Geçen gün bir arkadaşım dertli bir şekilde, “Nereye gitti bu dünyayı kurtaracak adamlar?” diye sordu. Aslında yaptığı şeydeki ironi “mücahitlikten müteahhitlik’e geçiş klişesini tekrarlamak değildi. O biraz daha işin düşünce boyutunu irdeliyor ve önemsiyordu. Haklıydı. Belki de üzerinde durulması gereken şey, ‘nerede yahu bu mürekkep ehli!’ diye sorgulama olmalıydı. Ancak bu noktada hemen savunma mekanizmaları devreye girdiği için bu sorgulama bir anda acımaya ve acındırmaya dönüyor. Oysaki herhangi bir savunmaya gerek duymaktan oldukça uzak görünen bugünün seçkinci takılan ve muktedire bel bağlayan entelektüel, akademisyen ve yazarçizer tayfasının dönüşümünü konuşabilmek gerekir. Ne yazık ki bu kitlenin yani kendini entelektüel/münevver görenlerin yaşamlarının giderek rutinleştirip, melankolik bir havada/ruhsallıkta geniş mevkiler arası yayılmış olmaları onlarda esnemeye ve gevşemeye neden oluyor. Bu yüzden de uğraşlarını pratik bir amaca dönüştürmeleri yüzünden boyunduruk altında yaşamaya razı görünüyorlar.

Sürekli alakasız her konuda birer fanatik gibi geçmişle kavga ederek yeni halin bedelini toplumun sırtına yüklemek gibi bir mesuliyeti kendilerine ödev biliyorlar. Bu bakımdan da her şeyi uzak bir maziye gömmek için gönüllü gibi görünüyorlar. Her şey tükeniyor diyor arkadaşım, haklı da. Sonuç olarak yaşanılan her şey gözler önünde sergileniyor, kültür, eğitim ve öğrettim hatta yüksekokullar bile birer tartışma konusu bile olamıyor. Uzun suskunluklar aslında her şeyi anlatıyor. İnanın sormadan edemiyorum: ‘Nerede bu insanlar?’

Okuduğum haber tüyleri diken diken ettirmeye yetip de artan cinstendi. Son 9 ayda Akdeniz’de en az 2 bin 500 kişinin hayatını kaybettiğini ve Akdeniz’in dünyanın en büyük göçmen mezarlığına dönüştüğünü söylüyordu. Daha da tedirgin edici boyutu ise 11 bin 600 refakatçisi olmayan çocuğun İtalya’ya ulaştığı yazıyordu. Bu durum, büyük bir trajedi olarak günümüz insanının önünde duruyor. Mülteci ve göç meselesinin, insan kaçakçılığı ve göçmen krizi diye adlandırılan bu durumların yeryüzündeki eşitsizliği, sömürüyü ve adaletsizliği en yalın şekliyle gözler önüne sarmasına rağmen insanoğlundaki duyarsızlığı anlamlandırabilmek de mümkün değil. Takımlar maçlarını kazanıyor, ekonomi iyi olsun olmasın herkes rutinini muhafaza ediyor hatta o kadar muhafaza ediyor ki muhafazakârlıktan kırılıyor adeta. Her şeyi normalleştiren zihinlerimiz ne zamandan beri bu donukluğa erişti de hiçbir zihinsel, vicdani, insani durumu göremez hale geldi. Artan fanatikliğimizin (her alanda) bizi körelttiği bir gerçek ama vicdanımızı da kuruttuğu başka bir gerçek. İnsanlık bizden geçti mi? Hoşça bakın zatınıza…

Sistem çöktü:

YİK Başkanı Ömer Aras AK Parti yönetimine çok ağır eleştiriler yöneltti. Turan ‘Sussak gönlümüz razı değil, gündem çok ağır’ dedi ve kayyım politikasına, yargı operasyonlarına adeta ‘isyan edercesine’ sesini yükseltti. Aras ise ‘Sistem çöktü, ülke olarak moralimiz bozuk’ dedi. AK Parti sert tepki gösterdi. Ankara’dan peşi sıra açıklamalar yükseldi. Yargı harekete geçti ‘soruşturma başlattı’

Ortalık toz duman, göz gözü görmüyor ve sis yükselerek zirvelere bile yerleşiyor. Sistem gümbür gümbür çöküyor. Bu durumu iktidar cihazının durma noktasına gelmesi, devletin akıntıyla sürüklenmesi olarak görebilirsiniz.

