Milton Friedman Üstad zamanında şöyle buyurmuş: Enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur. Çünkü o, ancak mal ve hizmet üretiminden daha fazla artan para miktarı ile ortaya çıkar. Kesinlikle katıldığım önerme.

Enflasyon klasik tanımıyla, fiyatlar genel seviyesinin sürekli olarak artışıdır. Bu tanıma göre, sadece belirli bir grup ürünün fiyatının artması veya tüm mal ve hizmetlerin fiyatlarında tek sefere mahsus artış yaşanması yeterli değildir. Yükseliş hem genel (tüm fiyatlar için geçerli) hem de sürekli olmalıdır.
Tersinden tanımlayacak olursak enflasyon, para biriminin mal ve hizmetler karşısında alım gücünün sürekli düşmesidir. Yani, para biriminin mal ve hizmetlere kıyasla değer kaybıdır. Peki enflasyon neden oluşur? Değişim (mübadele) denklemi, enflasyonun sebebini anlamakta bize yardımcı olabilir.

Paranın Miktar Teorisi ve Enflasyon

Değişim denklemi şu şekildedir:

M x V=P x Q (1)
M: Para arzı (ekonomide mevcut bulunan toplam para miktarı)
V: Paranın dolaşım hızı (paranın mal ve hizmet alımında el değiştirme sıklığı)
P: Genel fiyat seviyesi (tüketici fiyat endeksi, üretici fiyat endeksi, milli gelir deflatörü vb.)
Q: Toplam çıktı (ekonomide üretilen toplam mal ve hizmet hacmi)

Değişim denklemi tanım gereği doğrudur. Denkleme göre, bir dönem boyunca mal ve hizmetlerle değiştirilmek için harcanan paranın toplam değeri (MxV), para ile değiştirilen mal ve hizmetlerin toplam parasal değerine eşittir (PxQ). Bir başka açıdan, toplam para arzı ile toplam (nominal) milli gelir birbiriyle doğrudan ilintilidir.
Parasalcı iktisatçılar (monetaristler), değişim denklemi üzerinden Paranın Miktar Teorisi’ni geliştirmiş ve para arzı ile genel fiyat seviyesi arasında güçlü bir ilişki olduğunu öne sürmüştür. Paranın yansızlığı kuramı, miktar teorisine temel oluşturur. Buna göre, uzun vadede para arzındaki (M) değişim, ekonomide reel değişkenleri yani üretilen mal ve hizmet miktarını (Q) değil sadece nominal değişkenleri yani fiyatları (P) etkiler. Daha basit bir ifadeyle, aynı sayıda mal ve hizmete karşılık daha fazla para basılması bir süre sonra sadece fiyatları yükseltecektir.

Enflasyon kontrol edilemez boyuta ulaşınca, daha doğrusu 3 haneli rakamlara doğru koşmaya başlayınca, bu sefer hiperenflasyon esir almaya başlar denklemde.

Hiperenflasyon süreçlerinde en temel olgu para arzının para talebine göre çok daha hızlı artması ve para piyasasında sürekli bir arz fazlası durumunun bulunmasıdır. Bu durumda yabancı paralara karşı yerli paranın değeri hızla düşmeye başlar. (Yani kurlar hızla yükselir.) Enflasyondan hiperenflasyona geçişin temel göstergesi hızla değer kaybeden paradan bir an önce kurtulmak için ekonomide genel bir harcama artışı çılgınlığının başlamasıdır. Para o kadar hızlı değer kaybetmektedir ki, bir gün bile elde nakit tutmanın paranın satın alma gücünde tahammül edilemeyecek bir değer kaybına yol açacağı algısı genelleşmiştir. Bu yüzden, hanehalkları ellerinde nakit para tutmaz, bu da paranın dolanım hızını arttırırken krizi derinleştirir.  

