın rızasına dayalı eylemler yapar, her zaman eleştiriye açık olurlar. Değerli olan bu şartlar içinde lider olabilmek ve lider kalabilmektir.

Not 1: “Müdürüm, norm fazlası öğretmenleri isteklerine göre görevlendirelim.” Yüzlerce liste. Her branşın ayrı bir ders yükü vardır. Her bir öğretmenin ayrı bir mazereti var. Dilekçeler, telefonlar, görüşmeler, ayrı ayrı talepler. Araya giren hatırlı adamlar. Siyasiler, bilmem neler, neler…İl müdürünün telefonu susmaz, makamı boş kalmaz. “Müdürüm, şu öğretmenimiz il emrinde imiş, onu geçen seneki gibi görevlendirsek…” Müdürümüz not alır, kafasına yazar, ajandasına yazar. Her yerde bir telefon alır, yolda, yemekte, gece gündüz telefonlar susmaz.  “Müdür Bey, şu okulun müdürünü bir arasanız da şu öğretmenin ders programını istediği gibi yapsa.” “Müdürüm, filan okula yeni başlayan öğrenci istediği öğretmene düşmemiş, onu, size zahmet, istedikleri öğretmene verseniz.”

Not 2: Müdürümüz sabreder. Tam işleri yoluna koyacak iken bir telefon daha gelir. “Müdür Bey, bizim teşkilattan bir arkadaşın isteğini reddetmişsiniz ama başkalarının talepleri olmuş. Bizim adamlar, bizi dinlemiyor demek ki.” Müdürün canı sıkılmıştır. Öyle tabiî nasıl olur böyle bir şey! Kimin isteğini yapmamışız, kimin isteğini yapmışız diye düşünürken yardımcısını çağırır. Başı iki eli arasında düşünen müdürü, yardımcısı teselli etmeye, çıkış yolu göstermeye çalışır. “Müdürüm, şu öğretmen için şunlar devreye girmişti; sendikası şu, arkasında şu vekil var.” Ayrıntılı bilgi alınmıştır. E, şimdi onu, şuraya verirsek diğerini de buraya vermek zorunda kalırız, der müdür. “Ne yapalım müdürüm, böylece denge sağlanır, itiraz da kalmaz.” der yardımcımız. Çünkü herkes pürdikkat görevlendirmeleri takip etmektedir. İşin ilginç yanı hiç adamı olmayan bir garibanın işi de görülmüştür. Olur mu, olur!

Not 3: Sekreter arar: “Müdür Bey, randevulu bekleyenler var, ne yapalım?” Hele birisi var ki müdürden önce geliyor makama. Neymiş isteği, bunu sürekli bahçeye nöbetçi veriyormuş gıcık okul müdür yardımcısı. Vay seni! Okul müdürü de müdür yardımcısına söz geçiremiyormuş. Zaten ders programı da berbatmış. Canına yetmiş öğretmenimizin. Üstelik yöneticilerle sendikası da aynı olmadığı için buna kafayı takmışlar. Öğretmen de ne yapsın, soluğu il müdürünün kapısında almış.

Not 4: Beni tanımazsınız umurunuzda değilim
Parasız asker
Dil bilmez mülteci
Çocuğunu rahminde yitirmiş anne
Kalbi neşterlenmiş bebek
Pamuk tarlalarında toprağa düşen alın teri
Aklı havada yazar
Sayfalar arasında
Altı çizilmeyen satırlar da var.
M.A.K.

Not 5: Şükran Kurdakul'un bu şiirinde geçenleri sevdiklerinize...
“Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda
Senin olsun
İsimler sevgi dokuyan ellerimden
Bunca yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın
Has bahçelerinde yarattım bu gerçeği.
Sabrım senin olsun /Aşkım senin olsun (…)
Biz ki acılar döneminden
Ellerimizi kirletmeden geçtik
Direncim senin olsun
Sevgim senin olsun.”

Not 6: Bir şeyin içindeyken ona dair yaptığınız yorumlar subjektiftir. 
İçinde bulunduğunuz ortamın dışına çıkıp oradan bakmayıda istemezsiniz, çünkü aidiyet duygusu gerçekleri görmekten çok daha baskındır.