Ekonomik kriz yüzünden kitlelerde yayılan öfkeyi, duygusal tepkileri bir kenara koyalım. İktidar sahibi iktidarda kalmak, muhalefet ise iktidara gelmek için her fırsatı, her imkânı zorlar. Hukuk, ahlâk, dürüstlük sadece iktidar terazisindeki ağırlığı nispetinde karşılık bulur. İktidarın hegemonyasında fiili işleyişe uygun beklentiler ağı oluşur. İşte iktidarın yıllardır uğraşarak inşa ettiği bu mimari çöküyor.

Hassas cihazlar önce dağılır. Ön safta çöken, iktidarın ince ayarlı algı düzeneği.

TÜSİAD’ın iki önemli isminin savcılığa elleri cebinde girişi ile kollarında ikişer polisle savcılığa gidişi arasında devreye girenler, tam olarak bahsettiğim düzeneğin çökmüş halinin somut görüntüsü. İlk görüntü kimyalarını bozmuş. Adamların “hukuksuzluk yüzünden sistem çöktü” itirazlarını bir kenara koyun, bu manzaranın başından sonuna kadar kendisi iktidar düzeneğinin işlemediğini, küçük ayrıntılarda takılıp kaldığını gösteriyor. Abdestinden emin olan bir iktidar, gücünü bu kadar ayağa düşürmez. Kıskaca alınmış, çaresiz bir iktidar bu kadar ince ayarlı algılara tenezzül eder.

İktidar hukuk açığının derinleştirdiği bir kısır döngünün içine hapsolmuş görünüyor. Ekonomik kriz yüzünden arkasındaki halk desteği eriyor. Destek azalınca aradaki açığı yargı tasarrufları ve güç gösterileri ile kapatmaya teşebbüs ediyor. Bunun için mülkiyet hakkının da garantisi olan temel haklar düzeni hasar alıyor. Hukukun azaldığı yerde ekonomik krizden çıkış çabaları netice vermiyor. Ekonomik kriz derinleştiği için halk desteği daha da azalıyor.

Bu kısır döngü halka, yoksulluktan kurtulabilmek için iktidarı değiştirmekten başka çare olmadığı inancını yerleştiriyor.

Siyaset ile iş dünyası arasında soğuk rüzgarlar ilk kez esmiyor. Fakat bu defa işin dozu biraz daha yüksek gibi… Eleştirinin dili ve içeriğini siyasetin kabullenmesi mümkün değil. Mesajların ‘muhtıravari’ bir havası var. AK Parti’ye de MHP’ye de o eski günleri hatırlattı. Eğer Erdoğan’ın söyleyecekleri ‘düşük dozda’ olursa ‘tartışma söner’ gider. Yoksa bir süre daha kamuoyunu meşgul eder.

Fakat Turan’ın şu sözleri kolay kolay unutulmaz; ‘Hem sanayici mutsuz, hem çalışanlar… Hem büyük işletmeler zorlanıyor, hem KOBİ’ler… Hem batıdaki girişimciler zorlanıyor, hem doğudakiler… Peki kimin yüzü gülüyor?’ Cevap aslında net: Bir avuç iktidara yamanmış iş adamı ve bürokratlarda ve politikacılardan azgın oligarşik elit aile ve topluluk.. Ülkenin kaynaklarını yetkilerini kötüye kullanarak servet transferi yapan bir avuç tamahkar utanmaz doyumsuz grup. Geniş halk kitleleri de evine et aldığında çocuğuna okul kantininden alması için bir tost parası parası verdiğinde dünyalar onların olmuşçasına seviniyor. 23 yıllık iktidarın halka reva gördüğü refah seviyesi ve ülke bu.

