Türkiye büyük bir gelir adaletsizliği yaşıyor.
Kasaptan 100 gram kıyma alanı da var aynı zamanda 5 kilo birden antirkot da alan.
12,5 lira verip fırından ekmek alamayıp halk ekmek önünde karda kışta kuyruğa girende var. Aynı şehirde 4 kişilik yemeğe 19 bin lira hesap veren de….
İşte böyle bir ülkede bir ekonomi kanalında bir müteahhit ekrana çıkıp milyonlarca insana akıl veriyor.
Ev almak için zamanınız daralıyor. Her saniye sizin için kayıp fiyatlar katlayacak. Düşünmeyin ev alın!
Soruyorum size bu söz Marie Antoinette’nın ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler sözünden ne farkı var?
Millet aç, gıdaya erişemiyor adam çıkmış ev alın pahalanacak diyor.
Zaten parası olan son 5 aydır krizi fırsat bilip bir tane değil 3 tane birden aldı.
Satılan konutlara baktığınızda 15-20 milyonluk evler.
Kasaptan 1 kilo et alamayan emekli, asgari ücretli ve açlık sınırından bir tık üstü maaş alan öğretmen ve polis mi ev alacak?
Bugün bu ülkede bir profesörün maaşı 85 bin lira.
İstanbul’da en düşük ev 5.5 milyon lira. 2 milyon kredi almaya kalkarsa bunun aylık taksiti bile 75 bin lira.
Evi 14 bin lira maaş alan emekli mi alacak?
Yoksa çalışanların yüzde 52’sini oluşturan ve 22 bin lira alan asgari ücretli mi?
Gerçekten ayıp ya!
Halk geçim sıkıntısı altında inim inim inlerken yargı ne yapıyor! Muhalefeti dört koldan kuşatıp durmadan dava açıyor.
Büyük kuvvetlerin koordinesi ve ortak bir hedefe yönlendirilmesi çok ciddi sevk ve idare problemleri doğurur. İktidarlar da hüküm sürerken benzer sıkıntılar yaşar. Her iktidar, zaman içinde geniş bir çıkar şebekesi ve statüko meydana getirir. İktidarın dayandığı unsurlar, bulundukları yerde, aldıkları yetki ile kendilerini orada tutan iktidarı bütün cephelerde savunmaya girişir. Doğal bir refleks şeklinde gelişen bu savunma hamleleri koordinesiz ve akılsızca yürütülünce dost ateşine dönüşür ve iktidarı çürütmeye başlar.
Son zamanlarda yargıdan muhalefete yönelik savunma hamlelerinin, iktidarı yıpratan ve eriten dost ateşine dönüşmesi gibi.
Muhalefetin bir şey yapmasına gerek yok. Yargı, iktidarı yıpratacak savaşı yoğun bir şekilde sürdürüyor.
Kaş yapayım derken göz çıkarma deyimi tam olarak bugün yargıdan muhalefete çekilen ayarlar için kullanılmalı.
Devleti devlet yapan, iktidarların eline hükmetme araçlarını veren ve mutlaka kamu çıkarı gözetmesi gereken dört ana meslek grubu var. Yargı, polis, asker ve diplomatlar.
Askerler, bilhassa kurmaylar ve diplomatlar her zaman bütünü görmeye ve durumdan bu genel vaziyete göre vazife çıkarmaya çalışırlar. Bakış açılarını meslekî olarak geniş tutmak zorundadırlar. Yargıçlar ve polisler ise önlerine gelen dosyayla sınırlı muhakeme yürütmeye ve sonuçlar çıkartmaya mecburdur. Mesleklerindeki uzmanlıkları itibarıyla dar ve sınırlı bir akıl yürütmeye mahkûm olurlar. Ancak kullandıkları güç onları zirvelere taşıdığı için, her konuda hüküm vermeye başlarlar.
