Malum CHP cumhurbaşkanı adaylığı için ön seçim adaylık çalışması başlatınca çarşı karıştı. Özel, İmamoğlu ve Yavaş üçlü zirve yaptılar.
Zirve sonrası basına yansıyanlar büyük bir partiye yakışır görüntü değildi. Bir anlaşma çıkmadığı belliydi. Mansur Yavaş ön seçime katılmayacağını açıkladı. Hiç iyi bir görüntü verilmedi.
Bu durumda 3’lü zirvenin başarılı olduğu söylenebilir mi? Ayrıca Yavaş’ın illa da ikna edilmesi gerekmiyor. Bir Belediye Başkanı’nın parti politikalarının tümüne iştirak etmesi şart mıdır? Ve bir Belediye Başkanı’nın parti ön seçim konusunda karar vermişse kamuoyu önünde buna karşı çıkması doğru mudur? Bir Belediye Başkanı itiraz etti diye parti kararından döner mi?
Neresinden bakarsanız bakın sorun teşkil edecek bu olay..
Ben CHP’nin ‘ön seçim manevrasını’ doğru buluyorum. Ekrem İmamoğlu’na karşı yargı kuşatmasını aşmanın bir yoluydu. AK Parti iktidarı, Erdoğan’a rakip gördüğü İmamoğlu’nu geriletmek ve önünü kesmek için ‘bütün yolları’ deniyor. Esenyurt’tan başlayan Beşiktaş’la devam eden yargı operasyonlarının hedefi İmamoğlu’ydu. Sonrasında direkt İmamoğlu’nun kendisine yöneldi. Yeni soruşturmalar açıldı. Jet hızıyla iddianameler yazıldı. Erdoğan’ın söylediği ‘heybedeki büyük turp’ İmamoğlu’ndan başkası değildi.
İmamoğlu, sandıkta Erdoğan’ı yenecek bir isim… İstanbul’da, Belediye Başkanlığı seçiminde tam 3 kez, Erdoğan’a karşı kazandı. Şüphesiz, Belediye Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı seçimi aynı şey değil, doğru… Fakat İmamoğlu’nun yıldızı giderek parladı. Siyaset dışı müdahaleler şansını daha da arttırdı. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ‘Devlet bazılarını seve seve, bazılarını döve döve büyütür’ derdi. İmamoğlu, ‘döve döve’ büyüyenlerden… Tıpkı Erdoğan gibi…
Erdoğan’ın bu gerçeği görememesi veya görmek istememesini anlamak ya da anlayabilmek mümkün değil. İmamoğlu’nun önünün kesildiği bir ortamda CHP’nin adayı kim olursa – ki Mansur Yavaş en şanslı isim – rüzgarı arkasına alarak gider. İmamoğlu’nun kıl payı 13 bin farkla kazandığı seçimin iptal edilmesi kime yaradı? İmamoğlu ezdi geçti, Binali Yıldırım’a 800 bin fark attı. Benzer senaryoyu tekrarlamanın farklı sonuçlar doğuracağını mı umuyor acaba AK Parti?
Mansur Yavaş’ın içine sinmese bile CHP’nin ‘ön seçim’ politikasına karşı bayrak açması siyaseten doğru değil. Yavaş, CHP’nin adayı olabilirse kazanma şansı var. İYİ Parti veya tek başına aday olmaya kalkarsa sandıktan çıkma ihtimali sıfıra yakın. Yavaş için en doğru ve sağlıklı politika ‘sabırla beklemek’ olmalı. ‘Gün ola harman ola…’ gibi ‘İmamoğlu’nun önünün kesilmesi’ üzerine siyaset yapması şansını azalttığı gibi etik açıdan da yanlış olur.
Mansur Yavaş dipten gelen halk dalgasını görmeli ve Ekrem İmamoğlu ile bir olup yol haritası oluşturmalı. Gerekirse eş başkanlık tarzı bir uygulama ile sorun çözülebilir. Ya da güçlü cumhurbaşkanı yardımcılığı. Eğer politikacılar ülkelerinin zor zamanlarında bir araya gelemiyorlarsa tarih onları affetmeyecektir.
CHP ve elit takımı adaylık tartışmasını bir kenara bırakıp açıkça kendisine ve belediyelerine yapılan operasyonlara odaklanmalı ve hükümetin “CHP’nin de bizden farkı yok, onlar da paranın peşinde, yolsuzluk peşinde algısını” yıkmalıdır. Kimin aday olacağı az çok bellidir veya kimlerin!
Bu arada Mansur‘un hakkını da, Mansur başkanın hakkını da Mansur başkana vermek lazım. Burada herkes biliyor ki CHP içerisinde bir cumhurbaşkanı adaylığı seçimi yapıldığın sadece CHP üyeleri ile yapıldığında bunun sonucunun ne çıkacağı aşağı yukarı belli tabii ki: Ekrem İmamoğlu çıkacak çünkü kurultayda da hakimdi, şu an Özgür Özel'i oraya oturtan da o, delegelere de hakim, tabii ki Ekrem İmamoğlu çıkacak. Zaten popüler olandı o, hala da pop yıldızı, ki önceki seçimde cumhurbaşkanı adayı olmalıydı; İstanbul’da üç seçim kazandı Yenilenen seçimle birlikte.