Hiperenflasyon sürecinin en temel göstergelerinden biri de paranın değer saklama birimi olarak fonksiyonunun ortadan kalkmasıdır. Yani bu durumda yerli para cinsinden tasarruf araçlarına talep düşer. İnsanlar hızla tasarruflarını altın ve gümüş gibi kıymetli madenlere, Dolar gibi kuvvetli rezerv paralara ya da gayr-ı menkul gibi reel varlıklara transfer ederler. İktisadi aktörlerin tasarruf aracı olarak mevduat ve nakit paradan çıkması temel kural olmakla birlikte, hangi varlıklara yönelecekleri duruma göre değişir. Gayr-ı menkul gibi reel aktiflere yönelim olursa, bu varlıkların fiyatlarında aşırı spekülatif artışlar olabileceği gibi, aynı durum altın ve gümüş fiyatları için de geçerlidir. Ancak dışa açık ekonomilerde tipik olan durum yabancı paranın, özellikle sağlam para kabul edilen (Avro ve Dolar gibi) rezerv paraların kurlarının yukarı fırlamasıdır.  

Hükümetler bir hiperenflasyon sürecinde, çoğunlukla, hiperenflasyonun temel sebebi olan limitsiz parasal genişlemeyi durdurmak yerine, fiyat kontrollerini, mevduat ve kredi kontrollerini, kambiyo rejimini bozarak dövizli işlemleri sınırlandırmayı tercih ederler. Çünkü parasal genişlemeyi durdurmak ani bir fren etkisiyle kendilerini yüksek fiyat artışlarını uyarlamış kredi piyasalarını ve ticareti de durdurur. Bu ise oy ve iktidar kaybı anlamına gelir. Fiyat, ücret ve kur kontrolleri ya da kredi sınırlandırmaları ile hiperenflasyonu önleyebilmek mümkün değildir. Bu açık ekonomilerde yüklü miktarda “sermaye kaçışına” yol açarken, yerli tüketicilerin satın alma gücünün de aşırı düşmesine yol açar. Yani reel talep düşer. Öte yandan fiyatlamanın hiçbir rasyonel davranışla bağlantısının kalmadığı, kredilerin kısıtlandığı bir durumda üretim yapmak da kârlı olmaktan çıkar. Bu da reel milli gelirin düşmesi ile krizi daha derinleştirir. 

Hiperenflasyonda ortaya çıkan başlıca sonuçlar şöyle özetlenebilir:

• Sabit getirili tasarruf araçları yani kamu sektörü ve özel sektörü mevduatları ile sabit ödemeli borçlar reel değer kaybeder.
Yüksek enflasyon veya hiperenflasyon süreçlerinde ödeme taksitleri önceki bir tarihte sabit olarak belirlenmiş yerli para cinsinden borçlar ve yine getirileri önceki bir tarihte sabit olarak belirlenmiş yerli para cinsinden mevduatlar fiyatlar hızla arttığı için hızla reel değer kaybına uğrar. Gelirleri enflasyon kadar artabilen kurumlar (başta devletin Hazinesi olmak üzere) ve bireylerin borçlarının gelirlerine oranı hızla düşer. Aynı şekilde servetlerini yerli para cinsinden mevduat ve tahvillerde tutan bireylerin de servetleri artan enflasyonla hızla erir. Hiperenflasyonun belki de tek faydalı tarafı burada ortaya çıkar: Devletin iç borçları zamanla sıfırlanır. 

• Altın, gümüş gibi kıymetli madenlerin, gayr -ı menkullerin ve hisse senetlerinin fiyatları hızla artar.
Yüksek enflasyon veya hiperenflasyon süreçlerinin ayrıcı bir noktası da servetlerini hisse senedi veya altın gibi kıymetli madenlerde tutanların kazanmasıdır. Bunun yanında gayr-ı menkul fiyatları da enflasyonun üstünde artar. Bunun sebebi gayr-ı menkul fiyatlarında aşırı spekülâtif balonların oluşmasıdır. Gayr-ı menkulün temel değeri zaten enflasyon kadar artacaktır, ama enflasyonun altında kalan faizler gayr-ı menkullerin beklenen değerini de arttırır. Öyle ki gayr-ı menkulün cari değeri temel değerinin çok üstüne çıkar. Kira çarpanı artık işlemez bir kriter haline gelir. 

• Açık ekonomi şartları altında bütün tasarruflar rezerv para birimlerine (yani Dolar veya Avro’ya) yönelir ve döviz kurları sürekli artış eğiliminde olur.
Eğer yüksek enflasyon veya hiperenflasyon süreci açık ekonomi şartları altında gerçekleşmişse, o zaman, iktisadi aktörlerin kendilerini korumak için sağlam gördükleri yabancı para cinsi nakde ve tasarruf hesaplarına dönmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu para birimlerinin yerli para cinsinden fiyatları hızla ve enflasyonun üstünde artmaya devam eder. 