Not 7: Hülefa-i Râşidin devri, hilâfetin Ebubekir (r.a.), Ömer (r.a), Osman (r.a.), Ali (r.a.) tarafından deruhte edildiği bu zaman dilimi, salahiyetli olanların işlerinin ehli olduğu, ehliyet sahiplerinin de salahiyete kavuşmakta hiç zorlanmadıkları bir dönemi işaret etmektedir.

Not 8: “Hakikat” diye benimsediğimiz şeyler, çoğu zaman, bizden daha akıllı, karizmatik ya da güçlü kimselerce kurgulanmış “anlatılar” ya da “hikayelerdir”.Onların kendi perspektiflerinden bakarak yazdıkları, epeyce basite indirgenmiş bir hikayeyi, “hakikatin ta kendisi” olarak benimseriz.Bunlar, gerçekliğin subjektif bir mercekten geçirilirken tahrif edilerek detaylarından arındırılmış, çözünürlüğü düşürülmüş yansımalarıdır.

Yani güvenip inandığımız kimselerinin öznel hakikat algılarını ve inançlarını kendi hakikatimiz sayarız.O hakikat diye benimsediğimiz “anlatı”, tabiatıyla delile ve tahlile dayalı, detaylı, hislerin çarpıtmalarından azade, nalına da mıhına da vuran bir anlatı olmaz. Daha çok, iyilerin bütünüyle iyi, kötülerin tamamen kötü olduğu bir masala, efsaneye yahut karikatüre benzer.İnanıp hakikat saydığımız “anlatıya” uymayan, onun yanlışlıklarını, tutarsızlıklarını ortaya koyan ciddi araştırmalara karşı kalın duvarlar öreriz zihnimizde.

Peki, bu masallar diyarında hakikat arayıcısının yolu ne tarafa düşer?Cevap, güvenli sahillerden ayrılmaya korkanların doldurduğu kalabalık kıyılarda değil, sıkıntılı açık denizlerde gizlidir.Bu yolculuk, sürekli sorgulamayı, farklı perspektiflere karşı müsamahakâr olmayı, basit cevaplara şüpheyle yaklaşmayı ve bilinçli bir zihinsel çaba göstermeyi gerektirir.Hakikat arayıcısı, hazır anlatıların rahat kollarına teslim olmak yerine, kendi ahlaki pusulasını ve eleştirel düşüncesinin yelkenlerini kullanarak bilinmez sulara açılmaktan çekinmez. Çünkü bilir ki, hakikat, hazır formüllerde değil, sürekli bir arayış ve keşif sürecinde gizlidir.

Not 9: Bazen zenginlerden daha çok ve fakirlerden daha az vergi almak kaçınılmaz hale gelebilir.
Bazen üreticiler, ithalatçılar ve aracılar kartelleşebilir, tekelleşebilir.
Bazen tedarik zincirleri kırılabilir ve ticaret yolları değişir.
Bazen de siyasetçiler kamu kurumlarına musallat olur ve kurumsal kapasite kaybolur.
Bazen üretim teknolojiniz çevreye zararlı hale gelir ve yeşil bir dönüşüm gerekebilir.
Bazen dünyanın başka bir köşesinde, mesela Amerika’da, 2008-9 dünya krizi çıkar ve sizi de etkiler, vs. vs.
Görüldüğü gibi yapısal reform kırk yılda bir yapılan ve yapıldığında çok büyük başarıları garanti eden bir olgu değil.

Not 10: Kadın ve erkek arasında kıvılcımlanan dünyaya birlikte eşlik etme istenci, hukukla bağlanmış fakat insan olmanın erdemleriyle bezenmiş bedensel ve ruhsal bir bağlılıktır. Bu bağlılıktan doğacak sonuçların sorumlusu cemiyettir çünkü evlilik cemiyete doğru atılmış bir adımdır. Çocuk tam da bu yüzden cemiyet aklının çekirdeğidir.

