Hikâye kabaca şöyle: “İki yaşlı adam hastanede aynı odayı paylaşıyorlar ve biri cam kenarında, diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam, her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.
– Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgâr var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgârla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu, iki salıncak boş, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, el ele tutuştular, ne kadar da birbirlerine yakışıyorlar. Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış, her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar ne güzel de suya dalıyorlar, bugünkü yemeklerini arıyorlar.
Günler böyle geçip gidiyordu. Duvar kenarındaki hasta, diğerinin ne kadar şanslı olduğunu düşünüyor, onun yerinde olmayı arzuluyordu.
Bir gün cam kenarındaki hasta vefat etti. Odayı paylaştığı, şanslı diye düşündüğü arkadaşı artık yoktu ve onun yerine geçip artık her şeyi o görüp yanına gelecek kişiye o anlatacak, gün boyu dışarı bakıp sıkılmayacaktı. Hastabakıcılar, ölen yaşlı adamın yerine kendisini koymaya gelmişlerdi. Hemen yatağının yerini değiştirdiler, işte o günlerdir bakmak istediği manzarayı nihayet görecekti. Başını kaldırdı ve pencereden baktı, gördüğüne inanamadı… Sadece simsiyah bir duvar vardı. Arkadaşı, onun kararan ruhunu aydınlatmak için o siyahlık içinden hayat çıkarmıştı.”
Hikâye böyle bir şeydi. İnsan içinde ne biriktirir ne ile kendini doldurursa dünyasından sızan da o oluyor. Bu hikâyeyi, geçen Kemeraltı'nda kafede yol kenarında oturup gelip geçen insan selini izlerken gördüğüm bir manzara nedeniyle yeniden hatırladım. Heybende, gönlünde ne varsa diline de, işine de o sirayet ediyor.
Son söz: Türkiye'de insanlar uyur taklidi yapıyorlar, onları uyandırmak mümkün değil. Yıllardan beri Türkiye'de devletin çaresiz bırakılması işi uygulama alanı buluyor. Eğer birileri "Ben silahlarımı bırakmıyorum" deme gücü gösteriyorsa bu Türkiye'de devlet yok demektir.
İsmet Özel
Tadımlık: Kayık oldum daldım hüzün deryasına
Sertçe vurdu yağmur damlaları
Kemiğe dayanmadı bıçak gibi amma
Ruhumu dağladı..
Mustafa Akgül
Enteresan: Sus pay davasında suçlu bulunan Trump'a hakim işgal edeceği kurumun özelliği nedeniyle ceza vermedi. Belgelerde sahtecilik cezasından hükümlü olarak ABD başkanı olarak görev yapacak. İstisnai ve tarihi.
Hakikat: Los Angeles yanmış kül olmuş. Bir fakire çorba parası verirken 10 kere düşünen varsıllara mı üzülelim şimdi. Zenginin malı nasıl çenemizi yoruyorsa, Zenginin malının yok olması da aynı derecede çenemizi yoruyor. Tüm zenginler yeryüzünden bir günde yok olsa gram üzülmem.
Not 1: “Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum
Gelmiş dayanmış demir kapısına sevdanın
Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum”
(Sezai Karakoç)
Not 2: Bazen zamanın geçiş hızı karşısında hayretini gizleyemiyor insan. Bu kadar hızla geçen ve çoğunlukla hafızada bir yer tutmayan bir geçmişle ne yapacağız diye ürkmüyor değil insan! Bellek olmadan ne yapar insan? Elinde her anını kayıt altına aldığı aletlere ne kadar güvenebilir? Hadi her şeyi kayıt altına alıyor, hadi her şeyi yedekleyebiliyor. Peki vicdanı nasıl kayıt altına alıp yedekleyecek insan? Ruhumuzu da altüst ediyor bu hız. İnsanın biraz sekînete ihtiyacı oluyor, durmak ve duymak için. Neyi? Elbette kendini; ruhunu, dünyayı, sessizliği ve de zamanı. En çok da ne ile irtibatı kopmuşsa onunla irtibat kurmak için belki de sadeleşmek için. Ama insan, ne yaparsa yapsın iki şeyden kurtulmalı bir geçmişte kalmaktan, iki zamanın döngüsünde kaybolmaktan.