Çok zeki ve yetenekli, kendi alanlarında çok iyi yetişmiş yargıçların ve polislerin genel sorunlar hakkında ne kadar cahil olduklarına çok defa şahit oldum. Ancak genel süreçler hakkında hüküm verme ve müdahale etme hevesleri, cehaletleri nispetinde fazla oluyor. En kötüsü, elindeki gücü kullanarak her şeyi çözeceklerini sanıyorlar.
Yargıdan muhalefete yönelik silkelemelerin tamamı, iktidar kanadına dost ateşi şeklinde ağır zararlar veriyor.
AK Parti belediyelerine veya iktidarın yönettiği eski dönemlere ait yolsuzluk iddialarının hiçbiri soruşturulamıyor. Böyle olunca CHP’li belediyelere yönelik tutuklamalar tiyatro sahnesinin önünde, iktidarı da içine alan yolsuzluk imajına destek vermekten başka işe yaramıyor.
İmamoğlu’nun diplomasını konu alan soruşturma, muhalefet sözcüleri marifetiyle soyut “diploma” tartışmasına dönüşerek iki tarafı keskin bir bıçak haline geliyor.
Deliğe giren bir yılanı çok sert çekersen o kasılmayla kopar, yarısı elinde kalır, yarısı deliğe kaçar. Biraz serbest bırakacaksın. Serbest bırakıldığını anladığında öne doğru hamle yapar hızlı bir şekilde çekeceksin. Bir çekip bir duracaksın ve yılanı çıkarırsın.
Şimdi burada yakalamak mı koparmak mı o aradaki ince dengeyi kaybettiğinizde kopar ve elinizde de kalabilir. Onun için siyaseti biraz da yılan yakalama oyununa benzetirdim. Burada ben biraz ölçünün, ayarın ve dozun kaçmaya başladığını açıkçası düşünüyorum.
Bir arkadaş geçenlerde şöyle bir yorum yapmıştı dedi ki maşallah elbirliğiyle hepiniz İmamoğlu’nu Cumhurbaşkanı yapacaksınız. Oysa biz İmamoğlu’nu bu soruşturmalarla ve bu dosyalarla konuşmak yerine bunlar olmasa ve su kendi mecrasında aksaydı metrobüsleri, metroyu, İstanbul’un diğer çilelerini konuşacaktık. Bunların hepsi örtüldü, kapandı ve İstanbul’un gündelik hayatına ilişkin yaşanan hiçbir zorluğu hiçbir televizyon kanalında duymuyorsunuz. Biz de konuşmuyoruz, başka yerlerde de konuşulmuyor ve davalar. Ve bu davalar aslında İmamoğlu’yla ilgili itirazların üzerine örtüyor aslında bir başka bir mantıkla baktığınızda şunu da söyleyebilirsiniz. Komplo teorisi kurarsanız ya acaba birileri İmamoğlu’nu mu koruyor? Yani bu kadar dosyayla İmamoğlu’nu mu korumaya çalışıyorlar? Çünkü İmamoğlu’yla, İstanbul’da yaşanan zorluklar arasındaki gerçeklik bağı bu dosyalarla örtülüyor ve biz İmamoğlu’nun gündelik hayattaki zorluklarla ilgili İstanbul’da sorumluluğunu hiç konuşmuyoruz mesela. O nedenle ben bu dosyaların sayısı arttıkça İmamoğlu’nun aday olursa çok büyük ihtimal cumhurbaşkanı seçilir.
İktidar belli ki farkında değil veya engel olamıyor. Siyaset sahnesinde muhalefete yargıdan gelen müdahalelerin tamamı dost ateşi olarak iktidara büyük zayiatlar verdiriyor. Tiyatro seyircileri, yani seçmenler sahnenin ön tarafında cereyan eden bu olayları takip ediyor ve kendi yaşadıkları ile karşılaştırıyor.
Yargı sayesinde müstakbel seçimde CHP, sandalyeyi aday gösterse kazanacak gibi görünüyor.
