Zor zamanlar ve insanlığa dair zihinlerde oluşan evrensel değerler ve eşik ilkeler bir bir yere serilince hafızalar asrı saadet denilen dönemleri sık anımsar.
İslami literatürde asrı saadet peygamber efendimiz Hazreti Muhammed’in dönemi ve onun arkasından gelen Hulefai Raşidin dediğimiz olgun Halifelerin hükmettiği yaklaşık 40 50 yıllık bir dönemi kapsar. Hz. Ebubekir’le başlayıp Hz. Aliyle sonuçlanan bir dönem. Arada Hz. Ömer ve Halife Osman var.
Hz. Ömer Araplara devlet teşkilatını kuran adam. Sasanilerden ve Bizans'tan esinlenerek Ordu ve Devleti yapılandırıp, devlette ehliyet liyakat sistemini ve adaleti tesis etmeyi o döneme göre üst düzeyde başarmış biri. Gönlü yüce kendi de yüce ali bir zat..
Halife Osman nepotizme düşkün, ahbap çavuş ilişkisi ile devlet yönetmeye çalışan biri. Adalet hak getire. Ne kadar niteliksiz akrabası ve ne kadar ahlaksız lanetlenmiş herif varsa etrafında vali ve üst düzey görevli yapan bir basiretsiz narsist yönetici. Trump tarzı biri. Efendimiz Hz. Muhammed (sas) Osman’ın yönetimini görseydi kahrından bir kez daha ölürdü kesin. Kızı Rukiyeyi Hz. Osman’la baş göz ettiği için kemikleri sızlamıştır. Daha sonra Rukiyye'nin vefat etmesiyle Hz. Muhammed'in bir başka kızı Ümmü Külsûm ile evlenmiştir gerçi.
Devletlerin kaderi bu demekki: Damatlar yönetimin başına geçince veya etkin konuma geçince hep çöküş başlıyor ve dibe batıyor yok oluyor milletler. Enver paşa da damattı. Osmanlıyı yok etti. Koca bir imparatorluğu bitirdiği gibi bir yiğit milleti harcadı. Sadece Sarıkamış doğu cephesinde 100.000 canı telef etti.. Yatacak yeri yok.. Damatlardan hayır görmemiş devletler ve toplumlar anlayacağınız..
Ebu Zer Gıfari, İslam'ı kabul eden dördüncü veya beşinci kişidir. Hz. Peygamber'in betimlemesiyle "cennetin hasret çektiği" nadir sahabelerden biridir.
Ebu Zer Gıfari hayatı boyunca Hz. Peygamber Efendimiz ve İmam Ali Efendimizin adaletini anlatıp durmuştur. Tüm mücadelesi yoksul, fakir, yetim ve öksüzlerden yanaydı...
Emevi saltanatının maddi değerleri karşısında verilen rüşvet ve makamların hepsini elinin tersiyle iten Ebu Zer, KAMU MALI talancılarını deşifre ederek sokak sokak halka anlatmış ve yoksulun hakkını yiyenlerle her defasında savaşmıştır.
Hz. Osman dönemindeki gidişattan, yandaş tutumdan ve beytülmalin eşe dosta peşkeş çekilmesinden pek memnun olmaz. Şam'a gider ve Şam Valisi melun ve uğursuz Muaviye'nin saltanat ve debdebe içindeki haksız yönetimine isyan eder. Muaviye'nin karşısına çıkıp ona Tevbe Suresinin 34. ve 35. ayetlerini haykırır: "Ey iman edenler! Bilin ki Yahudi din bilginlerinin ve Hıristiyan din adamlarının birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele! O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak. İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın şimdi biriktirip sakladıklarınızı!"
Melun ve meşum Muaviye Halife Osman'a mektup yazarak, "Bu deliyi buradan al yoksa onu öldüreceğim" der. Kısa süre sonra, rahatsızlık ve eziyet dolu bir yolculukla Ebu Zer, Medine'ye gönderilir. Ebu Zer'i Mervan ve sopalı adamlarla sarayından attırır ve şu talimatı verir: "Onu örtüsüz tahta semeri olan bir deveye bindirip, Rebeze Çölü'ne götürün. Orada ona hiç kimse dost olmasın..."
Tarihî kayıtların belirttiğine göre, Osman halife olur olmaz yaptığı ilk iş, kendisinden önceki halifenin atadığı çok sayıda vali ve hilafet çalışanlarını görevden alarak yerlerine kendi akrabalarını ataması olmuştur.