Şüphesiz Mansur Yavaş‘ta Ankara’da iki kere ezici şekilde seçim kazandı ama Ekrem Bey gibi daha bu partinin göbeğinde gelmiş bir isim değil, o nedenle Mansur Yavaş‘tan da yani sadece CHP üyelerinin oy kullandığı bir ön seçimde aday olmasını beklemek Mansur başkana haksızlık olur. Mansur Yavaş gayet haklı "ön seçime girmiyorum" dedi ona da saygı duymak lazım; ayrıca son olarak şunları da söyledi en son konuşmasında: Partime zarar verecek hiçbir şey yapmayacağım biriniz beraberiz dedi. Böyle demesi de yakışır icap ederdi. Kendi klasına yakışanı yaptı..
Son alarak şunu da ifade edeyim:
Kanaatime göre Mansur Yavaş öyle ya da böyle aday olacak. CHP muhtemelen Ekrem İmamoğlu’nu adayı gösterecek. Ekrem İmamoğlu eğer siyasi yasak falan alırsa Mansur başkan CHP’nin adayı olur, yani muhalefetin adayı olur ama Ekrem İmamoğlu siyasi yasak almazsa cumhurbaşkanlığı seçimine girerse Mansur Yavaş da muhtemelen İYİ Parti Zafer Partisi’nin ve diğer muhalif unsurların adayı olur. Bu şekilde de üçlü bir seçim olur yani sayın cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş üçü seçime girer, ikinci tura da kim kalırsa muhtemelen kozlar o zaman paylaşılır. Doğru olanda bu yaklaşım. Aday dayatmamak lazım.
Yazıyı sonlandırmadan özellikle şu gerçeği de vurgulamak isterim. CHP bazı konularda ayıp ediyor yani cumhurbaşkanı adayını belirlemek bizim partinin CHP’nin iç meselesi diyor. Böyle şey olur mu; cumhurbaşkanı adayını belirlemek Türkiye’nin meselesi yani tüm muhaliflerin meselesi siz belediye başkanlığı seçimlerini sadece CHP’nin oyuyla mı kazandınız. Adına kent uzlaşısı dediniz muhalifler burada toplansın dediniz diye diye herkesten oy istediniz halk da teveccüh etti yani ana muhalefet olarak arkanızda kümelendi, toplandı hayatında eli CHP’ye gitmemiş insanlar oy verdi, dönüp şimdi yok bizim kimseye ihtiyacımız yok modunda yok iç meselemiz demek ayıp bir şey. Şimdi siz sadece CHP’nin oylarıyla mı cumhurbaşkanı seçeceksiniz ki cumhurbaşkanı adayımızı sadece CHP’li Üyeler belirler diyorsunuz. Bu hiç şık değil bu halka millete aynı zamanda bir saygısızlık. CHP’nin bu yanlıştan dönmesi lazım, adayını halk kimi istiyorsa o şekilde belirlemesi lazım; yani kimseyi kırmadan dökmeden yani aday dayatmasını daha önce Kemal Kılıçdaroğlu yaptı sonuç belli burada da adayda yatması yapmanın çok anlamı yok. Sadece CHP’li Üyeler belirler demek bir dejavu yaşatır yani daha önce yaşananların bir aynısını yaşatıp yine topluma millete ağır bir hüsran yaşatmanın da bir anlamı yok. Bu aziz millet hüsran yaşaya yaşaya yenile yenile artık canından bezdi, umut aşılamak lazım.
Son söz: Güç gösterisi, elinizdeki motorlu testere ile hava atmaya benziyor. Çalıştırıyorsunuz ve beceriksizliğiniz yüzünden yaşadığınız çevreye hatta kendinize zarar veriyorsunuz.
Teğmenler meselesinde iktidar kaybetti, muhalefet kazandı. 5 Teğmenin pırıl pırıl görüntüleri, geçim sıkıntısı çeken geniş halk kitlelerinin feryatlarıyla birleşti ve ağır bir safraya dönüp iktidarı aşağı doğru çekti.
Muhalefetin eline sonuna kadar kullanacakları bir eleştiri konusu çıktı.
Olayın sembolik cüssesi ve etkilerine dönelim. Teğmenlerin ihracı ile Suat Toktaş’ın tutuklanması kararı şu motorlu testerenin izlerini taşıyor. İkisi de siyasî ceza.
Siyaset kendine ve kendi habitatına zarar verse bile ceza kesiyor.
Siyasî cezalarla iktidar muhalefetin değirmenine su taşıyor. Kısaca sınır siyaset tarafından konuyor. Bütün mesele de algı. Toplum iktidarın elindeki yargı sopasının sallanışını nasıl algılıyorsa, iktidar ona göre karar veriyor.
