Okuldan eve dönüyordum. Bugün matematik sınavımdan 100 almıştım. Babamla ben uzun bir süre boyunca bu notu almam için büyük bir çaba sarf etmiştik ve sonunda almıştım. Bu mutlu haberi babama iletmek için sabırsızca eve doğru ilerledim. Birkaç dakika içinde evdeydim. Evimiz en üst kattaydı. Hızlı adımlarla merdivenleri çıktım. Birkaç defa zile bastım, kapı açılmayınca çantamdan anahtarımı çıkardım. Kapıyı açıp içeri girdim.

“Anne! Baba!”
Diye seslendim. Ses seda yoktu. Telefonumu çıkardım ve babamı aradım. Telefon açılmayınca annemi aradım. Telefon biraz çaldıktan sonra açıldı. Telefonu kulağıma götürdüm:
“Alo, anne?”
“Kızım baban araba kazası geçirdi şimdi hastanede seni birazdan almaya geleceğim.”
“Nasıl yani? Anne! Anne!”

Telefon kapanmıştı. Çaresizce yanımdaki koltuğa oturup beklemeye başladım. Neler oluyordu? Gözlerim doldu. Çok endişeliydim. Biraz sonra kapı çaldı. Hızlı adımlarla kapıya doğru gittim. Annem endişeli bir şekilde karşımda duruyordu.

“Montunu al çıkalım.”
“Neler oluyor anne?”
“Oraya gidince anlatırım, hızlı ol.”
Hızlıca montumu giyindim ve çıktım. Taksiye bindik ve hastanenin yolunu tuttuk. Bir süre durduktan sonra kendimi tutamayıp sordum:
“Nasıl olmuş? Kaza?”
“Bir araba çok hız yapmış, baban da haliyle önüne çıktığını görmemiş, çarpışmışlar.”
“Diğer arabaya ne olmuş?”
“Kaçmış.”
“Kaçmış mı? Ne demek kaçmış? Ona bir şey olmamış yani?”
“Polisin dediğine göre öyle.”
“Babama ne olmuş?”
“İç kanaması varmış, şuanda yoğun bakımda.”

Ellerimi başıma götürdüm. Nasıl olabilirdi? Babamın durumu ciddiydi. Fakat o benim babamdı, ona bir şey olamazdı değil mi? Başımı cama yasladım. Hastaneye varana kadar öylece durdum. Bazı insanlar bir yere yetişmeleri gerekirmiş gibi aceleci adımlarla, bazı insanlar sadece bu güneşli havanın tadını çıkararak yavaş ama düzenli adımlarla ilerliyordu.

Ağaçların yaprakları güneşe kızgınmışçasına rüzgarla savruluyor, güzel havayı bozmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra hastaneye vardık. Babamın yanına gittim. Burnunda ve ağzında tüpler vardı, koluna serum takılmıştı, öylece yatıyordu. Bir anda bir ses geldi. Arkama döndüm. Kalp atışını takip eden makinadan geliyordu bu ses. Birkaç saniye sonra doktorlar odaya geldi. Etrafıma bakındım:

“Neler oluyor, makine niye durdu? Bir şey söylesenize!”
İçlerinden biri yanıma gelip omzuma elini koydu:
“Senin şimdi çıkman lazım, biz babanla ilgileneceğiz tamam mı tatlım?”
Omzuma koyduğu elini ittirdim:
“Çok iyi ilgilendiğiniz için makine durdu değil mi?!”
Arkadan annemin sesini duydum:
“Kusura bakmayın doktor hanım, şok içinde şuanda.”
Doktor maskesinin altından gülümsedi:
“Farkındayım hanımefendi, sorun değil fakat şimdi ikinizi de çıkarmam lazım. Hastamızı ameliyata alacağım.”
“Tabi ki, biz çıkıyoruz doktor hanım. Onu iyileştirin lütfen.”
“Elimizden geleni yapacağımıza emin olabilirsiniz.”

Annemle birlikte odadan çıktık. Gözüme çarpan ilk koltuğa oturdum. Ellerim yine başımdaydı. Annem de gelip yanıma oturdu. Diğer herkesi de çağırdığını söyledi. Onaylarcasına başımı salladım. Yaklaşık bir saat sonra doktor odadan çıktı. Annem ayağa kalktı, arkasından gittim.