Not 3: Bazen arada gaflette bulunup, ‘nerede bu entelektüeller’ sorusunu sormanın da bir esprisi kalmadı. Sözün, düşüncenin namusunu korumak ağır bedelli bir yük haline geldiğinden belki de bu noktadan taviz vermeyenlerin sayısı bir elin parmağı kadar ya vardır ya da yoktur. Müthiş bir kısırlık içerisinde her şeyi bir kişinin iradesine emanet etmek gibi bir kolaycılıktan vazgeçilmiyor diye kimseyi suçlamanın da bir anlamı yoktur, olmamalıdır. Bu halin farkında olanların çürüme karşısında daha çok üretmek ve bu üretimleri çoğaltacak ortamları ve imkânları sağlamak gibi bir yükümlülüğü en azından tarihsel bir sorumluluğu olmalıdır. Bugün için değilse bile yarınlar için.
Not 4: Zombi, hayattan beslenen ama değer üretmeyen ölü sistemlerdir. Zombi girişimciler, devletin kaynaklarını emer ama onları değere dönüştürmez. Zombi şirketler, arar bulur teşvik sahibi olur ama onu amacına uygun kullanmaz ve kapına dayanıverir; “daha daha teşvik ver…”
Hollanda’da elindeki lale soğanıyla bankadan içeri giren biri, bankodaki görevliden kredi talep ettiğinde, derhal bunu alır. Zira görevli, lale soğanını bilir, yasalar bu kredinin nerede kullanılacağını bilir, banka yöneticisi de bu krediyle gidip dolar alınmayacağından emindir. Lale üretileceğini bilir.
Not 5: Şu güzel mısralar 19’uncu yüzyıl ozanlarımızdan Seyrani’ye ait; “Eski libas gibi aşıkın gönlü / Söküldükten sonra dikilmez imiş / Seyrani’nin gözü gamla yaş imiş / Meğer taşa tohum ekilmez imiş.” Teşviki doğru tohum ve doğru toprağa akıtmazsan, onu ziyan edersin. Taşa tohum ekilmez.
Teşvikin ruhuna uygun olmayan işlerden fayda türemez. Fikri olan ama finansı olmayan yığınca gencimiz, start-up’ımız var. Onları teşvik etmek dururken siyasi mülahazalarla kaynağı yandaşa, candaşa aktarmak ülkeye bir şey kazandırmaz. Yandaş beslemekle ülke kalkınabilir mi?
Not 6: Etrafıma bakıyorum, bir yandan finansman bulamadığı için gelişemeyen girişimciler, tarla bulamadığı için tarıma giremeyen gençler… Diğer yandan teşvik kovalayan, onu alıp har vurup harman savuran, bitince yenisini istemeyüzsüzlüğündekiler… Denetim ve etki analizi ile bunları ayıklayabiliriz ancak.
Zombiyi teşvik etmek, morgdakine serum bağlamaktır. Oysa bizim ölü sistemlere akıtacakserumumuz yok. Olanı, değer üreten girişimcilere aktarmadıkça orta gelir tuzağından çıkamayız. Orta gelir tuzağı aynı zamanda vasat akıl tuzağıdır, düşük ahlak tuzağıdır. Bunu akılda tutsak iyi olur.
Not 7: Telefon günümüzün rakipsiz çöpçatanıdır. Bir kere seni pençesine almayagörsün. Bunun interneti, bir sürü kanalı var. Seni her tür tüketime, her arzunun yerine gelmesine yönlendirebilir. Bunun fenomenleri var. Sosyal medyası var ki; evler yıkan, beller büken, insanı hem vezir, hem rezil eden bir ejderha.
Tarihi ikiye bölsek, telefondan önce, telefondan sonra desek sezadır.
Telefonu aldın, cebine koydun, zokayı yuttun.
Sen de artık tüm dünyaya hâkim olan iletişim şirketlerinden birinin kulusun. Bu âlet hayatın her ânına hâkim. Seni dinler, seni gözetler, seni yönetir.
Katil ile maktul arasına ray döşeyen bir şirket. Bu şirketlerin sahipleri dünyanın en zengin adamları.
Bu gibi âletlerle kavga etmenin mânâsı yok. Ne kadar faydalı olduğunu biliyoruz. Ancak şu “telefon aşkı” denilen tutku olmasa.