İktidarın elinde, 22 yılda alışkanlığa dönen büyük bir güç var. Alışkanlıklar hata yaptırıyor, dün işe yarayan yöntemler bugün tersine çalışıyor. Muhalefetin gündemlerinin peşinde sağa sola savrulan, sırtında ekonomik krizin ağır yüküyle debelenen bir iktidar binası devrilecek gibi sallanıp duruyor.
Tadımlık: Eskiden yeterdim kendime
Artardım bile
Şimdi ne yapsam nafile! ...
Ve
Kim demiş 'can eskimez' diye
Bu can tedirgin tende
Can da eskimiş
Ben de..
B. Rahmi
Aforizma: Muz yerken çilek tadı alınmaz..
Kulağa küpe: Her erkek zengin olma tehlikesi ile hayatında en az bir kez karşılaşır..
Not 1: Z KUŞAĞININ bizde çok ACIMASIZ bir gençliğe dönüşmesinin ana sebebi; FAKİRLİK.
YOKLUK daima ŞEYTANLAŞTIRIR.
Herkes eve kapanmış vaziyette büyüyor ve hayatlar "seyretmekle" geçiyor. Bu da, gittikçe DUYGUSUZ ve ÖFKELİ bir gençlik yaratıyor.
Bu gidişat daha da kötü olacak.
Not 2: Fedakârlık ile şahsi çıkar, samimiyet ile riya, minnet ile inkâr, vefa ile nankörlük aynı istikamette yürüyemezler.
Not 3: Fedakârlığa yanaşmayan, paylaşmayı bilmeyen, mahremiyete gereken özeni göstermeyen kimseler dost olamaz ve bulamazlar.
Not 4: Bilginin dürüstlükle, yeteneğin şahsiyetle, fedakârlığın kıymet bilenle, çalışkanlığın takdirle buluşması, dünyaya ve insana ait güzelliklerin başında gelir.
Not 5: Bu ülkede ahlakın en üst düzeyde olduğu yer 101 masaları, okey masaları; gerisi yalan!
Yalanın dolanın yolsuzluğun hırsızlığın çalmanın ayıplanmadığı dışlanmadığı bir ülkede ne olur!
Not 6: akşam olup karanlıklar çökünce
Kuşlar yuvalarına dönünce
Sen niye dönmezsin ciğerparem!
Not 7: Karşılaşan iki insan, biraz önce birbirlerine rastlayacaklarını bilmiyorlardı ama onları birbirine doğru getiren yol her şeyi önceden biliyordu.
“Artık biliyorum ki tesadüflere inanan insanlar” dedi beyaz saçlı adam, “hadiselerin derinliğindeki hikmetleri hep kaçırıyor!”
Not 8: Aykut Kocaman; entelektüel kapasitesiyle, donanımıyla, futbol bilgisiyle, duruşuyla, iş ahlakıyla, ülke futbolunun en değerli isimlerinden biriydi. Bu topraklarda güzel olan hiçbir şeyin değerinin bilinmediği gibi, onun da değeri bilinmedi.
Not 9: Terör, şiddetin incelmiş bir teknik olarak propaganda amaçlı kullanılmasıdır. PKK için propagandası yapılacak mesele kalmadı. 40 yılın sonunda “Terörsüz Türkiye” hedefinin muhatabı olması bile onlar için yeterli. Öbür taraftan terör iki tarafı keskin bıçağın sapını saldırı amaçlı kullanmaya benzer. İç savaşın başından itibaren Suriye gündemi PKK’yı ABD’nin kucağına oturttu. Süper gücün yedeğine girmeyi başarmış bir örgütün terör kapasitesi kendiliğinden iradesi dışına çıkar. PKK özenle, her an kapanacak gibi görünen bir çatlağa yerleşmeye çalışıyor. ABD’nin derdi İsrail. Türkiye ile kolaylıkla Suriye’deki Kürt varlığının yerine ikame edilecek bir alternatif üzerinde uzlaşabilir yani Kürtleri satabilir.
Türkiye ısrar eder ve gözünü karartırsa ABD’yi, dolayısıyla İsrail’i ikna edebilir. Elbette bunun bir bedeli olur.
Şimdi önümüze çıkan fırsat bu bedeli ödemeden büyük kazançlar sağlamaya kapı aralıyor. Durum Kürtler için de öyle. ABD’nin, hele hele Trump’ın kaprislerinin taktik oyuncağı olacak bir Kürt varlığı kendisi için bile tehlikeli. Halbuki bugünün kalıplaşmış paradigmasını ve yerleşik alışkanlıkları çok aşan bir Türk Kürt ittifakı pekâlâ mümkün. Tarihin, yani bölgenin dinamikleri oraya doğru akıyor.