Başkan Ekrem İmamoğlu’nun İzmir ve Kayseri mitinglerinin millette yarattığı coşkuya bakılırsa atı alanın Üsküdar’ı çoktan geçtiği ve fakat bu sefer atı alıp kazanan kesimin muhalefet veya CHP olduğu anlaşılıyor.
Anlaşılan iktidar Ekrem Başkana siyasi yasak getirse de; diplomasını iptal ettirip cumhurbaşkanlığına seçimine sokmasa da; hatta ardından allem edip kallem edip Mansur Yavaş Başkanı da siyaset sahnesinden silse de; CHP genel başkan Özgür Özel ile seçimi kazanacak muhtemelen.
Böylesi bir iktidar değişimini elbette ekonomik zorluklar altında boğuşan, kent lokantalarında ucuz yemek için sıra bekleyen, kendi evlatları iki üniversite bitirdiği halde işsizken, ev genci olmuşken; iktidar mensuplarının niteliksiz çocuklarının kamuya nepotizmle yani torpille özel kalem müdürü ya da mülakatla avanta müşavir tarzı kadro dağıtılarak veya paravan şirket kurdurulup davetiye usulü usulsüz ihaleler ya da kamu bankalarından avanta düşük faizli kredi vererek haksız menfaat sağlandığını gören bağrı yanık Türk milleti yapacak. Zamanın ruhu ak partiyi, Cumhur ittifakını ve hükümeti affetmeyecek. Halktan bu kadar kopmanın ve sırça köşklerin gerisine çekilip gününü gün etmenin mutlaka bir bedeli olacak. Ve bu sadece zaman meselesi. Sandıklar halkın önüne konulduğunda bunu göreceğiz.
Son söz: Trafik cezaları artıyor. Bence de artmalı. Trafik cezasında sorun, herkese aynı cezanın uygulanması. Makas atan gariban arabasıyla, makas atan lüks araca aynı ceza verilmemeli. Gariban, ağır cezalar nedeniyle kurallara uyar, lüks araç sahibi o cezayı umursamaz, aynen devam eder. Büyük kentlerdeki trafik kazalarının çoğunun lüks araçlar olduğu dikkatinizi çekmiyor mu? Para şımarıklığı, hepimizin hayatını da riske atıyor. Ceza plakaya yazılıyor, işlem sırasında aracın kasko değerini dikkate almak bu teknolojik olanaklarla zor olmasa gerek. Madem ezberleri bozmaktan söz ediyoruz, bu konuda da bozulmalı.
Hakikat: İmamoğlu’nun diploması için görüşüm net. Benim için diplomanın gerçek olup olmamasından çok daha önemli bir şey var, o da başarısız ama parası olanların bu amaçla kurulmuş yurt dışındaki üniversiteleri kullanarak sınavların arkasından dolanması. Tembel ve başarısız ama zenginseniz, ülkemde sınava girip kazanmış başarılı gençlerle aynı hakka sahip olmamalısınız. İmamoğlu olayı, bu büyük haksızlığı görünür hale getirmiş olması açısından önemlidir.
Aforizma: Seks ruhun yer altındaki kolonudur.
Not 1: Ülkeye ÜBER gelmişti, TAKSİLERİN yarı fiyatına LÜKS MİNİBÜSLER ile taşımacılık başlayınca, ŞOK olmuştuk.
Elbette yok ettiler!
Demek ki, TAKSİLERE verdiğimiz para, en az %100 SÖMÜRÜ.
Not 2: Yaşadığınız şehir ya da bölgede KİRALAR yüksekse, DÜKKÂN KİRALARI da yüksekse, orada artık hayat PAHALI olur.
Bu; BASİT İKTİSATTIR.
Bunun önüne geçmenin yolu, az katlı ve dağınık şehirlerde yaşamaktır.
KAT SAYISI == KÖLELİK KATSAYISI
Not 3: Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız.
İ. Özel
Not 4: Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
Başkalarının düşünceleriyle değil.