• Ekonominin genelinde yerli paraya güven sıfırlanır ve servetler ya altın ve gümüş gibi kıymetli madenler, ya gayr-ı menkul ya da rezerv paralara (Dolar ve Avro) çevrilir.Bu durumda, günümüzde, özellikle Dolar ve Avro cinsinden hesaplara talep artmaktadır. Yüksek enflasyon kalıcı hale gelir ve yerli paranın güvenilirliği halkın gözünde sıfırlanırsa artık yerli paranın bir tasarruf aracı olarak işlevi ortadan kalkar. Bu olguya literatürde “dolarizasyon” adı verilmektedir. Yabancı paraların dışında iktisadi aktörler servetlerini korumak maksadıyla altın gömüleyebilir ya da ihtiyaç fazlası gayr-ı menkul biriktirebilirler. Altın gömülenmesi ya da iddiharı, iktisadi aktörlerin evlerinde, yastık altında ya da özel kasalarda altın stoklaması anlamına gelir. Bu tasarruflar bankacılık ve finans kesimi dışında kayıt dışı kalırlar ve dolayısıyla kredi ve yatırıma dönüşmezler. Gayr-ı menkul talebindeki artış da fiyatlarda oluşan spekülatif balonu daha da destekler.

• Açık ekonomi ve serbest kambiyo rejimi şartlarında artan belirsizlik sebebiyle yabancı sermaye ülkeden kaçar.Şu ana kadar bahsettiklerimiz yerleşik iktisadi aktörlerin davranışlarını açıklamaya yönelikti. Eğer yüksek enflasyon veya hiperenflasyon koşulları kalıcı hale gelirse yabancı yatırımcılar için ülke artık yatırım yapılamayacak kadar riskli hale gelir. Bunu kısa sürede büyük miktarda sermaye kaçışı takip eder. Eğer Merkez Bankası müdahale etmezse sermaye kaçışı kurların anormal bir şekilde yükselmesine yol açar. Doğal olarak kur artışı enflasyonu daha da körükler. Öte yandan, kur artışını önlemek için Merkez Bankası döviz satarsa, bu da, Merkez Bankasının rezervlerini tüketebilir, takiben sisteme olan güven daha da düşer ve paranın dolanım hızındaki artışla birlikte enflasyon daha da artar. 

• Reel ücretler artan bir hızla düşer, sabit gelirli emekçiler hızla yoksullaşır ve bu zaman içinde iç talebin daralmasına yol açar.
Bütün enflasyon süreçlerinin en belirgin etkisi üretken sektörlerdeki (tarım ve yüksek katma değerli sanayi) girişimciler ile sabit gelirli memur ve işçilerin gelirlerinin satın alma güçlerinin hızla düşmesi, bu kesimlerin yoksullaşmasıdır. Bununla birlikte döviz cinsi servet ve gelir sahipleri, gayr-ı menkul sahipleri, toptan ve perakende tüccarlar, turizmciler, rantiye ve istifçiler daha da zenginleşir. Bu etkiler yüksek enflasyon ve hiperenflasyon süreçlerinde daha da katmerli hale gelir. Sonuçta gelir dağılımındaki adaletsizlik kalıcı hale gelirse ekonomideki iç talep de uzun dönemde hızla küçülür. Eğer iç talepteki düşüş dış taleple (yani ihracat artışı ile) ikame edilmezse ekonomi büyük bir krize girebilir.

• Üretken sermaye yatırımları durur..Bu şartlar altında kimseden üretim yapıp istihdam arttırmasını bekleyemezseniz. Doğal olarak üretken sektörlerde yatırım hızla yavaşlar. 