Suriye üzerinden Orta Doğu’da yepyeni bir mimari inşa ediliyor. İşaretler yeteri kadar açık. Suriye, Suudi Arabistan’ın ve Körfez ülkelerinin arka bahçesi olacak. El Şara’nın Türkiye’den önce Suud’u ziyareti durumu aşikâr etti. Büyük Oyun’a göre Türkiye’ye sadece bekçilik görevi veriliyor. Bilinmeyenlerle dolu bir gelecek bizi bekliyor. Güllük gülistanlık bir Orta Doğu hayal eden iyimserler kısa zamanda gerçeklerle yüzleşecekler. Hizbullah ile Şam yönetimi arasında başlayan çatışmalar, daha başında işlerin beklendiği gibi yürümeyeceğini gösteriyor. İran daha devreye girmedi. Trump’ın gürültülü ve provokatif diplomasisi ipleri lüzumundan fazla gerecek. Orta Doğu hep bildiğimiz gibi yoluna devam edecek.
Not 10: 2013-15 tecrübesi siyasetin elindeki araçları seferber ederek kotardığı hassas bir süreçti. Masayı dağıtan iki tarafın siyasî hesapları oldu. Bu sefer devlet doğrudan ve baskın olarak devrede. Sonucu onun ısrarı ve ağırlığı belirleyecek. Siyaset devlete ne kadar direnecek? Devlet siyaseti ne ölçüde ikna edebilecek?
PKK ideolojik olarak çöktü, terörle iştigal eden bir örgütün değeri ve anlamı kalmadı. Bu yüzden silahları bırakma ve terörü sona erdirme aşaması kolayca aşılabilir. Türk devleti, bu coğrafyada edindiği tecrübe ile esnek ve derin bir bakışa sahip görünüyor.
Çözüm terörün sona erdirilmesi, silahların bırakılması değil, iki tarafın da ortak bir akla ve çıkarlara uygun hareket edeceği bir Türk Kürt ittifakı.
Not 11: Evet, Özgür Özel şu anda CHP Genel Başkanı koltuğunda oturuyor. Ancak Genel Başkan olamadı henüz. Göreve geldiği günden bu yana ciddi bir savrulma yaşıyor. Kaldı ki, İmamoğlu ve Yavaş gibi iki önemli figür arasında genel başkanlık yapmak kolay olmasa gerek. Bunun önüne geçmek istiyorsa, Eren Erdem ya da Barış Yarkadaş gibi isimlerin gazına gelmeden, dümeni doğru ufuklara çevirmelidir. Aksi durumda Yavaş ve İmamoğlu’nun bu kadar etki aldığı bir dönemde, “Cumhurbaşkanı adayı benim” demek, ikinci bir Kemal Kılıçdaroğlu vakası yaşatmaktır. Bizden uyarması.
Burada temel bir sorun devreye giriyor: “Özgür Özel’in gölgedeki liderliği.” Bu sorunu aşmak da tabii ki Özel’de bitiyor. Özel’in önünde yukarıda ifade ettiğim gibi iki güçlü aday figürü var. İmamoğlu ile Yavaş’ı görmezden gelmesinin mümkünatı yok. Türkiye’de taraflı tarafsız her kesimin aday olarak görmek istediği, belediye başkanlarını yok sayıp, kendi adaylığını öne sürmek gibi bir hata asla yapamaz. CHP bunu bir önceki seçimlerde yaptı zaten. Artık toplumsal olarak yeni bir masa kurmaya bile hacet yok. Adliye çıkışı yapılan miting bunu gösterdi. Özellikle iktidarın bütün adımlarını İstanbul üzerine yoğunlaştırmasının da temelinde bu yükseliş var. CHP’nin yönetim kadrosu da bunu görmezden gelemez. Gelmemeli de zaten…
Not 12: MAHKEME KARARI olmadan işlem yapabilecek KURUMLAR oluşturuluyor.
DEMOKRASİ ortadan kaldırılıyor aşama aşama.
Bunun sonucu, elbette FAKİRLEŞME olacak.
Böyle bir ülkeye kim yatırım yapar?
Haa, ÇİN yapar. O da gelir, ÇİNLİ çalıştırır. Seni mi çalıştıracak?
Not 13: Bir otoparktayım. ortalık Range Rover, BMW, Porsche, Mercedes kaynıyor. Hiçbirinde ekstra bir slogan veya afiş yok. 30 yıllık bir Tofaş araba var; üzeri bayrak, besmele, tekbir çıkartmalarıyla dolu. Çünkü milliyetçilik ve din, yoksullar içindir en çok.
Not 14: Yoktan da vardan da öte bir var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır.
Not 15: Akşamın dostluğu insandan evla
Anlarsın bunu günün sonunda.
Not 16: Çirkefle başa çıkılmaz. O yüzden çok kimse görüp bildiği halde çirkefe bulaşmıyor. Çirkef de zaten bu yüzden çirkef. Yıldırarak, hakaretle sindirme, susturma ve üste çıkma çoğu zaman işe yarıyor, biliyor... Yöntemler insanlık tarihi ile yaşıt...