Mübarek Ramazan ayına günler kaldı, oruç tutmaya hazırlanan kitleler, iftar sofralarına sıcak yemek koyabilmeyi, ev halkını sahur sofraları etrafında toplayabilmeyi hayal ediyor ama işin içinden bir türlü çıkamıyor, çünkü pazara gidiyor, sebze-meye fiyatlarının el yaktığını görüyor, markete gidiyor hububat fiyatlarının ateş pahası olduğunu müşahede ediyor ve elleri koynunda şaşırıp kalıyor.
Gelir, çay kaşığı ölçüsü ile gelirken, giderler kürek ölçüsü ile, külek, yani kova ölçüsü gidiyor, gelir-gider arasındaki açık günden güne devasa boyutlara ulaşıyor, kış mevsiminin getirdiği artı harcamalara ise yetişmek mümkün değil, bütün bu dertlere derman bulması gereken, çare araması gereken siyaset kurumu ise, özellikle çeyrek asırdır ülkeyi tek başına yöneten iktidar kadroları ise hiç abartısız çelik-çomak oynamaya devam ediyor.

Başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere, iktidar ve ortaklarını temsil eden tüm sözcüler, muhalefeti en ağır ve en ağdalı cümlelerle eleştirdikleri zaman her şeyin tamam olduğunu zannediyorlar.

Birileri, bu iktidar kadrolarına, muhalefete yönelik sürdürdükleri bu okkalı cümlelerin, bu saldırı ve salvolarının karın doyurmadığını anlatmalıdır, bilmeliler ki, onların bu ağdalı cümleleri, asgari ücretlinin ve emeklinin ve akşamın karanlığında semt pazarlarından artıkları ve atıkları toplamak zorunda bırakılan yoksul kesimlerin sofralarını kesinlikle şenlendirmiyor, sıkıntıdan sıkışan kalplerini açmıyor, ekmek bekleyen çocukların yüzlerini asla güldürmüyor.

Millet açlıkla, yoklukla, yoksullukla boğuşurken, iftar sofrasına bir kâse sıcak çorba koyabilmek için, ateş pahasına ulaşmış olan mercimeğin, bulgurun ve pirincin hesabını yaparken, iktidar ve muhalif partilerin cedelleşmeleri, buna bir de işadamlarının haklı feryadının eklenmesi, birbirlerine yönelik sarfettikleri ağır, ağdalı ve okkalı cümleleriniz asla kimsenin hoşuna gitmiyor, dertlerini gideremiyor, ıstıraplarını dindiremiyor. 

Ve fakat TÜSİAD’ın haklı çıkışını da bir kenara koymak zor. Adalet yoksa yasa yoksa devlet de yok. Devletin olmadığı yerde düzen olmaz. Ülkenin kolonları kesilmiş durumda.

Sistem çöktü ve bir yiğit millet böyle acımasızca harcandı geçen 23 yılla. Tarih Türk Milletinin kahramanlıkları ile dolu. Ama şimdi adeta kahroluyoruz.

Rabbim sonumuzu hayr eylesin..

Son söz: “Körle, gören, inanıp salih ameller işleyenlerle kötülük yapan bir değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz?” (Mü’minun/58)

Kurandan: “Şüphesiz ki, Allah katında canlıların en şerlisi, ilâhî gerçekleri düşünüp anlamayan o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl / 22)

Not 1: Bir, CHP “nasıl bir Türkiye” istediğini anlatıyor, o Türkiye’yi nasıl gerçekleştireceğini anlatmıyor. Öyle olunca da seçmende “onlar yapar” güvenini oluşturmakta sorun yaşıyor.
İki, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Göktaş, “Anne babalar ‘dijital ebeveynlik’ olarak adlandırılan yeni bir sorumluluk alanında çocuklarını dijital dünyanın risklerine karşı koruma kapasitesine sahip olmak zorundalar” dedi.
Günümüzde anne baba, iktidarını yitirmiştir. Çocuk üzerinde yaptırımı olmayan ebeveyne sorumluluk yükleyen çözümlerden sonuç alınamaz.
Üç, Armağan Çağlayan, Aslı Şafak’ın programında “Reklamlar sosyal medyaya kaydığı sürece televizyonların ayakta kalması zor” minvalinde bir cümle kullandı. Doğru ama eksik. Reklamların tekno-milyarderlere akması, gazeteleri de zora sokmaktadır. Reklam harcamalarına düzenleme getirilmezse, geleneksel medyanın kapısına kilit asmış olacağız.