"Üstümde yıldızlı gök" demişti Königsberg'li
"içerimde ahlâk yasası".
Yasa mı? Kimin için? Neyi berkitir yasa?
İster gözünü ovuştur, istersen tetiği çek
idam mangasındasın içinde yasa varsa.
Girmem, girmedim mangalara
Yer etmedi adalet duygusu
içimde benim
çünkü ben
ömrümce adle boyun eğdim.
Yıldızlı gökten bana soracak olursanız
kösnüdüm ona karşı
onu hep altımda istedim.
İ. Özel
Not 5: Anılacak günlerim olmadı mı benim? Ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği, silahıma yapışıp sabahın serinliğini beklediğim, kuzey gemileriyle sağır olduğum günler, sepet örmeyi unuttuğum günler olmadı mı?
Ey geceyi ve kahverengi
bir düzeni taşıyan ellerim! Yüzümün uğultusuyla şaşırtın beni.
o karanlık ormanı yangına vurun. Çünkü ben de kaçarken ardımda kalanları yakıyorum. Ama iyi biliyorum yıldızları, ama yıldızların tanrıların da üstünde parladıklarını, anılacak günlerimin gitgide yok olduğunu biliyorum.
İ. Ö.
Not 6: KÖPEKLER sokaklarda; adam yiyor, çocuk yiyor, saldırıyorlar ve hala toplanmıyorlar.
KUZULAR da çok sevimlidir, ama kesip yiyoruz değil mi?
Bu iş kontrolden çıktı.
Not 7: Dünya, sen onun kölesi olduğunda, kötü bir yer olur. Bir tebessüm veya bir sevgi sözü paylaştığında, daha güzel bir yer.
Kim yâri sayıklamış da ruhlar pazarından eli boş dönmüş?
Not 8: 'İnsanın düşüşü' kendi ilahi özüne yabancılaşmasından, aslından uzak düşmesinden, içindeki sonsuzluk özlemini görmezden gelmesinden başka nedir ki?
'Her kim aslından uzak düşsün arar/Asl'a dönmek için bir uygun gün arar'. (Mesnevi)
Not 9: Depresyon insanın dünyaya aşinalığını kaybetmesi, umudun ve geleceğin kaybolması, hiçbir şey hissedemeyiş hali olarak da tanımlanır. Öyle şeyler oldu ve oluyor ki bütün bir insanlık adeta buraya sürükleniyor.
Not 10: ‘Öğrendiklerimizi unuttuğumuzda bilmeye başlarız’. diyor Thoreau.
Şeyleri oldukları gibi, kendi derinliği içinde görebildiğimizde gerçekten bilir ve anlarız.
Not 11: Elimizde, sene sonunda enflasyonun yüzde 24’e ineceği gibi iyimser bir tahmin var. Piyasa tahmini malum, yüzde 30-35 arasında değişiyor… Vatandaş ise ne dersen de yüzde 100’den aşağısının gerçek enflasyon rakamı olarak asla kabul etmiyor. 20’lere, 30’ylara zerre kadar inanmıyor… Yine de diyelim ki yüzde 24 hedefi tuttu. Buna sevineceğiz ve iktidar da yüzde 24’le “başardık” diye propaganda yapacak, düşünün. Yüzde 24… Avrupa’nın toplam enflasyonundan daha fazlası bizim zaferimiz olacak! Bir ülke daha ne kadar gerileyebilir? Kötü yönetilen ve gerçeklerden kopuk fikirlerin hüküm sürdüğü yılların ardından, aza razı olmanın mutluluğuna boyun eğmekten daha kötü ne olabilir? Hasılı… Ekonomi en iyimser senaryoda bile bu ülkenin potansiyelinin altında kalıyor.
Not 12: İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Kent Lokantası'nı övmekten bir yeme-içme yazarına gizli reklâm soruşturması açılmış, dün öğrendik.
Vedat Milor, Youtube kanalında "40 Liraya 4 çeşit yemek: Bu fiyat gerçek mi?" başlıklı bir video paylaşmış...