Not 17: Memur ve memur emeklilerine 2025 yılı ilk yarısı için %11,5 zam yapıldı. Zammın yarısı geçmiş enflasyonun telafisiydi, kalan yarısını da Ocak enflasyonu eritti.
Not 18: Hayata bakışın duygusal karşılığı sevgi olmalı, merhamet her durumda öteki bütün duyguları susturmalıdır. Bizim burada, bu gezegende varoluş gerekçemiz kendi çıkarlarımızı korumak, çıkarlarımız söz konusu olduğunda başka insanların rahatını kaçırmak değildir.
Not 19: Tolstoy bize diyor ki: Ne kadar akıllıca olursa olsun, insanın aklından geçen bütün planlar Tanrı’nın insan için biçtiği kader karşısında kumdan kalelerden farksızdır. O zengin ve gövdesiyle hiç ölmeyecekmiş gibi duran adam ertesi güne ulaşmayı başaramamış, giymeyi garanti gördüğü o çizmeyi giyememiş, hatta başka, en süflisinden her hangi bir çizmeyi bile ayağına geçiremeden, üstelik evine bile varamadan arabasının içinde kalp krizi geçirerek hayata veda etmiştir. Kader karşısında insan, insanın elindeki bir otomat kadar bile özgürlük alanına sahip değildir. Akıldan çıkan tasarrufların hiçbiri geleceğe hükmedemiyor ve bir saniye sonrası, bir saniye öncesinde birikmiş/biriktirilmiş olan her bakiyeyi yerle bir etme kudretine sahiptir. Buna rağmen insanlar zamanı bağlamından kopararak sanki geride bırakılmış bir geçmiş ve ileride bekleyen bir gelecek yokmuşçasına kendilerini yine kendi elleriyle “şimdi”nin katı, sert duvarlarına mahkum ediyor, hayatı ondan ibaret zannediyorlar. Üstelik “şimdi”nin insana sunduğu imkanları suiistimal ediyor, onu beşeriyetin kötülüğüne kullanıyorlar. Sanki siyasal iktidarlarının bütün zamanları kuşatacak kadar geniş, sanki bulundukları mevkilerin, elde ettikleri makamların sonsuz, sahip oldukları kudretin bitimsiz olduğunu düşünerek hareket ediyorlar. Dahası da var elbette: Elde ettikleri birikimler, bırakın kendilerini doyurmayı yedi sülalelerine bile yetecekken hâlâ açgözlülükle dünya mallarına saldırıyor, giymeyecekleri elbiseler onların dolaplarında çürürken ona ulaşamayan insanlar tıpkı Mihael gibi kış ortasında çırçıplak dolaşıyorlar. Kendilerini oralara taşıyan insanlara sevgiyle bakmaları, yüreklerini merhametle doldurmaları gerekirken koltuklarının garantisi olan insanlara nefretle bakıyor, onları aşağılıyor, onlar ölümlü, kendileri ölümsüz gibi karşılıyorlar hayatı. Sadece çevrelerine, yakın zamana baksalar sabah sipariş verdiği çizmeyi akşamında giyememiş ne zenginler ne bürokratlar ne siyasetçiler görecekler. Körlüğün sadece göze mahsus olmadığını anlasak birçok sorunumuz kendiliğinden çözülecek.
Not 20: Ruhumun soluklaştığı anlar var. Geri çekildiğim, hiç olmasam da olurmuş dediğim, var ama yok bir taş gibi hissettiğim, katı, kaskatı kesildiğim anlar… Hayatla arama geçişsiz duvarların örüldüğü, kendimi kıstırılmış hissettiğim, geri çekilip bir başıma kendi yalnızlığıma gömüldüğüm; evrenin, dünyanın, insanların içinde küçücük bir lekeye dönüştüğüm, elimden bir şeyin gelmediği, akışı durdurmaya gücümün yetmediği, bedenimle ruhumu bir baştan ötekine yenilgilerin kuşattığı zaman dilimleri en azından ötekiler kadar çok. Bir görünüp bir kaybolan güneş gibi yaşamın pırıltısı da bazen açıyor, ruhumu şenlendiriyor, denizin kıyısındaki kuru ama ıslanmaya her an hazır kayalara arada bir dokunan köpüklerin bıraktığı ıslaklık benzeri bir yeşerti umudu kendini gösteriyor, varoluşumu hayatın ortasına, merkezine taşıyıp bitimsiz coşkulara gark ediyor, bazen de karanlık bulutlar eşliğinde beni karamsarlığın kucağına bırakarak elimde avcumda ne varsa hepsini bir çırpıda alıp beni çırçıplak hayatın kıyısına, kimsenin bakmadığı, görmediği bir yerlere fırlatıp atıyor. Bütün bu bilinmezliklere, karmaşaya rağmen hayatla aramdaki mesafe iki duygu arasında gidip geliyor: Yaklaşmak-uzaklaşmak… Geriye kalan her şey bu iki eyleyişin türevleri gibi görünüyor. Hayata yaklaştıkça duygular canlanıyor, zihin açılıyor, ruh uçma eğilimine giriyor; ondan uzaklaştıkça duygular sönükleşiyor, irade büzüşüyor, kuru, neminden ve kabuğundan yalıtılmış çöpe dönüyor. Üç aşağı beş yukarı hepimizin hikayesi bu. Hayat yaklaştığımızda görüş mesafemize giren, bizimle selamlaşan, tokalaşan, tebessüm eden ve ufuklarını sonuna kadar açan bir gök iken uzak düştüğümüzde ise üzerimize abanıp hem içimizi hem de dışımızı kuşatarak kıskıvrak yakalayan, bizi bulunduğumuz yere kilitleyerek potansiyel eyleyişlerimizin hepsine son veren bir buluttan başka nedir ki?