Not 2: Yine, “son kez buluşalım” yalanıyla ikna edilen bir genç kızın gördüğü şiddete tanık olduk. “Son kez” yalanına kanan genç kızların pek çoğu, ağır şiddete uğrayıp cinayete kurban gidiyorlar. Siz siz olun kimseyle “son kez” buluşmayın. Israrcı olunursa buluşma yerine polis gitsin.

Not 3: Trump’ın bugün, “Gazze’yi yatırım merkezi yapacağım” histerisi, yarın herhangi bir ülkeye yönelebilir. Musk’n uzayı işgalinin insanlık için olduğunu düşünen saftirik var mı? Uydudan herhangi bir toprak parçası seçer, orada yaşayan insanların vatanı, birilerinin yatırım alanı olabilir. Borderline Trump, soykırımcı Netanyahu ve tekno-deli Musk ilişkisine (dünyanın her yerinde verimli topraklar satın alan Gates de dahil) siyasi iş birliği diye bakılamaz. En sertinden “Money talks” ilişkisi bu.

Danimarka, Kanada, Panama ile Filistin’in artık bir farkı yok. İnsan denen varlık, çöp kutusuna atılmış bir konserve kutusundan ya da bilgisayar oyununda yok edilmesi gereken kırmızı noktalardan ibaret.

Not 4: Üç erkek çocuk...
Yağmurda saçak altına sığınmışlar, ellerindeki çeyrek ekmeklerin içini birbirlerine gösterip gülüşüyorlar.
"Kokoreci koklatmışlar" diyor biri, "Kokoreç kokan domates ve baharat yiyoruz."
Kaç lira verdiklerini soruyorum...
190 liraymış...
Sekizinci sınıf öğrencisi üçü de...
Gülüşüp itişmelerine takılmak yanlış olur; aslında günümüzün çöken "ticaret ahlakı" üzerine fena hâlde yaralayıcı bir ders alıyorlar...
Hemen yakında bir yer işaret ediyorum, bari oradan yeseydiniz, biraz içinde kokoreç olurdu diye...
"Alıştık abi" diyor biri; "Bizim kantinde de böyle, sucuk yok, salam yok, kaşar yok ama adı karışık tost."

Not 5: Salı günü Yüksel'in (Aytuğ) çarpıcı yazısını okudum...
Isparta'da bir okul kantininde 55 liradan satılan karışık tostun feci fotosunu da koymuş...
Ekmeğin arasına zar gibi tek dilim sucuk konulmuş. Etrafında ne olduğu tam anlaşılamayan birkaç peynir kalıntısı ve bıçak ucuyla sürülmüş salça var...
"El kadar çocuğa bunu reva görenden kaliteli mal mı bekleyeceğim? Çocukların okul çağında sağlıklı beslenmeleri adına nutuk atacak filan da değilim" notundan sonra yüzümüze tokadı çarpıveriyor Yüksel: "Helal kazancın esas, dürüstlüğün erdem olduğuna o tostu yiyen çocuk nasıl ikna edilebilir?"

Diyeceksiniz ki...
Her yerde böyle, geçen gün pek meşhur bir zincir büfeden 150 liraya karışık tost getirttim işyerine, içinde sadece tek bir sucuk dilimi vardı, peynirin varlığına da emin değilim...
Tamam!
Ama yahu bir durup sarsılmak gerekmiyor mu?
Herkesin birbirini tokatladığı ticaret dünyasının uygulamalı ahlaksızlık derslerinden uzak tutamıyor muyuz çocuklarımızı?

En fenası ne biliyor musunuz?
Boş vermişlik...