Örtülü reklâm mı yapılıyor, diye işte bu soruşturuluyor. Ticaret Bakanlığından Milor'un yazılı savunması istenmiş. Gelen cevaba göre de Reklâm Kurulu bir karar verecekmiş.
Belediyenin halk yararına, bu pahalılıkta ucuz yemek yediren bir hizmetini övmekte, reklâmını yapmakta suç arıyorlar.
Duyan da İmamoğlu'yla alâkası yok, mesele siyasi değil, CHP yerine AK Parti belediyesi de olsa göz açtırmazlardı, özel girişim olan yerli ve milli arabayla bir aile şirketinin İHA-SİHA'larını bile kimseye övdürüp reklâmını yaptırmıyorlar sanacak.
Not 13: Kılıçdaroğlu’nun kaybettiği kurultayla ilgili şaibe söylentileri ayyuka çıktı. İddialar çok ciddi.
*
Konuyla ilgili MASAK da devrede.
CHP’li delegelerin banka hesapları incelemeye alındı.
Gelen haberler Ekrem İmamoğlu’nun canını hayli sıkacak türden.
*
Bazı kaynaklardan aldığım bilgi, CHP’li birçok delegenin banka hesaplarında ciddi para hareketliliği olduğu yönünde.
*
MASAK raporu bu durumu tescillerse kongrenin iptal edilmesi söz konusu olacak.
Birçok delege hukuki anlamda da ceza alacak.
*
Şaibeli kongreyle ilgili gelen başka pis kokular da var.
*
Yapılan incelemelerde bazı delegelerin kendileri ve yakınlarıyla ilgili özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesinde tayin, terfi ve atamalarla ilgili usulsüzlükler tespit edilmiş.
Torpille işe alımlar gerçekleştirilmiş.
*
Tabloya bakınca
CHP’li seçmen için bunlar iyi günler denilebilir.
Saç baş yolduracak gelişmelerin yaşanması sürpriz olmaz.
*
Kurultayın iptal olma olasılığı masada.
Gelen ilk bilgilere bakılırsa İhtimal hiç de düşük değil
*
Peki, kurultay iptal olursa ne olacak?
Kılıçdaroğlu geri mi dönecek?
*
Edindiğim bilgi hayır.
Dönmeyecek.
*
İtibarını geri alacak.
Yani iade-i itibar yapılacak.
*
Sonrada Kılıçdaroğlu kendi isteği ile çekilecek.
Aday da olmayacak.
Not 14: Hizmet sektöründeki yüksek enflasyonu ben farklı bir sebebe bağlıyorum. Birçok kişi artık ev, araba alamayacağını düşünüyor (Pek de haksız değiller). O bakımdan 40 bin TL nakidi olan yiyip, içme peşinde. Fiyatları da pek umursamıyor. 300 TL olmuş, 500 TL olmuş fark etmiyor.
Not 15: Kutlarken 8 Martı dünya kadın emekçileri
Söz veriyorum
Tüm dünyada ödenene kadar alın teri
Susmayacağım
Sözcükler boğsa da beni.
Not 16: Artık, utanıyor kediler
bir çöplükten beslenmeye.
Not 17: Benim bir köyüm olmadı.
Hiçbir şehir karlı sokaklarıyla bana
Pazen gecelik giymiş bir anne gibi sarılmadı.
İstanbul'u evlat edinsem
Benimsemezdi nasıl olsa otuz yaşında bir anneyi
Yüzyıllarca yaşamış bir çocuk olarak.
Mütemmim cüz olamadım hiçbir aşka Pollyanna
Bir kitaba bir cüz olamadım.
Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim.
Hiçbir bulmacayı tamamlayamadım.
Bir kediyi okşasam ellerim yumuşardı
Biri okşasam bir yumuşardı
Bire“BİR” olamadım.