Not 21: Bir ülke düşünün ki hangi iklimde, hangi mevsimde, hangi ruh halinde ve neresinde yaşıyor olursanız olun her sabah uyandığınızda baş ucunuza felaket haberleri bırakıyor. Bir sabah uyanıyorsunuz maden ocağı çöküyor, orada, facianın yaşandığı yerlerde birilerinin ocağı sönüyor. Bir sabah uyanıyorsunuz deprem oluyor, insanların acı çığlıkları enkazların arasındaki eprimiş duvarlara, tavanlara yapışıyor. Bir sabah uyanıyorsunuz apansız seller şehirleri göle çeviriyor, insanları önüne katıp bir bayırdan ötekine sürüklüyor, cesetlerini bile buldurmuyor. Bir sabah uyanıyorsunuz, yorgunluklarını gidermek, ara tatillerini geçirmek üzere bir otele yerleşen, yorulmuş sinirlerini birkaç günlük ağız tadıyla dinlendirmeye çalışan insanlar bir otelin içinde, gecenin bir vaktinde, uykunun insanı en gafil avladığı yerde yangına yakalanıyor, umutları, hayalleri, istikballeriyle beraber küle dönüyor.
Not 22: Hayat iki durumdan, iki eyleyişten ibaret: Yaklaşmak ile uzaklaşmak ve ne yazık ki bazı iklimlerde hayata yakın olanlar uzaklaştırılıyor uzak olanlar tarafından. Ve ne yazık ki bazı iklimlerde ışık getirdiğini söyleyen bulutlar sadece maviliği kapatıyor. Otellerin yandığı iklimlerde mavi her zaman uzak olan, uzakta kalan, uzaklaştırılandır. Maviyi uzaklaştıranlar uzaklaştırılmadıkça hayatın bize yaklaşması mümkün değil. İçimdeki kasvetin sebebi de hepimizin hikayesi de bu…
Not 23: Her sabah ağrıya, acıya, felakete ve yaşamlarının bir tesadüfe bağlı olduğunu düşünenler ülkesi elbette kısa ömürlü insanlar ülkesidir. Doğal güzellikleri ne kadar çok olursa olsun felaketin kucağında yaşayan insanların kısık, nemli gözleri onları asla göremeyecektir. Kültürel çeşitliliği ne kadar çok olursa olsun, kendi kederine gömülmüş, varoluşunun kalın kabuklarına sıkışmış iç dünyalar o çeşitliliği hiçbir zaman göremeyecek, gördüğü zaman da onu bir tehdit sayacak, o zenginliğin düşmanı olacaktır. İç dünyası karartılmış, gözlerine perde çekilmiş ve dışarıdan her an kötü haberler almaya ayarlı insanlar daha kendi kalıcılıklarını bile sağlayamamışken kalıcı üretimlerin üstesinden nasıl gelsin? Yarına çıkacaklarına bile güveni olmayan insanların bütün zamanları kuşatacak üretimler yapmasını beklemek ne kadar insaflıcadır?