Not 11: Geleneksel aile yapıları dirençlidirler ve sosyolojik oluşumlara kolay geçit vermezler. Türkiye’de topraktan kopuş, kır- kent dengesinin bozulması, barınma, beslenme, aile içi pozitif hiyerarşi gibi kavramların ters yüz olması, eğitim, sağlık ve kentleşme problemleri en çok çocukları vurmuş ve Türkiye bir aile cehennemine evrilmiştir. Son bir yıldır ülke nüfusundaki düşüş ve bunun gelecek yirmi otuz yıl içinde doğuracağı sonuçlar konuşulurken, sebepler üzerine kafa yorulmadığı gözlenmiştir. Sebepleri üzerine esastan kafa yorulmayan hiçbir sorun yine esastan çözülemez. 
Türkiye bu ekonomik, sosyal ve psikolojik gidişle sadece felaketini öteleyebilir. Çocuğa göre düzenlenmemiş bir hayat sistemi ne aileyi ne toplumu ne de ülkeyi geleceğe taşıyabilir. Çocuk, hala bu ülkede zihniyet kavgalarının ve geleceği yönetme iştahlarınım bir konusudur. Çocuğa göre değil büyüklerin bel hizaları kaş ve alın çizgileri yanında çok bildikleri yüksek maneviyat tezgahları içinde konuşulan her mesele daha da çıkmaza girmektedir. Çocuk bir inanç ve politika başlığı değil insan oluşun özü sayılmalıdır.

Not 12: Kişi sevdikleriyle beraberdir..

Not 13: şule gürbüz'ün kambur adlı romanının kahramanı, "bana sorulsa bir gün, kamburunun düzelmesini mi istersin, yoksa tüm insanların kambur olmasını mı diye, herkesi kambur görmek olurdu dileğim" der. türkiye'deki insanların birçoğu bu ruh haliyle bakıyor hayata.

Not 14: markete pijamayla bir kadın geldi. bu kadın ya çok zengindir, ya da çok fakirdir diye düşündüm. çünkü sadece çok zenginler ve çok fakirler bu kadar rahattır, orta sınıfların böyle bir lüksü yoktur. mesela bahçeli bir evde oturmak için ya çok zengin olmak lazım, ya da çok fakir. bir at sahibi olmak için de öyle. orta sınıflar, toplumların en çok çalışan, en çok yıpranan, en çok harcanan ve insanlık doğasından ve doğallığından en çok uzaklaşan kesimleridir genelde. ben bunları düşünürken, kadın lüks bir range rover'a binip uzaklaştı.

Not 15: EV KİRASI, nasıl olur da, 2 BUZDOLABI ya da 3 BULAŞIK MAKİNESİ olabilir?

Ya kiralar yanlış, ya beyaz eşya fiyatları.

Not 16: Yunanistan da 50 yıldır uygulanan bazi kanunlar:
 1 .en büyük konutun kirasi Asgari Ucretin Yarisini geçemez. 2. En büyük dükkan kirasi 1 Asgari ucretten fazla olamaz 3.milletvekili maaşı asgari ücretin 7 katından fazla olamaz.. (Fransa’da 4 kat)

Not 17: Ben seni sevmeyi sevdim 
Gözlerin bilinmez bir diyardı ruhumda
Bırak sarhoşluğuma değsin saçlarının rüzgârı  
Avuntular kovalasın beni köşe başlarında 
Sen git  
Sen git çünkü hasretin kalmalı geride 
Sen git ısıtamaz yüreğimi akşam kızılı saçların 
Bilmiyorum şimdi hangi gönüllerde paslandın  
Sen git  
Yalancı baharlara mevsim olsun gülüşlerin  
Oysa bende bin yıllık bir devrimdi gözlerin 
Yüreğimde erittiğim buzlu dağlar geldi aklıma  
Bir sen ısınmadın ona yanarım hala 
Sen git 
Dokunamaz ellerin artık yüreğime 
O aşılmaz duvarları sen ördün ellerinle 
Oysa fersahlar ötesinden gelirdim sana  
Tek tebessümüne yenilirdim soğuk bir savaşta 
Sen git  
Ben seni sevmeyi sevdim 
Ellerin bilinmez bir diyardı ruhumda
Sen git
Mücahit Danabaş

Not 18: Zihnimde nedense Beauvoir’in sözü yankılanıyor sürekli,
’’ Yıllar bütün omuzlara aynı ağırlıkta çökmez ’’
Bu sözden sonra insanın ne tek satır yazası geliyor ne de okuyası. Mum gibi eriyor gözlerinin feri, geriye bir mahmurluk bir mahrumiyet kalıyor.

Not 19: Zaman mı hızlandı vakit bir başka..

Not 20: Kendini meşgul edemeyeni başkaları işgal eder.