Gördüğünüz gibi hiperenflasyonun tek faydası devletin ülkede eksi reel faiz uygulaması sonucu iç borçlarının enflasyon karışında erimesi ve devlet gelirleri enflasyon oranında arttığı için (millet çılgınca eline geçeni harcamak zorunda olduğu için) bütçe açığı değil bütçe fazlası verilmesidir. Ülkenin son 40 yılı gözlemlendiğinde Türkiye'de birkaç yıl hariç reel faiz her daim “eksi” olmuştur. Bugünlerde de “eksi faiz” konusunda dünya şampiyonuyuz. “Eksi faiz” tasarruf sahiplerinden alınan bir vergidir. Yani devletin gideri değil geliridir. Kamu borcu stokunu “reel” olarak azaltır.  Türkiye ekonomisinin kronik sorunu “iç (bütçe) açık” değil “dış (cari) açık”tır. Dış açık da tasarruf açığından değil, tüketim fazlasından doğmaktadır. Derdimiz TL'li tahvillerin veya Kur Korumalı Mevduat'ın kur farkları değil, dövizli dış ve iç borçların dövizli faizidir. Ben sadece AK partiden değil “Altılı Masa” dan da döviz açığı sorununa çare bulmasını bekliyorum.

Son olarak şunu söyleyeyim: Yaklaşık bir yıl içinde olacak seçimlerde Türk seçmeni artan enflasyon, hiperenflasyon, işsizlik, ciddi olarak düşen reel gelir, ülkenin kaynaklarının verimsiz kullanılması nedenleriyle iktidarı cezalandıracaktır. Güvenlik politikaları marjinal seçmen üzerinde belirli seviyede etkin olsa da ekonomi önümüzdeki seçimlerde belirleyici faktör olacaktır.

Muhalefetin ekonomiyi konuşması gündemde tutması ya da bunu yaparken ne kadar başarılı olduğu önemli değildir çünkü seçmen ekonomik durumu yaşamakta, artan enflasyonu, düşen reel gelirini ve alım gücünü gözlemlemekte ve artan ekonomik belirsizliği görmektedir. Kanımca muhalefetin yapması gereken AKP politikaları sonucu ülkenin kaynaklarının verimsiz kullanılmasını, Türkiye ekonomisinin temeli olan serbest piyasa ekonomisi ilkeleri ve kuralları dışına çıkan, ekonomi bilimi ile ters düşen saçmalıkları ile ekonominin temeline dinamit döşeyen iktidarı kamuoyuna ısrarla ve tekrarla anlatması, hatırlatmasıdır. Mevcut ekonomik krizin adı “Erdoğan Krizi”dir ve kahvede, sokakta, camide, yolculukta, tatilde ekonomik krizi konuşan seçmenler Erdoğan Krizi ifadesini kullanmasa da aklından geçirecektir. Erdoğan Krizi Erdoğan’ı demokratik seçimlerde iktidardan düşürecektir. Daha iyi bir gelecek, iyi bir yaşam standartı, ekonomik büyüme ve ekonomik istikrar isteyen Türk seçmeni iktidarı değiştirecektir.

Not 1: Bir süredir hastahanede bakım altında tutulduğu kulağıma gelmekte olan Rasim Özdenören edebiyatla ilgilenen herkesin bildiği bir isimdir. Ülkemizin en iyi öykü yazarları arasında yer alır. Sayısız öykülerinden birkaçı televizyona da aktarılmıştır. 

Siyasette son zamanlara kadar ağır sorumluluklar üstlenmiş, bir dönem kendisi de orada hizmet vermiş bir dostumun “Siyasi hayatımda yaptığımız en büyük hataydı” sözüyle bu iktidar döneminde işlevine son verilmesini yanlış bulduğu Devlet Planlama Teşkilatı’nda (DPT) müsteşardan sonra en önemli görev yeri olan genel sekreterlikten emekli olmuştu Rasim Bey.

İkiz kardeşi şair ve deneme yazarı Alaeddin Özdenören onu hüzünlere sevk ederek Rasim ağabeyden çok önce aramızdan ayrılmıştı.
Şimdi de onu kaybettik.

Bütün yakınları, dostları ve kendisini tanıyanların duydukları derin acıyı paylaşıyorum. 

Allah rahmet eylesin. Maalesef her ölüm erken ölümdür. Bir dörtlükle uğurlayalım:

Edebi maveraya hasredip yıllarını
Ebedi maveraya uzattı kollarını
Güllerin kan kırmızı gözyaşları
“Başları ucunda hece taşları…”

Not 2: Herkes akıp giden o zamana mağlup olmak üzere yaratılmıştır. Zaman kaderin kendisidir. Kader de zamanın kendisi.