Osman'ın akrabalarını kayırması, onlara beytülmal sorumluluğunu vermesi, hükümetin vermiş olduğu makam ve avantajlardan yararlandırması, beytülmal paylaşımını adaletsiz ve eşit olmayan bir şekilde paylaştırması rahatsızlıklara ve giderek itirazlara neden olmaya başlamıştır. Bu durum, ona karşı halk ayaklanmalarının fitilini de ateşlemiştir.
Müslümanların Irak gibi çeşitli bölgelerde ekonomik sorunlar yüzünden darboğazda yaşamaları, Osman karşıtı çok sayıda muhalifin artışına neden olmuş, siyasi ve ekonomik kayırmacılığı Müslümanların ona karşı isyanının önünü açmıştır.
Yandaş ve akraba kayırmacılığında birçok olaya imza atan halife Osman, ilk halife Hz. Ebu Bekir tarafından Hz. Fatıma'dan (s.a) gasp edilen Fedek arazisini Mervan b. Hakem'e vermiş ve yine Afrika'dan ele geçirilen ganimetleri de ona bağışlamıştı...
Osman'ın üvey kardeşi ve Kûfe valisi olan Velid b. Ukbe, İslam'ın zahiri hududuna bile riayet etmeyen ayyaşın tekiydi... Sabah namazını sarhoş olduğu halde dört rekât kıldırmış ve camide olanlara "İstiyorsanız daha fazla kıldırayım" demiştir. Velid'in 'içki ve şarap içtiği' herkesin kulağına gitmiş, ancak Osman ona bu hususta hiç bir uygulamada bulunmamıştı... Velid, Hz. Peygamberimizin (s.a.a) zamanında hakkında ayet nazil olmuş bir fasık kişiydi... Halife Osman Hz. Peygamberin Medine'den kovduğu bu kişileri iş başına getirerek taltif etmişti...
Rebeze Çölü'ne sürdürdüğü ve orada şehit olan Hz. Ebu Zer Gıfari'nin halife Osman'a haykırışı çok manidardır: "Ey Osman yoksulları sen yoksullaştırdın, zenginleri daha da sen zenginleştirdin..."
“Siz hakikati bileceksiniz ve hakikat sizi özgürleştirecektir.” diyen ve hakiki hürriyeti ancak hakikatin bahşedebileceğini vaaz eden bir dinin mensuplarının, asalet sahibi adalet yolundan ayrılmayan hakikati Ebuzer hazretlerini sürgünden ve ona zulmetmekten medet umar hale gelmesi ne kadar acı değil mi her şeyi sorgulatır hale getiriyor vicdanlara.
Böylece bir dine mensuplarının verdiği zararın düşmanlarının verebileceği zarardan katbekat fazla olduğu ortaya çıkmış oluyor; zira din kendisini hakikat ile düşmanlarına karşıtlarına karşı savunabilir ama müntesipleri yani bağlılarının hakikatsizliğine karşı yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü böyleleri yaptıklarıyla sadece o dine değil bizzat din Fikri’nin kendisine zarar vermiş oluyorlar. Bir fikre bir mefkureye zarar vermek isteyenler boşuna onun karşıtlarını ve can dusmanlarini bulmak için kendilerini heder etmesinler mensupluk ve tensiplik iddiasında olup da ruh ve mana olarak ona en uzak en yabancı onun taleplerini karşılama ve yerine getirme bakımından en vasat ve vasıfsız olanları bulup çıkarmaları ve onları o bahiste söz sahibi yapmaları yeterlidir nitekim bugün Yapılan da budur.
Dünyanın her neresinde olursa olsun dinin sadık ve salih takipçileri asıl sahibine has kılınması gerekeni asla üzerlerine geçirmeye kalkmazlar ve miri mala el uzatmak devlet malına el atmak Beytülmala el uzatmak yetim malına el uzatmak neyse ehliyet ve liyakatten uzaklaşmanın, devlet yönetiminde nepotizmin ve akraba eş dost atamalarının bunlardan aşağı kalır yani aşağı kalır bir cürüm olmadığını bilirler.
Evet, sevgili Ekranhaber okuyucuları, 3. Halife Osman'dan beri düzen hep bozuk. Daha doğrusu ezelden beri. Dinler tarihine ve siyasi tarihe bir göz gezdirmek yeterli. Asrı saadet dönemleri tarihte kısıtlı zamanlara ait. Hep böyle olmuş genellikle. Çünkü kötüler kötülük çok organize. Mutlu azınlık hükmediyor, zenginler daha zengin, fakirler daha fakir... Halk ise idarecilerin saltanatları için gönüllü ırgatlığa devam ediyor…
En acısı da şu: Pis ve cahil topluluğa, kabileye hiç bir şey anlatamazsın..