D. M.
Not 18: Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın çocukları sayıca arttı ve bu iki insanın soyu kalabalıklaşmaya başladı. İlk kavga, ilk cinayet derken insanlık ilk tufanla da tanıştı ve Hz. Nuh’un kavmi yerle yeksan oldu. İlk insandan bu yana milyarlar, belki trilyonlarla ifade edeceğimiz insan, dünyayla tanıştı; bazılarının süresi kısa bazılarının uzun, sonuç itibariyle dünyayı gördü ve gitti.
Dünya bugüne kadar çok iyiyi de çok kötüyü de bağrına bastı, görevini layıkıyla yaptı. Gelip gidenlerin arasında geriye önemli miras bırakanlar olduğu gibi mirasyedilerin sayısı da azımsanmayacak kadar fazla. Bugün istifade ettiğimiz birçok nimetin buluşu, ortaya çıkışı akşamdan sabaha olmadı elbette. Çileyle, sabırla, büyük emekler sonunda ortaya çıkan birçok icat, buluş, modern dünyada alelade kullanılmaktadır. Uçak, otomobil, tren, telefon, internet, elektrik ve daha neler neler…
Edison’u lambayla, Alexander Graham Bell’i telefonla, Wright kardeşler’i uçakla tabi Vecihi Hürkuş’u da anmadan geçemeyeceğim. Tim Berners Lee ve Vinton Cerf’i internetle anıyoruz ve bu isimler bu buluşlarla tarihe isimlerini nakşederek dünyadan çekip gitti. Tabi geriye büyük bir miras bırakarak ayrıldılar aramızdan.
Medeniyetlerin inşası da öyle kolay olmadı elbette. Bugün dünyanın birçok noktasında yapılan kazılarda, binlerce yıl öncenin sanatına şahitlik ediyoruz. Zor şartlarda, ağır yükü sırtlanan o dönemin insanları bugünün insanına adeta ders vermiş. İmkânsızlıklar içinde imkan bulup önemli eserler ortaya koyan çağlar öncesinin insanı, bugünün hazırcılarına bıraktıkları mirasla insanın azim ve kararlılığına dikkat çekmiş adeta.
Peki, biz, bugün dünyada yaşayanlar, yarına ne bırakacağız? Neyin peşindeyiz ve neyle meşgulüz? Bir hedefimiz var mı? Kafa yorduğumuz meseleler günlük, malayani işler mi yoksa geleceğe yönelik mi düşünüyoruz? (Bunları herkes kendi dünyasında düşüne dursun.)
Not 19: Fransızların Jean Paul Sartre diye büyük filozofu var. Varoluşçu felsefenin zirve isimlerinden biri… 1950’yi yıllarda ülkesinin Cezayir politikasını acımasızca eleştirir. Devlet Başkanı Charles De Gaulle’ye demediğini bırakmaz. Tepkisini eyleme de dönüştürür. Paris sokaklarında Fransa’nın Cezayir’i işgalini kınayan, Gaulle’ü protesto eden bildiriler dağıtır. Gösterilerin başında o gelmektedir.
Fransız Hükümeti Sartre’den rahatsız olur. Bazı hükümet yetkileri gözaltına alınmasını ve tutuklanmasını ister. Kurşuna dizilmesini talep eden bile çıkar. De Gaulle arkadaşlarının istekleri karşısında kükrer, ‘Hayır!’ der ve tarihe geçen o meşhur sözü söyler; “Sartre Fransa’dır…” Siyaset adamlarınının politikalarına karşı çıkan, protesto eden isimlere karşı ‘hoşgörülü’ davranmaları kolay değil. De Gaulle kolay olmayanı seçer ve Sartre’yi Fransa ile eşitler.
Sartre’nin şu veciz cümlesini unutamam: “Yapayalnızım ama şehrin üzerine yürüyen bir ordu gibiyim.” Bana Cahit Zarifoğlu’nun “Sanki dünya kaldırıp vuracağım bir gürze gebe…” mısrasını hatırlatır.