Not 3: Dostun gerçeğinde elin cebine gitmez. O sana bir hesap ödetmez ve herkese "Onu değil beni bil" der. Sevgilinin gerçeği de böyledir. Onu değil beni bil. Senin bir konuşma yapmana gerek kalmadığı yerde. İşte o yerde hiç unutulmayacak derin bir aşk başlar.

Not 4: İşsiz diş hekimleri, aramıza hoş geldiniz.
2017’de Türkiye’deki diş hekimliği kontenjanları 2007’ye göre 4 katına çıkarıldı.
Özel muayenehane açmak için 200-300 bin liraları yoksa (belki daha fazla), DUS’ta başarılı olamazlarsa (kontenjanlar düşük) Allah yardımcıları olsun.

Not 5: Cumhurbaşkanımız açıkladı:

Tıp ve Diş Hekimliği Fakültelerinin son sınıflarında okuyan, kurum personeli gibi mesai yaparak, nöbet tutarak çalışan, bilfiil hastalarla ilgilenen İntörn hekimlere ve diş hekimliği son sınıf öğrencilerine asgari ücret tutarı kadar ödeme yapılacak.

Vay be.

Bizim zamanımızda 12 aylık intörnlük boyunca 5 kuruş ödenmiyordu.

Sadece yemek kartı veriliyordu.

Nereden nereye!

Tabii bu arada asgari ücretle geçinmeyi erkenden öğrenmeye başlarlar. Bu da artı faydası.

Not 6: İncir çıkmış meydane, kilosu 158 TL yazmış bizim manav. Güler misin ağlar mısın? İncir nedir, nasıl yenir, nasıl yetişir, 1 kilo alabilmek için neler yapabilmeli, diye sormadan edemiyor insan. Kısaca AK parti. ocağımıza incir ağacı dikti…

Not 7: Merkez Bankası verilerine göre 1-14 Temmuz dönemini kapsayan iki haftalık süreçte pariteden arındırılmış döviz mevduatı artışı 3.6 milyar dolar oldu. Yabancı para mevduatların payı yüzde 54.6 olarak hesaplandı. Kapalıçarşı’da altın ve döviz işiyle uğraşanlara sorduğumuzda da bayram tatili dönemi ve hemen ardından dövize yönelik bir talebin oluştuğuna dikkat çektiler. Yaz ortasında döviz pazarını hareketlendiren ne oldu acaba?

Not 8: Gurbet icat iden görmesin cennet.
(Karamanlı Rum türküsü)

Not 9: AKP Trabzon Milletvekili Bahar Ayvazoğlu, Arap ülkelerinden bölgeye gelen Arap turistlerle ilgili sosyal medyadan yükselen tepkilere: Yılların emeğini bir avuç kötü ve art niyetli ırkçıya, vatan hainine yedirmeyiz. Buna sessiz kalmayız herkes bilsin, herkes ayağını da denk alsın.

Not 10: Hilafet isteyen gerici imam, kadınları hedef aldı: Sokaklar kasap dükkanı gibi, et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor. 

Not 11: Cidden her şey kontrolden çıktı...İstanbul Sur içine 30-35 KM uzaklıkta olan bir semtte daire fiyatı 14.250.000...Arkadaş ne oluyor, nereye gidiyor bu durum! Genç nesile cidden üzülüyorum...Ne suçları vardı da böyle bir döneme denk geldiler...

Not 12: Arjantin’de crawling peg adı verilen sabit döviz kuru sistemi uygulanmakta ve bu sisteme göre pesonun bir bant içerisinde belirli bir oranda dalgalanmasına izin verilmekte. Bu sabit döviz kuru sisteminde Arjantin’de resmi dolar kuru 22 Temmuz 2022 itibariyle 129 peso. Guzman’ın istifası sonrasında ise karaborsada geçen hafta 1 dolar 300 pesoyu geçti. Böylelikle resmi kurla karaborsa değeri arasındaki fark tarihi seviyede açıldı. Aradaki bu farkın kapanması için bazı iktisatçılar yerel para biriminin sert bir şekilde devalüe edilmesini öneriyor.