Toplum yağmur nereye yağarsa tarlasını oraya taşıyanlarla dolmuş.
Ben çok kişiyi tanıyorum babası bir partide, oğlu bir partide, kardeşler ya da ahbaplar her biri bir yerde, acaba nasıl bir köşe kaparız peşindeler. Kapalı kapılar ardında ya da dost meclislerinde sözde iktidara gece gündüz sövüp iktidarın nimetlerinden istifade edenlerle dolu ortalık.
Sonuç olarak, her millet ya da insan topluluğu layık olduğu gibi yönetiliyor. Gerçi Kabilin soyundan türeyen insanoğlundan erdemli ve iyiliksever bir canlı çıkması hep imkansızdı. İyi insanların boş umutlarıydı hayale kırıklığına neden olan. Ne beklenir ki kardeşini öldürenden türeyenlerden! Ya kardeş katiline göz yuman, katili örtülü şekilde koruyan ve insan soyunun atası yapan bir tanrıdan ne umulur!
Neticede tanrılar hep iflas eder ve kötüye yol verir.
Ve fakat her ne kadar sonunda kötülerin kazanması bizleri umutsuzluk dehlizlerinde boğsa da; kımıldayacak mecal bırakmasa da; biz Müslümanlar umut etmeyi bırakmayıp çabalamaya devam etmeliyiz.
Efendiler! Aklımızı başımıza almanın vaktidir. Düşmanlarının sevmediği ama bahsederken dürüstlüğünden şüphe etmediği insanlar olmak zorundayız. Düşmanlarının sevmediği ama çalışkanlığımızı ibretle örnek gösterdiği bir millet de olmak zorundayız. Çünkü biz Müslümanız, çünkü bizim peygamberimizin adı Muhammed’ül Emin. Çünkü biz başarmak zorundayız. Malcom X gibi. Ne diyordu Malcom X? Başaracağız, kalbimin ta derinliklerinden gelen duyguyla söylüyorum ki başaracağız! Başarmak zorundayız.
Asrı saadetler sonsuza kadar sürmese de yoğun ve azimli çabalarımızla yeni asrı saadet dönemleri yaratmalıyız. Bu bizim özümüzde bulunan insanlık cevherinin en azından iyiliğe meyyal tarafına olan borcumuzdur ve gelecek kuşaklara karşı misyonumuzdur.. Enseyi karartmadan yola devam etmeliyiz. İnanıyorum ki başaracağız..
Son söz: Hakikat kokain gibi saf değildir..
Aforizma: Uyku ölümün kuzenidir.
Tadımlık: Ben kaç bin gece nöbetini tuttum gözlerinin,
Ay ışığı vururdu yamaçlarıma, sigaram elimde gecenin tam orta yerinde ...
Sonra sabahları bekledim güneşle dönersin diye,
Her doğan günde seni bekledim ben
İklimleri götürdü zaman,
Saç beyaza döndü sigaram küle...
Dönmedin..
Kahrımdan can yakmak istedim hasretinin tokmağı vurdukça zamanın ruhuyla
Belki diner sinemin sızısı bir nebze diye
Sapan aldım kendime kuş vurmak için
Onda da ben kuşlara hiç kıyamadım.
Penceresinde gül yetiştiren adam değildim amma
Barışçıl insandım yaşadığım kırk altı boyunca
Farkında olsam da bütün mağlubiyetleri barış zamanında aldığımın..
Herkes hak verdi sevdama
Bir sen vermedin sevdiğim
Tamam ben kötüyüm baş göz üstüne de
Sen de kötüsün sevgilim hem de çok kötü
İster kabul et ister etme sen de öylesin..
Yine de aşkım bakidir gül tenine
Kahrında hoş lütfunda..
Salih Uzun/ Mustafa Akgül
Acınası hal: Acı olan kimse net şekilde, göğsünü gere gere “hayır bizim belediyelerimiz yolsuzluk yapmaz” diyemiyor; “Ak Parti ve MHP belediyeleri hiç mi yolsuzluk yapmıyor?” diye savunuyorlar kendilerini. Yazıklar olsun!
Sitem: Dünya arı çalınmış biz hala ahlak eksenini terketmediğimiz için bize ağır geliyor her şey..
Hakikat: Çalgılar çengiler kurulmuş biz dağ başı yalnızlığı istiyoruz, görüyoruz ki oynayanlar oynatanlar yalan.