Edip Akbayram’ı ekranlarda ne zaman izlediniz? Ben düşünüyorum, çıkaramıyorum. Ekranlar ona kapalıydı. O da ekranlara kendisini kapattı. Küstü, kendi dünyasına çekildi. Ne röportaj verdi, ne de televizyonlarda için şarkı türkü söyledi. Sadece Edip Akbayram mı ekranlardan uzak kalan?
Bu ülkenin Sezen Aksu gibi dev bir sanatçısı var. Ekranlarda, sayfalarda ismini ve sesini ara ki bulasın… O da kendi köşesine çekilen sanatçılardan biri. Neden sorusunun cevabı çok basit; ‘muhalif’ olduğu için… Daha birçok isim sıralamak mümkün.
Ahmet Kaya hayatını sürgünde kaybetmedi mi? Neden çok sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kaldı? Çünkü hayatı tehlikedeydi. Linçle yüz yüze gelmişti.
Mahzuni Şerif’in ‘Geri Gel Ahmet…’ türküsünü dinlerim zaman zaman. Der ki: “Çok canlar yedin oy aney / Doymak bilmedi gurbetin uzaklığı / Nice çiçeğe hazan vurdu / Bu acı bir kara düzenin tutsaklığı… Vatandan öteye yığıldı bunca dertler / Hasrete gömüldü gittiler / Mustafa Suphiler, Nazım’lar / Yılmaz’lar Selahattin Ali’ler / Ve de Ahmetler… Ahmetler..” Dinlerken insanın yüreğinin titrememesi mümkün mü?
Evet, Edip Akbayram da göçtü bu dünyadan. Büyük bir ses sustu. Şarkıları, türküleri öksüz ve yetim kaldı. Muhalif olmanın hem güçlüğünü yaşadı, hem de fiyakasını…
Belki ‘Edip Akbayram Türkiye’dir’ demek zor fakat sesiyle, sözüyle bu toprakların acılı ve mahzun bir çocuğuydu. Öz yurdunda bir ‘garipti’. Sanki kendi türküsünü söyledi: “Hızlı hızlı giden yolcu / Bu mezarda bir garip var / Bak taşına acı acı / Bu mezarda bir garip var / Kurumuş yeşil otları / Toprak olmuş umutları / Gökte mavi bulutları / Bu mezarda bir garip var…”
O mezarda bir garip Edip Akbayram var…
Not 20: Erbakan’ın siyaset öncesi son görevi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanlığıydı. TOBB’da önce sanayi dairesi başkanlığına getirilmiş (1966), sonrasında genel sekreter yapılmış ve yönetim kuruluna alınmıştı. O görevi sırasında bütün Anadolu’yu dolaşıp ticaret ve sanayi erbabının desteğini alarak Odalar Birliği başkanlığına seçilmişti (1969).
Ne yolculuk ama…
Aynı sınıfları paylaştığı İstanbul Teknik Üniversitesi’nden (İTÜ) arkadaşı Erbakan’ı TOBB’a gönderen de, TOBB’daki yükselişinden rahatsız olunca yolculuğunun önünü kesen de dönemin başbakanı Süleyman Demirel’di.
Şimdilerde CHP’nin son kurultayı ile ilgili soruşturma açıldı ya, konuyu izlerken, zihnime hep Erbakan’ın başkan seçildiği TOBB’tan kaba kuvvetle gönderilişinin fotoğrafı geliyor.
TOBB başkanlığına, örgütün 25 Mayıs 1969 tarihinde yapılan kongresinde seçilmişti Erbakan, 8 Ağustos 1969 tarihinde görevi bir mahkeme kararıyla sona erdi.
Anadolu Ajansı’nın özetinden olayı aktarayım:
“Odalar Birliğinde aktif dönem geçiren Erbakan, Anadolu sermayesini desteklemek için çalıştı. Geçersiz sayılan Odalar Birliği Başkanlığı seçimi Danıştay’a taşınınca, Erbakan, bu görevinden Ankara Valiliği’nin emriyle uzaklaştırıldı. Bu karar, Erbakan'ın siyaset yolculuğunu başlattı.”