Not 24: Hepimizin genetiği değiştirildi. Hepimizin duygularıyla oynandı. Bu vakitten sonra çekirdeksiz incirlerden farkımız yok. Bize her sabah ne yapacağımız söyleniyor, niye yapmamız gerektiği hakkında susuluyor. Bütün bunların bir anlamı var. Hiç kuşkusuz bu serüven öncelikle yolu, yolcuyu ve yolculuğu bilmeyi, yakından tanımayı gerektirir. Bu da bir insan için öncelikli meselenin evreni, dünyayı, zaman ve mekanı tanımak olduğunu olduğunu gösterir. Üzerinde yaşadığı cismin doğasını bilmeyen, onu oluşturan ögelerden bihaber olan birinin, ona ayna olarak kurgulanmış kendini bilmesi de zordur. Çünkü her durumda bir aynalar düzeneğinin içinde hareket ediyoruz. Elbette bu aynalar birinden ötekine yansıyan, birini ötekine taşıyan öğeleri de içerir. Ve olmak bu yönüyle evreni tanıdıktan sonra iç evrene yönelmek, dünya sistemine bir de beden sistemini eklemek demektir. Olgunlaşmak için, yola çıkanlar için bu ikinci aşamadır: Evreni tanıdıktan sonra kendini tanı…
Not 25: Derinliğin yerini alabildiğine sığlıklar aldığı için bizimle hayat arasına gerilmiş ipler ansızın kopuyor, ruhumuz tarifi olmayan boşluklara savruluyor. İç dünyalarımız, kökleri kuruduğu/kurutulduğu için bayağılaştı, bayağılığın ürettiği eyleyişler ilişkileri sıradanlaştırdı. Bu vakitten sonra ilişki kurmuyoruz, birbirimizi tepip durarak aşındırıyor, yaralıyor, dipsiz kuyular açıyoruz. Bu vakitten sonra dünyanın büyüsünü kaçıran şey, nereye gittiğimizi bilmemek değil, gitmek istememek, gitmek zorunda kalınca da sadece varmaya çalışmaktır. Bir zamanlar iyiler ve kötüler olarak ikiye ayrılan insanlar şimdilerde yola çıkma hevesi taşımayanlar ile yola koyulanların yolu unutması, sadece varacağı yere dikkat kesilmesi şeklinde taksim ediliyor. Amacını yitirmiş bir çalışmak ile çalışmayı unutmuş amaçlar arasındaki savrulmanın üyesiyiz hepimiz. Kutsiyetini kaybetmiş eyleyişler, çıplaklaştırılmış başarılara götürür. Bundan dolayıdır ki kim, nerede, neyi başarmış olursa olsun mutsuzdur. Başaranlar için her başarı tuzlu su etkisi yaratmakta, amaç ne pahasına olursa olsun sadece başarmak olmaktadır. Günümüzün anahtar kelimesi, iyi insan olmak, onurlu yaşamak değildir artık, başarılı olmaktır. Bizler, büyük düzeneğin özgür, bir bayırdan ötekine dörtnala koşan fiyakalı atları olmaktan çoktan çıktık. Her gün, aynı hizaya konulup düz bir alanda çatlayıncaya kadar koşuyor, gün bitiminde yorgun atlar gibi kendimizden geçmiş halde yataklarımıza giriyor, sabah yine, yeni bir koşunun hayaliyle yaşıyoruz. Bayırlarını, çimenlerini unutmuş koşu atları için hayat sadece boş bir koşuya dönüşüyor ve biz bunu yapıyoruz. Birileri bizim adımıza bahisler oynuyor, kazanıyor ya da kaybediyor. Bizeyse sadece keyifsiz yorgunluklar kalıyor, hepsi bu…
Not 26: Kendini zenginleşmeye adayan ideal insan tipi… Thomas Hobbes’un Leviathan’ından (1651) yaklaşık bir asır sonra yayınlanan, ondan çeşitli ilhamlar da alan Adam Smith’e ait Milletlerin Zenginliği (1776) adlı metinde tam karşılığını bulan bu yeni insan modeli, o gün bugündür hem devletlerin hem de kültür ve medeniyetlerin yeni ideal insanına dair farklı bakış açıları üretiyor. O gün bugündür, yeryüzünün farklı coğrafyalarında, farklı kültür ve inançların eseri olan devletlerin hepsi sözleşmişlercesine “zengin insanı” ideal insan olarak sunuyor ve bütün paradigmayı bunun üzerine kuruyor. O gün bugündür “para” gündelik yaşamı belirleyen inanç, ahlak, etik, estetik, zevk ve modaları belirleyen en itici güç haline gelmekle kalmadı, sayılan bütün öğeleri aşındırarak kendi nüfuz alanına çekti. Ticarileşen devletin gözünde en makbul insanın tüccar olmasından daha doğal ne olabilir? Bugünün tüccar devletleri tarafından korunan, gözetilen zengin iş adamları yeni model devletlerin ruhbanları olarak hayatın tamamına yön vermekle kalmıyorlar, devlet nezdinde eğitimden sanata, kültürden edebiyata hayatın her alanına hakim aktörler olarak “cennetlik” insan olarak görülüyorlar.
Not 27: Kötülük hiçbir zaman yok olmayacak ve hayatın ona da ihtiyacı var. Sorun şu ki kötülük iyilik kadar vicdan sahibi olmadığından, gücü eline geçirdiği andan itibaren iyiliğin kökünü kurutmanın bütün yollarını üreterek dünyayı Mars’a, Uranüs’e, Pluton’a yaklaştırırken insanı insan yapan bütün mekanizmaları yok ediyor. Farkındasınız değil mi, tüccar devlet, tüccarlık yaparak tüccarlar üzerinden insan türünü yok ediyor.