“Ne oldu, iyi mi o?”
Doktor başını iki yana salladı. Bu haberi vermekten kendisi de çok hoşnut görünmüyordu.
“Maalesef, hastayı kaybettik.”
Başım dönüyordu. Ağzımdan sadece
“Ne?”
Kelimesi çıktı, sonra zaten bayılmışım.

Gözümü birkaç saat sonra kendi yatağımda açtım. Sabah olmuştu. Terliklerimi giyip odamdan çıktım. Bunları hepsi bir kabus olmalıydı. Babamın odasına gittim, kapıyı açtım. Babam orada yoktu.
“Anne! Anne babam nerede?”
Annem mutfaktan çıktı:
“Kızım baban dün hayatını kaybetti, sen de oradaydın.”
“Nasıl ben inanmıyorum, şaka değil mi bunlar şaka yapıyorsunuz benimle?”
“Kızım öğleden sonra babanı krematoryuma götüreceğiz sen de geleceksin. Üstünü değiştir masada senin için yaptığım yumurta duruyor.”
Başımı iki yana salladım.
“Aç değilim.”
Annem yanıma geldi:
“Tatlım biliyorum, senin de benim için de çok zor bir zaman fakat beslenmezsen daha da kötü hissedersin. Baban da beslenmeni isterdi.”
“Ama babam şu anda burada değil değil mi anne?”

Yanaklarımdan halıya düşen gözyaşlarımı ellerimle sildim. Tekrar odama döndüm ve çıkmak için hazırlandım.

Bugün köşemizde Zeynep Bengü Akgülün öykülerinden “Babamın Ölümü” adlı hikayesini paylaştık. Kalemine ve yüreğine sağlık..

Son söz: Gemi neredeyse su oradadır..

Kulağa küpe: DeepSeek'in hayatımızda ne kadar önemli olduğunu ileride anlayacağız ve minnettar olacağız. (özellikle) Pazar günü lansmanı yapmasaydı, Amerika'nın bizlere her zaman pompaladığı "bigger, the better" kavramını yemeye devam edecektik. 2,048 adet Nvidia H800 (H100'den 30 kat daha yavaş) ile eğittiğini söylediği, kıskanç Amerikalı rakiplerinin ise "ambargoyu deldiğini söylememek için 50,000 yerine 2,048 GPU diyorlar." dediği DeepSeek açık kaynak kodu uygulaması ile Amerika - Rusya Soğuk Savaş döneminin aktörlerinde değişiklik yaptı. Rusya balonu söndü. Çin katmer katmer Rusya'yı geçti. Demin "balon" dememin nedeni, duvarların yıkıldığı 1989 öncesinde aslında Rusya'nın kendini sakladığı ve abarttığı için ne kadar balon olduğunu sonradan anladığımız bir dönemdi. Çin öyle değil. Çin kendini gösteriyor. Rusya'nın uyguladığı Başkanlık Sistemi ile başlarına ne geldiğini ve aslında nükleer güç dışında bir güçlerinin olmadığını anlamaları 30 yıl sürdü. Türkiye Rusya'ya giden yolda yer aldığı için ABD tarafından hep kullanıldı. Şimdi hedef Çin. ABD bu kez Çin yüksek-teknoloji yatırımlarının Türkiye'ye gelmemesi için uğraşı verecek. 2030 sonrası mavi yakalının kullanılmayacağı otomotiv üretiminde Çin'li yatırımcı geldi diye naralar atan bizler, bu yatırım(lar)ın nasıl bir aldatmaca olduğunu kavrayamayacak kadar da safız. 

Siyasilerimizin Salı günü Meclis konuşmalarını AM frekansından yaptıklarını, ama dünyanın artık FM radyo dinlediğini anlamadıklarını görüyoruz. Halkımızın bir bölümü hâlâ AM radyo dinliyor, o ayrı tabii. Bereket onların çocukları uyandı da Türkiye'yi geleceğe taşıyacak düşünceye ileride onlar karar verecekler.

Tadımlık: Beni senden mahrum etme..
Gözlerinin hastasıyım..