Doların karaborsada resmi kurdan bu kadar uzaklaşmasında, dünya genelinde değer kazanmasının etkisinin yanı sıra Arjantin’e özgü nedenler de oldukça önemli rol oynadı. Arjantin’de enflasyonun yüksekliği, rezervlerin yetersizliği, bütçe dengesinin oldukça bozulmuş olması ve Arjantin tarihinin vazgeçilmezi politik istikrarsızlıklar, pesonun değer kaybında oldukça etkili oldu. Kronik enflasyon sorununun yüksek olduğu Arjantin’de fiziki dolar bulmak da zorlaşınca haneler ve işletmeler ihtiyaçlarını karşılamak için karaborsaya yöneliyor. Tüm bu sorunlar neticesinde de resmi döviz kuru ile karaborsadaki döviz kuru arasındaki makas gittikçe açılıyor. Böylelikle resmi döviz kuru ülke ekonomisinin gidişatına paralel şekilde karaborsadaki kura göre oldukça yetersiz kalıyor.

Not 13: Genel savaşta (2. Dünya Savaşı) güvenlik politikaları Amerikan seçmenini iktidar partisine desteğe yönlendirirken, uzayan ve bütün başkanlık dönemine yayılan sınırlı savaş (Vietnam Savaşı) muhalif partiye yönlendiriyor.

Not 14: Orta sınıfların daralması, gelir adaletsizliğinin en net göstergelerinden biri. Nüfus giderek çok zenginler ve çok yoksullar olarak iki uca doğru yığılıyor ve bu da büyük siyasi kırılmalar için bir potansiyel birikmesine neden oluyor.

Not 15: Erdoğan iktidarının ilk dönemlerinde orta sınıfların alım gücü, ülkedeki kaynak bolluğuna paralel olarak, toplumun genel ortalamasıyla birlikte artış gösterdi. Kaynak bolluğu Türkiye’deki katma değer üretim artışından değil dünya genelindeki likit bolluğunun Türkiye’ye düşen payından oluşuyordu. AKP iktidarının Batı’dan aldığı siyasi destek yabancı finansmanın ülkeye yönelmesine de imkân tanıyordu. Dünya genelindeki iktisadi büyüme Türkiye’deki yeni ve eski orta sınıfların mülkiyet ve seyahat olanaklarını genişletti. 2010’larda Batı’yla yaşanan siyasi kopuş ise dış kaynağa bağımlı olarak yaşanan refah illüzyonunu da dağıtmaya başladı. Özellikle 2018’den itibaren Türk Lirası’nın değer kaybetmesinin ivme kazanmasıyla bu refah illüzyonunda yaygın bir kopuş yaşandı.Orta sınıfın ülke dışına çıkabilme olanaklarında keskin bir kırılma yaşandı ve kaderini Türkiye’nin genel durumundan ayırabilme, kendisi ve çocukları için alternatif bir gelecek yaratabilme fırsatı ortadan kalkmaya başladı. Neticede orta sınıflar, yaşadığı dramatik düşüş karşısında hızla siyasallaştı. Büyük bir ekonomik baskı altında yaşayan yoksul kesimlerden farklı olarak orta sınıfların siyasete dâhil olabilme ve sesini yükseltme olanakları daha genişti. Bu olanakları ne ölçüde kullanabildiği tartışılır, ancak bu potansiyel bile iktidar açısından tehlikeli görüldü. Bu nedenle özellikle 2018’de başlayan kriz (veya çöküş) ile beraber artık orta sınıfları ezme siyaseti büsbütün görünür oldu.

Bir-iki kuşak önce işçi-köylü-memur çocuğu olan, geçmişte az da olsa sınıf atlama imkânlarından yararlanabilmiş, sınıf atlamak için iyi bir eğitim almanın anlamlı olduğu dönemlerde eğitime yatırım yapmış, dini pratikleri olsa da olmasa da seküler bir yaşam tarzını benimseyip yaşatan kesimler AK Parti iktidarının tasfiyesinin muhatabı oldu. AKP bu kesimleri kayıp seçmen olarak gördü, dahası tasavvur ettiği dini referanslı despotik kapitalist model için bir engel olarak gördü. Bu nedenle yaşam alanlarını kısıtladı, içki zamları ve müzik saati sınırlaması gibi yöntemlerle kültürel pratiklerini baltaladı, yakın zamanda üniversite festivallerine ve konserlere getirilen yasaklarda gördüğümüz gibi kamusal alanlarını imha etmeye girişti. Türkiye’de ekonomik pasta küçülürken, kabaca orta sınıf olarak tanımlayabileceğimiz sosyo-ekonomik kesimleri bölüşüm ilişkilerinin dış sınırlarına doğru sürdü. Ekonomik çöküşün faturasını ağırlıklı olarak bu kesimlere yansıttı.