Not 6: Ben eski bir insanım. Anlaşmamıza imkân yok. İnsanların paradan başka şeylerle de mesut olacaklarına inanarak yaşadım. O kanaatle öleceğim... (R.N. GÜNTEKİN / Yaprak Dökümü)

Not 7: Daha iyi dünya istiyorsan, burada yanımda kal!.. Daha iyi bir dünya bir noktadan başlamak zorunda. Niye seninle benim aramda başlamasın ki?.. (TOM ROBBINS / Ağaçkakan)

Not 8: Bardağı taşıran o son damlada bir şey vardı sanki... Olağan ama yine de gizemli, aptalca ama yine de çok derin bir şey... Ve sen bir daha asla eskisi gibi olamazsın. (TOM ROBBINS / Sirius'tan Gelen Kurbağa)

Not 9: Türkiye'nin eskisi yenisi yok. Anlamlı olan ayırım o değil. İyi insan ve kötü insan var. Hukuku üstün tutan insan ve hukuku kendi amacına uyduran insan var. Bir tek vatanımız ve onun bir tek yolculuğu var. O yolculukta git gide sindirilen bir toplum var. Ses çıkartan her kişi başına sayısı çarpanlı bir biçimde artarak büyüyen kaygılı sevenleri var. 

Sayın Recep Tayyip Erdoğan "siyaset yapmaya çok hevesliyseniz ya parti kurarsınız, ya da ağzınızdan çıkacak iki çift söze bakan muhalefet partilerinden birini seçersiniz" demiş. "Bu ülkede siyasetçiler içeri atılmıyor mu ki?" diye sormayanlar, "bir ülkenin gerçek sahipleri siyasetçiler mi toplum mu?" diye sormayanlar var. Politik ifade özgürlüğü çekirdeğinin dahi bugün Türkiye'de mevcut olmadığı fevkalade açıkken, hala "aslında sorun yok" rolü kesen korkaklar var. 

Konuyu dolandırmanın alemi yok: Hukuksuzluk hüküm sürüyor. Hukuksuzluğa işaret edenler, ifade özgürlüğünü kullananlar, bizatihi kendisi hukuk garabeti olan mekanizmalarla gözaltına alınıyor. "Halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak için gerçek dışı beyan verme" kavramının ta kendisi halk arasında endişe, korku ve panik yaratıyor.

Not 10: Bugüne kadar söylenmiş en güzel söz nedir deseler, "kuş ölür, sen uçuşu hatırla" derim. Füruğ Ferruhzad'ın meşhur mısrası. Makam, mevki, şan, şöhret, para, ev, araba; hepsini bırakıp gidiyoruz bu dünyadan. Varsa ufak tefek güzelliklerimiz kalıyor geride sadece. İrfan Can'ın, bir hasta çocuk tarafından kendisine hediye edilen atkıyla dolaştığını görünce bunu hatırladım. atacağı hiçbir gol bundan daha güzel ve daha anlamlı değildir bence.

Not 11: Ülkede hukuk yok diyen adamı gözaltına alarak ülkede hukuk olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Çok farklı bir strateji geliştirmişler gerçekten.

Not 12: Çalışmaya engel bir sağlık problemi olmayan çalışabilir durumdaki hiçbir kimse emekli edilmemeli.. Her insan sağlıklıysa ve işini yapabiliyorsa çalışmalı. Aynı zamanda eğer yaşla birlikte zihinsel ve bedensel arizi durumlar olduğu gerekçesiyle bir üst yaş belirlenecekse emeklilikte bu yaş politikacılar dahil tüm meslekler için getirilmeli..

Not 13: Mastürbasyon cinsel ilişkinin fast foodudur..

Not 14: Sabretmesini bilirseniz güzel yaşarsınız. O müthiş bir zenginliktir. Biraz duracaksınız hayatın akışı karşısında.

Not 15: Şimdi suya hasret çöller gibiyiz..

Not 16: Yerleşik hayat, konfor çürütür..

Not 17: Çay tazeyse umut vardır..

Not 18: İçine kapan, yalnızlığı seç, dünyanı orada kur.

Faust, Johann Wolfgang Von Goethe

Not 19: En iyisi düşünce sahibi olmamak. Düşünce sahibi olmak hırpalıyor adamı. Cehalet harbiden mutluluk. Ben bu yaşıma geldim. Hiçbir zeki ve düşünceli adamın mutlu olduğunu görmedim.

Not 20: Aslı nazını unuttu./ Kerem sazını unuttu./ Mecnun sözünü unuttu./ Ben seni hiç unutmadım..