Hakikat: Her şeyin sahibi bunlar; gözlerini toprak doyurur yine de ancak..

Not 1: “Para ile her şeye sahip olunacağı söylenir ama olunamaz!
Yiyecek satın alabilirsin, ama iştah alamazsın.
İlaç alırsın ama sağlık alamazsın.
Bilgi alırsın ama bilgelik alamazsın.
Gösteriş alırsın ama güzellik alamazsın.
Eğlence alırsın ama neşe alamazsın.
Tanıdık alırsın ama dost alamazsın.
Hizmetçi alırsın ama sadakat alamazsın.
Boş vakit alırsın ama huzur alamazsın.
Para ile her şeyin kabuğunu alır;
Hiçbir şeyin çekirdeğini alamazsın...” (Arne Garborg)

Not 2: Fernando Pessoa, “Utangaçlık asıl bir huydur, ne yapacağını bilememek övünülesi, yaşama becerisinden yoksun olmak ise insanı yücelten bir özelliktir. (...) Çürümüşlüğümüzden doğan bu zayıf pırıltılar, hiç olmazsa, karanlıklarımızın ortasında bir ışıktır” diyor. Bugün hemen hemen hepimizin az da olsa buluştuğumuz ortak noktaların başında “utanma” duygumuzun kaybolduğu konusu gelir. Hangi dünyaya ait olursak olalım, hangi dünyaya gözümüzü açmış olursak olalım hepimiz, hayatımızdan utanma duygumuzun çekilmesinden mustarip olduğumuzu soyluyoruz. Hele hızla içerisine sürüklendiğimiz çürümenin her taraftan kuşattığı bu zamanda ne kadar çok ihtiyaç duyduğumuzu ifadeye gerek bile yok. 

Not 3: Herkes gibi olmak için her şey müsait esasında ve çoğunlukla ‘başkalarının hayatı ile başlayan hayatlar’ arzuluyoruz. Herkesin bir ucundan paylaştığı yasam kesitleri bize kendimize ait mahrem bir alan bırakmıyor. Böylesi herkesleşilen bir zamanda ben de Pessoa gibi demek istiyorum; “Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır: Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün anımsamaktır yalnızca, artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.” Bir çöp kovasının içerisine doldurulmuş onca hikâyeden bir provalık yaşam bile çıkarmak neredeyse imkânsız gibi. Çürümenin bir başka boyutu da belki bu denli dökülüp saçılmak olsa gerek.

Not 4: Sanki herkes hayatı ‘içerik üretmek’ olarak algılıyor. Üretilen her şeyin içerisine bir tutam sahicilik ekmek de lazım elbette.  Kimse kendi köşesinde mutluluğunu, hüznünü, kaybını ya da kazancını kendi sınırları içerisinde yaşamak istemiyor. İlla ‘göstermek’ gibi bir yola evrileceksin, bu yaşantının ana kuralı ya da amentüsünün ilk maddesi gibi. Ne tuhaf! Utangaç insanlara yer yok. Sanki Pessoa’nın “Varlıklar, ancak haklarında yapılan yorumlarla değer kazanır. Sözgelimi birileri bir şeyler yaratır, ötekiler de anlam niteliği kazandırarak bunları hayata dönüştürür. Anlatmak yaratmaktır, çünkü yaşamak yaşanmış olmaktan başka bir şey değildir” cümlelerini yanlış anlamış gibi bir durum var ortada.

Not 5:  “Herkesleşme”, “utanç yitimi” ve “çürüme” son zamanlarda hep konularımızın gidip gelip durduğu istasyonların başında geliyor. Ekonomik ve sosyal açıdan sıkışan insanın elindeki sanal hayat aktarıcıları ile insan bir çeşit fanusun içerisinde rahatlamaya çalışıyor. Ne yazık ki bu rahatlamadan çok başka bir bağımlılığa neden oluyor. Fanusta, özgür bir balığa dönüşüyor insan. Bazen güzel bir rüya görürsün de hiç bitmesin istersin ya, uyanırsın ama gözlerini açmazsın rüyanın tılsımı halen üzerindedir, işte tam olarak yaşadığımız böyle bir şey olsa gerek.