Realite: Türkiye’de dürüstlük elinde imkan olmayanların sonuna kadar savunduğu, eline imkan geçenlerin bu kavramı delik-deşik ederken bahanelerle çevresini sarmaladığı bir duruş biçimi. Evet sen de öylesin sevgilim!
Not 1: Yeterince karamsarım. İyice yaşlanmış hissediyorum kendimi. Birtakım umutlar uydurmalıyım. (SELİM İLERİ / Uzak, Hep Uzak)
Not 2: Enflasyon hedefinin %33 olarak belirlendiği bir yılda faiz dışı kamu harcamaları %63 artmış. Sonra soruyorlar vatandaş neden enflasyon hedeflerine inanmıyor diye. İşte bu yüzden inanmıyor.
Not 3: Merkez yönetim personel harcamaları (aylık):
Aralık 2023: 1,33 trilyon TL
Aralık 2024: 2,67 trilyon TL
Tam iki katına çıkmış.
Not 4: "Leges sine moribus vanae"
Ahlâk yoksa yasalar hiçbir işe yaramaz..
Not 5: Atatürk'ün ardından onun yerini alan İsmet İnönü'de karizma sıradanlaşmıştı. Kendine özgü karizmasıyla aynı koltuğa oturan Ecevit ise ardından yerine geçecek bir lider bırakmadı.
Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan'ın da halefleri olmadı. Muhsin Yazıcıoğlu için de aynı değerlendirme yapılabilir.
Ne Napoleon ve Hitler'in, ne Mao ve Gandi'nin kendine yaraşır bir ardılı olmadı, olamadı. Olamazdı da zaten.
Yalnızca siyasal liderler için değil, dinsel ve ruhani liderler için de durum böyle.
Bir peygamber olarak Hz. İsa da, Hz. Muhammed de kendilerine bir ardıl bırakmadılar. Yerlerine gelenler de -tüm yüceltme çabalarına karşın- doğal olarak aynı karizmaya sahip değillerdi.
Ruhani liderlere (örn. tarikat veya cemaat şeyhlerine) gelince, onlar için de aynı kural geçerlidir.
Said-i Nursi'nin bir ardılı olmadı ama nurculuk kurumsallaştı. Fethullah Gülen de kendisine bir ardıl bırakmadığı için karizması kaçınılmaz olarak sıradanlaşacak, fakat bu sıradanlaşma -eğer üstesinden gelinebilirse- olsa olsa bir kurumsallaşma biçimini alacaktır.
Tüm kurucu veya karizmatik önderlerin yazgısı böyledir ve neredeyse bir istisnası yoktur.
Not 6: insanlardan beklentiyi azaltmak demek dertleri azaltmak demektir, beklenti demek dert demektir çünkü.
Not 7: - sana mı inanayım, gördüğüme mi inanayım?
- bana inan!
(aldanmak gerçekte bir tercihtir; ne ki tercihlerinin olumsuz sonuçlarını gördükten sonra insanlar “aldatıldım” demeye başlarlar.)
Not 8: ATEŞKES anlaşmasını;
"İSRAİL GAZZE'Yİ YENEMEDİ!"
diye anlatıyorlar şu anda.
Delirmemek elde değil.
GAZZE diye bir yer kalmadı.
Not 9: Herkes Gazze'de barışın nasıl sağlandığını anlatıyor gururla; Gazzeli çocuklar hariç. çünkü onlar yaşamıyorlar artık. Gazze ve evlatları harap olduktan sonra gelen barış. Barış da değil ateşkes. Büyük başarı. Kendim dahil tüm Müslümanları tebrik ederim..
Not 10: Çocukluğumdan beri İsrail, işgale devam ediyor. Çocukluğumdan beri İsrail öldürmeye devam ediyor. Çocukluğumdan beri İsrail kendine ait olmayan bahçelere zorla girmeye, penceresinde gül yetiştiren kadınlara tecavüz etmeye, balkonlardaki hatıralara zorla sahip çıkmaya devam ediyor. Çocukluğumdan beri İsrail çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden öldürmeye devam ediyor. Çocukluğumdan beri biz İsrail’i kınamaya devam ediyoruz.