Metroda bakıyorsun herkes telefona eğilmiş, bir bekleme salonda dahi öyledir, kimse kimseyle konuşmuyor. Telefon başında kaç saat geçiriyoruz?
Vapurdan inen gençlere mikrofon uzatılarak şu soru soruluyor: “Bir gün için telefonunu alsak ne yaparsınız?” On beş, on altı yaşlarında bir kızın cevabı akla ziyan: “Bir kolumu kesin daha iyi”.Kız abartmış demeyin. Aile içindeki “telefon kavgaları”na kulak verin. Bu nasıl bir “aşk” arkadaş? Peki, ne yapacağız?
Not 8: Hayallerin sadece renkleri ve sabrımıza ölümsüzlük bahşeden bir ödülü var!
Ne istiyor yine karanlığa gömülmekte olan kızıllıklar senden, hangi sefere çıktılar, engin ufuklarda bu hangi ayaklanmadır?
Renkler içimizdeki kimi çağırıyor neremize uzanmak istiyor!
Çok uzaklarda köyümün dereleri uyumak için batan güneşin son kızıl parlaklığını bekliyor!
Çocukları babaları anneleri ölen Gazze topraklarında güneş böyle mi batıyor?
Renklerin de morfini esrarı vardır ve kimi mayhoşluk kimi esriklik bırakır ama kimi delilik bırakır!
İkindi sonrası pencereler yangın yeri, Hint sarısı mı camlarda patlayan bu sarının içinde ne ilahi sarılar var!
Camlarda patlayan bakır sarısında sanki ama davul bateri bir trompet neşesi var!
Göğsümden sanki bir kuş uçuverdi, ufukları gagalayıp sanki kaybettiğim o şeyi geri getirdi, sevgilinin dudaklarını!
Nihat Genç
Not 9: Ne zaman bir arkadaşa gün batımı anlatsam, en güzel bizim orada batıyor, der, hayır değil, derim, en güzel köyümün yaylalarında batıyor, ki, batınca ormanlar nasıl suskun kalıyorlar buz gibi olup birden neşesini kaybediyor, nasıl somurtuyor dağlar anlatamam, derim, öyle bir karanlığın içine gömülüyor ki, batınca güneş çok korkuyor insan!
Neremize batıyor bu mor kızıl ışıklar, İğne vurulurken kolumuz çok acır çünkü batıp delinen bir yer var!
Mor kızıl renklerin batacak yeri yoksa, içinizde nereye batsın?
İçinizdeki kuyu derinliği kadar zehirlidir morun kızılın çığlığı, işte yine, usul usul kayboluyor güneş, zehrini bırakarak!
Nihat Genç
Not 10: Şehirler büyüdü ülkeler kalkındı ve insanlar ilahi yangını göremeyecek kadar çok küçüldü!
En sabırlı en bilgin olanların kalbine dahi ufuklar sızamaz oldu!
Ölümü seyredenler öldürenler kadar ateş içinde yanacak diyen, bir ahlağımız vardı!
Ahlaksızlar soykırımlar içimizdeki kuyuları cinayetle doldurdu!
Bombalar patlıyor ve kızgın ateşinde fazla kalmış seramikler gibi sırrımız kararıyor!
Kararan tepelerde güneş bu sefer bir renk bir iz bir ses bir çığlık bir isyan bir ayaklanma bir şiir bir sevgili bırakmadan, sahiden batıyor!
Nihat Genç
Not 11: kulağımda hiç dinmeyen bir ses var. "birader oraya aracını bırakma" diyor biri. nereye gidersem gideyim, bu ses peşimden geliyor. hiçbir yere aracımı bırakamıyorum şu koca şehirde. biri hemen, "birader oraya aracını bırakma" diye sesleniyor. sanırım psikolojimi bozdu bu mevzu.
Not 12: ülkede modern bir kast sistemi geliştirdiler. kuryelerden, kasiyerlerden, işçilerden, memurlardan, esnaftan oluşan düşkünler sınıfı ve siyasetçilerden, bürokratlardan, müteahhitlerden, yandaş gazetecilerden oluşan seçkinler sınıfı. ikisinin arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyor.
Not 13: Resûlullah