Saray iktidarının yaklaşık 10 yıldır hız verdiği ekonomik ve kültürel dönüşüm programı Türkiye’de orta sınıfın ilerici rolünü yeniden gündeme getirdi diyebiliriz. Orta sınıfların daralması, ülkede gelir adaletsizliğinin derinleşmesinin de en net göstergelerinden biri. Nüfus giderek çok zenginler ve çok yoksullar olarak tarif edebileceğimiz iki uca doğru yığılıyor ve bu da büyük siyasi kırılmalar için bir potansiyel birikmesine neden oluyor. Zenginleri daha zengin yapıp yoksulları ise geçici iyileştirmeler ve sosyal yardımlarla yaşam makinesine bağlı şekilde peşinden sürüklemeye çalışan Saray iktidarının yıkımı karşısında kentli orta ve alt-orta sınıflar hızla siyasallaşıyor.

Not 16: AK Parti’nin 20 yılda Türkiye’yi yılda büyüttüğü, geliştirdiği ve daha güçlü bir ülke yaptığı kanaatine bakalım. Evet, 2002 yılında AK Parti işbaşına geldiğinde kişi başına düşen milli gelir 3 bin 600 Dolar’dı, bugün ise 9 bin Dolar seviyesinde. Üç kata yakın artış var. Bunun bir başarı olmadığını kim söyleyebilir? Yine rakamlar söylüyor ne yazık ki. Dünyadaki rakamlar. Çünkü, 2002’de Türkiye kişi başına gelir sıralamasında dünyada 73. sıradaydı bugün ise 78. sıraya geriledi. Kime göre neye göre başarı!

Dünyanın ulaştığı ticaret, refah ve zenginlik seviyesine gözlerinizi kapatırsanız; başka yerlerde olan bitenden habersizseniz, “Eskiye göre çok iyiyiz” diyerek teselli bulabilirsiniz. Ama teselli karın doyurmaz. Payınız küçülür, ekmeğiniz azalır ve daha çok çalışarak daha az kazanmaya mahkum olursunuz. Hatta kulaklarınızı da kapatırsanız “Almanya, ne Almanya’sı bütün Avrupa bizi kıskanıyor” diye coşabilirsiniz. Ama o Avrupa’dan gelecek borç paraya mecbur olduğunuz gerçeği değişmez. Bizi kıskanan dünyanın açtığı krediler sayesinde ekonomiyi ayakta tutabildiğiniz gerçeği de… 20 yılda, borç hacmi de 129 milyar Dolar’dan 451 milyar Dolar’a yükseldi. Ne yazık ki, bu ağır borçla yaptığımız ve övündüğümüz yollar, köprüler ve binaların hazine garantisi de gelecek nesillerin hesabına yazılmaya devam ediyor. Kaynakların büyük kısmını inşaata yatırmamıza rağmen hala binalarımızı hazırlayamadığımız bir depremde başımıza gelebilecek felaket de öteki tarafta duruyor. Planlama ve strateji de böyle mükemmel!

Not 17: Bugün üniversite sınavlarında tercihler yapılıyor. Her aile evladının üniversite okumasını ister ve herkese üniversite vaadi oy kazandırır. İyi ama bir ülkeyi içeriden yıkmanın en temel yolu da işte budur.

Oy almak uğruna ülkeyi mi yıkacağız?

Herkes emekli olmak ister, iyi bir emekli maaşı almak ister. İyi ama ülkede genç nüfus gelmiyor. Son iki yılda 0-14 yaş grubu nüfus azalırken yaşlı nüfus hızla artıyor.

Emeklilik vaadi ile mi ülkeyi kurtaracağız.

Herkes kamuda iş bulmak ve hayatını garantiye almak istiyor. Ülkeyi tam da bu zihniyet batırmadı mı?