Not 21: Enflasyon, siyasi kutuplaşma, deprem endişesi derken, gazete manşetleri en iyimserimize bile “Nereye gidiyoruz?” sorusunu sorduruyor. Oysa Nasreddin Hoca’nın göle maya çalma hikâyesindeki gibi, kendi kurduğumuz “medeniyet” tuzağına düşmüş gibiyiz. Banka kredileriyle ördüğümüz hayaller, sosyal medya algoritmalarının bize dayattığı kimlikler, trafikte kaybettiğimiz saatler… Hepsi insan icadı, ama hepsi bir noktada bize pranga oluyor.
Peki bu kısır döngüden nasıl çıkacağız? Albert Camus, Sisifos’un kayayı tepeye çıkarma mücadelesini bir trajedi değil, bir özgürlük sembolü olarak yorumluyordu: “Kayayı her düşürdüğümüzde, yeniden başlama cesaretini bulmak…” Belki de çözüm, tam da burada yatıyor: Kontrol edemediğimiz dış koşulları kabullenip, içimizdeki direnci beslemek. Tıpkı Anadolu’nun kurak topraklarında filizlenen bir buğday tanesi gibi…

Not 22: Enflasyon, siyasi kutuplaşma, deprem endişesi derken, gazete manşetleri en iyimserimize bile “Nereye gidiyoruz?” sorusunu sorduruyor. Oysa Nasreddin Hoca’nın göle maya çalma hikâyesindeki gibi, kendi kurduğumuz “medeniyet” tuzağına düşmüş gibiyiz. Banka kredileriyle ördüğümüz hayaller, sosyal medya algoritmalarının bize dayattığı kimlikler, trafikte kaybettiğimiz saatler… Hepsi insan icadı, ama hepsi bir noktada bize pranga oluyor.
Peki bu kısır döngüden nasıl çıkacağız? Albert Camus, Sisifos’un kayayı tepeye çıkarma mücadelesini bir trajedi değil, bir özgürlük sembolü olarak yorumluyordu: “Kayayı her düşürdüğümüzde, yeniden başlama cesaretini bulmak…” Belki de çözüm, tam da burada yatıyor: Kontrol edemediğimiz dış koşulları kabullenip, içimizdeki direnci beslemek. Tıpkı Anadolu’nun kurak topraklarında filizlenen bir buğday tanesi gibi…

Not 23: Yaşamak şakaya gelmez, Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirindeki o unutulmaz dize, tam da bu direncin özünü anlatır: “Yaşamak şakaya gelmez / Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın / Bir sincap gibi mesela / Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden…” Belki de hayatın absürtlüğüne karşı en güçlü silahımız bu: Anı yaşamak. İstanbul’un dik yokuşlarında tıkanıp kaldığımızda, bir “ara sokak molası” vermek gibi… İşte Nazım’ın sincap felsefesi.
Toplum olarak yüksekleri arzuladığımız doğru. Ancak düşüş hissi, bize neyi bırakmamız gerektiğini öğretiyor: Mükemmeliyetçilik takıntısını, her şeyi kontrol etme hırsını… Tıpkı bir çınar ağacının dallarını rüzgâra bırakması gibi, biz de hayatın akışına güvenerek sebat etmeliyiz.

Not 24: Anlam arayışı, “büyük zaferlerde” değil, küçük molalarda gizli. Tepeye tırmanırken durup soluklanmak, yoldaşlarla bir bakışı paylaşmak, güneşin enkazın üzerine bile vuruşunu izlemek… Tıpkı Japon felsefesindeki mani gibi; kaosla mesafemizi koruyarak, onu dönüştürecek kadar yakın, bizi yutmayacak kadar uzak durmak. Çayın buğusuyla sis perdesini aralamak…

Not 25: Medeniyet denen labirentte kaybolduğumuzda, çıkışı duvarda asılı duran saatte değil, elimizde tuttuğumuz bardakta aramalıyız. Çayın sıcaklığı, avuçlarımızı ısıtırken, Sisifos’un alnındaki teri kurutan rüzgâr olmalı. Çünkü gülümsemek, dünyanın bütün ağırlığını omuzlarımızdan sıyırıp, bir anlığına gökyüzüne bırakabilmektir.