Not 28: Arafta yaşıyoruz… Kötü bir dünyanın eşiğinde, sersem sepelek, olabildiğince şuursuz, yaralı, kırgın, bitmiş, bitirilmiş, hayata ulanmış olarak değil, lehimlenmiş bile değil, yapıştırılmış, onun tarafından kıskıvrak yakalanmış olarak… Meyveye duran taze ruhlarımız kurutuldu, kesilip biçildi, küçük talaşlar olarak savrulup duruyor sağa sola… Ruhumuza kurulmuş tuzakların sayısı bedenlerimize yönelik olanlardan çok daha fazla, çok daha sinsi ve alabildiğine karmaşık… Hangi tuzak, ayartıdan muaftır ki? Çirkin gerçekler ile hoş tuzaklar arasında salınıp duranlar için düşmek dışında bir mukadderat olası mıdır sahiden? İçimizde kımıldanıp duran, yüzeye her çıktığında vicdanımızın kulaklarını sağır eden, bize insan olmayı, insanca yaşamayı sünepelik gibi gösteren hiçlik çığlıklarının başka bir sebebi olabilir mi? Bir tarafımızda kifayetsiz muktedirler ve onların suratlarından dünyaya akan hırs, kibir, kıskançlık, narsisizm, cehalet balçıkları; öte tarafımızda kifayetsizliği yeterlilik, hırsı kuvvet, kibri hak edilmiş hak, kıskançlığı ilerleme motivasyonu, narsisizmi yeşermenin vazgeçilmezi addeden cüce gözler… Kötü devler ve iyi cücelerin ağız kokuları arasına sıkışmış hayatlarımız elbette keyifsiz olacak.
Not 29: Yağmurlar kirlenince şemsiyelere sarılmaktan başka çare yok. Bu vakitten sonra geleceği, geçmişte bırakan bizler için hangi yola sapmış olmanın ne anlamı var ki? Yaşanması gereken her şeyi yaşamadan bırakmış, üstelik artık yaşanacak hiçbir şeyi kalmamış bizler için gittiğimiz yolun ne önemi olabilir ki? Benjamin Button’un ruhu dolaşıyor ortalıkta. Belki bir farkla: Onun gittikçe gençleşen kof derisinin yerine bizim sentetik derilerimiz var. Onun zaman dışı ruhunun yerine bizim her esintiye ayak uyduran dağılgan ruhlarımız var.
Not 30: Her rüya bir kaçıştır, rüyadan kaçış ise kaçtıklarına yakalanmak demektir. Kaçacak hiçbir yerin, sığınacak hiç kimsenin olmadığı bir rüyanın tam içindeyiz, kıyısız bir bataklığın, karasız bir okyanusun… Talihe bakın ki gerçeklerden kaçarak daldığımız uykunun bize verdiği rüya, en az kendisinden kaçtıklarımız kadar korku verici… Her uyanış çirkin gerçeğe, her uyku tuzaklarla dolu rüyalara götürüyor bizi. Buradayız, işte tam burada: Fazlalıklarımızın yapıştırdığı yer ile azlıklarımızın mecalsiz bıraktığı yer arasında… Sözün özü şu ki ışık gidince gölgeler hükümsüz kalıyor. Karnımız aç, orada bir peynir var, en kaliteli peynirin fare kapanında olduğunu biliyoruz ve ya açlıktan veya kapandan ölmeye zorlanıyoruz... Kötü devler ile iyi cüceler peşimizi hiçbir zaman bırakmıyor, hayatımızın özü bu.
Not 31: Başlangıçtan beri türümüzün dikkati, kendinde olmayanı arayıp bulmaya adanmıştı. Eksiği gidermek, boşlukları doldurmak, sürekliliği sağlayan bir devridaimin garantörü olmak… İnsanı insan yapan da buydu. Aramak, aradığını bulmak, bulduğuyla yetinmek… Dünyaya akılla, vicdanla, duyguyla yapılmış her türden müdahalenin gerisinde hep bu “tamamlama” arzusu vardı. Tamamlayarak tamamlanma… Gramatoloji buna dayanıyordu. Gelinen noktada ise var olana gözlerini kapama; olanı, olması gereken yere yerleştirmek yerine çoğaltma eğilimi ile karşı karşıyayız ve bunun çaresi yok. Nitelik insaflıdır, bir yere gelince durur, çünkü sınırları vardır. Niceliğin sınırları ise yoktur. Nicelik egemenliğinin kötü huylarından biri de ne yapıp ederek punduna getirip niteliği katletmektir. Ne yazık ki niceliğe göre ayarlanmış bütün sistemlerde nitelik ya boğulur veya sistemin dışına atılır ve günümüz dünyasının en büyük trajedilerinden biri budur.
Not 32: Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki daha hayatım boyunca başarılı bir kariyeri olan ve eğitim düzeyi yüksek birinin sokakta eli cebinde gezdiğine şahit olmadım. Yolda yürürken cep telefonuyla oynadığına da şahit olmadım. Bunlara kendim de dahilim.
Not 33: Bir belediyenin başarısının bence 1 nolu göstergesi çeşme suyunun içilebilirliğidir. Avrupa'da hatta ABD ve Kanada'da çeşme suyu içilebilir. Bizde hemen hiçbir yerde çeşme suyu içilemez.
Not 34: Şu an Türkiye’de olup biten Malthus'un nüfus teorisinin pratikteki sonucu..