Benzerliği herhalde görmüşsünüzdür.
O günlerin gazeteleri, Erbakan’ın başkan seçildiği andan, mahkeme üzerinde baskı uygulayarak görev süresini kısaltmış olan hükümetin, dönemin Ankara valisini kullanarak uygulattığı zor kullanım yöntemiyle kovulduğu ana kadarki gelişmeleri, bir macera romanı heyecanıyla aktarmıştı.
Erbakan son ana kadar direndi; polisler kendisini koltuğuyla birlikte TOBB binası dışına çıkarmak zorunda kaldılar.
Zihnimdeki fotoğrafta, Erbakan, yakın kadrosu ve polisler, TOBB binası önünde görülüyor.
Fotoğraf zihnimde kazılı olduğu için, CHP kurultayı ile ilgili açılmış adli soruşturmanın, yıllar önce Danıştay kararıyla Erbakan’ın TOBB başkanlığından uzaklaştırılmasına benzer bir olaya kadar varıp varmayacağını düşünmeden edemiyorum.
Not 21: Hacı Bayram Veli’nin şu ilahisiyle kimin kalbi uçuşa geçmeyebilir ki…
"/N'oldu bu gönlüm n'oldu bu gönlüm
Derd-u gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm/"
Bu uhrevi melodiler, yaşadığımız dünya gerçekliğinin ötesini çağrıştırdıkları derin bir teselli duygusu sunar. Ruh dünyamızı zenginleştiren bu melodilerin hassas notaları havada dalgalandıkça, yaralı kalplerimiz göksel duyguların kucağında zengin bir şifa iklimiyle yeni bir hayat bulur adeta…
Manevi iklimin zirvesinde dolaştığımız Ramazan ayı gibi diriliş zamanlarında bazen bir ilahinin kalbimizi titreten melodileriyle, bazen de bir opera şarkısıyla kalp yolculuklarına çıkarız. İşte Andrea Bocelli’nin “Time To Say Goodbye” şarkısı bunlardan biridir.
Andrea Bocelli'nin "Con Te Partirò" (Elveda Deme Zamanı) adlı eseri, kalbin yolculuğunu ve yeni bir başlangıçtan önceki vedayı anlatan bir İtalyan baladıdır. Bocelli'nin güçlü tenor sesi, şarkının dramatik orkestrasyonuyla birleşince, adeta dokunaklı bir ayrılış ve umutlu bir dünya yaratır içimizde.
“Time To Say Goodbye” şarkısı, yıllar geçse de unutulmayacak kadar güçlü bir etkiye sahip. Sözlerinde “Vedalaşma zamanı geldi, her yeni başlangıç bir başka sonun habercisidir” ifadesi yer alıyor. Bu sözler, hayatın döngüsüne ve her şeyin bir sonu olduğuna işaret ederken, aynı zamanda yeni başlangıçların da mümkün olduğunu hatırlatır.
Not 22: İslam’ı ilk kabul edenleri hatırlayalım. Toplumun en zayıf katmanlarında bulanan üç insan profiliyle karşılaşırız. Çocuk, kadın ve köle. Hz. Ali, Hz. Hatice ve Hz. Zeyd.
Hazreti Peygambere inanan ilk üç kişi.
Neydi acaba o ruhları Hz. Peygamberin dünyasına sokulmaya iten?
“İslam garip olarak başladı, ileride yine garip olacaktır, ne mutlu o gariplere” diyor hadis-i şerif.
Bir garip hikâyedir Âdem. Cennetten gurbete düşmüştür. Dünya gurbetine. O dünya sürgününü içinde yaşar. Yabancı bir diyarda geldiği yere dönme hasretiyle...
Her şey aslına rücu eder.
Hz. Ali, Hz. Hatice ve Hz. Zeyd’in hürmetle ellerinden öperim.