Özelde kim çalışacak? Kim üretecek?

Kamu gücünü şahsına kullanmak muhteşem bir şey... Polis olursun milleti döversin; hakim savcı olursun milleti içeri tıkarsın. İl amiri olursun çakar araba ile dolaşır durursun...

İyi ama millete kim bakacak?

İki öneri getirdim: 1-Görevi olmayan hiçbir kamu-siyasi yönetici çakar araba ile ayrıcalıklı yol kullanamasın. Millet nasıl trafikte bekliyorsa onlarda beklesin ki milletin sorunlarını çözsünler. 2- Kamu çalışanlarının ücretleri özel sektörün ortalama ücretine endekslensin. Özel sektör sürünürken kamudakiler sefalar sürmesin. Veya ücretler arttığında herkes o artıştan yararlansın. Kader birliği olsun...

Not 18: Kimse ev yanarken koltuk hesabı yapamaz.

Kimse ev yanarken öncelik hesabı yapamaz.

Kimse ev yanarken hayal satamaz...

Erdoğan 2002’de “elimizde sihirli değnek yok, kimse 500 gün bizden bir şey beklemesin” dediğinde oy kazanmıştı.

Ama aynı Erdoğan liderliğinde 2002’yi mumla arar olduk. Tarihi bir fakirlik yaşıyoruz ama asıl sorun bugün yaşadığımız bu yıkımdan daha öte yarın yaşayacağımız daha büyük yıkımdır. O nedenle muhalefetin bir an önce sen-ben yerine isimlerden ziyade ilkeleri belirlemesidir.

Ülkemiz yanıyor ve hepimiz bu yangının içindeyiz. Sadece yangını söndürmek çözüm değil, yakılan evi daha güzel ve günümüz şartlarına uygun yeniden yapmak gerekiyor.

Unutmayın ki artık eski gençlik günlerimiz de bitiyor... Yaşlı ve fakir ülke olmak istemiyorsak DEVRİMLERE geri dönmemiz gerekiyor.

Not 19: Dün gördüğüm bir haber üzerine. Haberde Amasya Taşova’da tam da yatağı değiştirilen nehir havzasının kenarında bulunan bir köye, Çambükü’ne yapılması planlanan Organize Sanayi Bölgesi’ne karşı çıkan köylüler ve kaymakam tarafından görevden alınması söz konusu olan muhtardan bahsediliyordu.
Köylülerin isyanı tarım yapacakları, hayvan otlatacakları alanların azalmasından ötürü. İstemiyorlar.

Onlar istemiyor ama birileri diretiyor.

Her yer fabrika olsa ne olacak?

Domates, pirinç, şeker pancarı üreten, hayvancılık yapan insanlar da fabrika işçisi olacak.
Onlar 5.500 TL’ye katma değeri düşük sektörlerde asgari ücrete (o da tabii herkes kayıtlı çalışırsa) mahkum işçiye dönüşürken biz de tarımdaki sorunları, gıda fiyatlarındaki artışı konuşmaya devam edeceğiz.

Son her sıkıştığımızda oradan buradan gıda ithal etmeye çalışacağız.

20 kilometre mesafede zaten olan olmuş. Zaten tarımsal üretimin can damarı suyun büyük kısmını insanların ellerinden almışsınız. Zaten bir sanayi var, isteyen oraya gidip çalışıyor.

Bırakın bari isteyen üretsin!

Sonra domates neden 30 TL oldu?

Sizce neden?

Bu sadece benim bildiğim bir hikaye, sizce böyle kaç hikaye daha var?

Not 20: Bir iş görüşmesine giden muhasebeci adayına patron sorar:
“İki kere iki kaç eder?”

Muhasebeci sağına soluna bakar, konuşmaya kimsenin tanıklık etmediğinden emin olduktan sonra cevap verir:
“Kaç olmasını istersiniz?”.

Fıkra bu ya bu cevap patronun hoşuna gider ve bu muhasebeciyi işe alır.

Bu fıkra bize şunu anlatıyor: Muhasebe kayıtları ve raporları standartlara bağlanmaz ve yeterince denetlenmezse, kayıtlar ve raporlar patronların isteğine ve meslek mensuplarının becerilerine göre şekillenir.