Not 11: Ben hiçbir acının şiirle, sinemayla, romanla anlatılacağı kanısında değilim. Sadece hissettirebileceğimiz bir alandır sanat. Gazze bir büyük dramdır ve onunla ilgili yazacağımız, sergileyeceğimiz, izleteceğimiz her şey ancak hissettirmeye sebep olur. Bunu yapmak da görevimiz, oradaki zulmü sona erdirmek de. Taşla tanklara karşı gelmeye çalışmak ve bunu matah bir durum gibi yıllardır sunmak Müslümanın izzetini ayaklar altına almaktan başka bir şey değil. Müslüman eğer tanka karşı duracaksa bu taşla olmamalı. Bizi aciz gösteren bu tabloların artık sona ermesi gerek.
Not 12: Savaşlar aynı zamanda psikolojiktir. Biz savaşa daha girmeden kaybediyoruz. O çocuğun ellerini biz çok sevdik ama taşını yere bırakmasını ona söyleme vaktimiz geldi. Ona oyun parkları yapma vaktimiz geldi. Onun gurur duyacağı bir güce mensup olma zamanı geldi.
İsrail, biz Müslümanlar için ilk kıblegâhımız olan Kudüs’ü işgal ederken de herkesten daha çok içim acıyordu, Gazze'yi yerle bir ettiğinde de belki de. Bu vahşilik, bu zalimlik sona ermeli. Peki nasıl? Taşlarla mı? Uçaklara karşı küfür ederek mi? Hayır, hayır, hayır!
Not 13: Kılıcın dönemi bitti. Tüfenk icat olunca mertlik bozuldu diyen Köroğlu 16. yüz yılda Bolu’da yaşadığı söylenen bir halk ozanı. Onun meramı da büyük bir haksızlığa karşı durmaktı. Durabildiği kadar durdu, bedel ödedi. Ama biz bedel ödemek yerine sloganlarla vakit kaybediyoruz. Kötü bir şuur, sonu gelmez aynılıklarla. Ve şu an 21. yüz yılda uçaklara yumruk sallamakla hiçbir zulmün çözülmediğini gördük. Uçakları üstümüze güldürmenin anlamı yok.
Biz yüz yıllardır Hıristiyan ve Yahudi terörünün oyunlarının, zulmünün, barbarlıklarının, vahşetinin sadece göz yaşı dökenleriyiz, kınayanları, protesto edenleriyiz. Bir şey yapmak yerine bir şeyi kınamak kötü bir konuşmacı olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Elimizden gelen şey bizi ele rüsva ediyorsa o zaman elimizi değiştirmemiz gerekiyor.
Şimdi her şey için temiz bir sayfa açmanın ve o sayfayı bir daha kirletmeyecek düzeni kurma zamanı değil mi?
Not 14: Tarih şahittir ki dünyada adil bir düzen olacaksa bunu Türkiye yapacak. Yani ben, yani sen, yani biz. Ama evimizin bahçesini süpürmeden bizim kimseye bir faydamız olmayacağını artık görmemiz gerek. Önce kendi içimizde büyük bir devlet gibi davranacağız, hemşehri devleti gibi değil. Ben bunca yıllık hayatımda her şeyin değiştiğini ama olan bitenlerin hiç değişmediğini üzülerek ve öfkeyle görüyorum. Bütün vatandaşlarının kendini güvende, adalette, huzurda, refahta hissettiği bir ülkeye olan ihtiyacımız her zamankinden daha çok.
Not 15: Bu dünyaya herkes görevini yapmaya gelir. Kötü olan kötülüğünü, bozguncu olan bozgunculuğunu, zalim olan ise zalimliğini sergilemeye gelir bu dünyaya. Biz eğer aksini iddia ediyorsak tavrımız ve duruşumuz bu yönde olmalı, bu alanda çabalamalıyız. Yoksa geçit verdiğimiz şeyler bir gün gelir bizi de vurur.
Not 16: Taşla korkutamayacağımız tanklardan daha iyi tanklar yaparak, yumruk sallayarak düşüremeyeceğimiz uçaklardan daha iyi uçaklar yaparak, Time dergisinden daha ses getiren dergiler yapıp dünyaya tanıtarak, vizyonda en fazla izlenilen filmleri dünyanın tüm sinema salonlarında hayranlıkla izleterek aklımıza başımıza almanın vaktidir. Bizim boşa geçirecek bir dakikamız bile yok. Şimdi elinizdeki telefonları kenara bırakın ve başınızı ellerinizin arasına alarak düşünmeye başlayın. Benim vazifem bu kargaşada nedir? Bu kargaşa elbet bitecek ama yenisi başlayana kadar. İşte ben de bunu söylüyorum. Yenisi başlayana kadar yapacaklarımızın en iyisini yapmak zorundayız.
Savaşlar birkaç yıl sürer. Barış ise yüz yıl. Biz bütün mağlubiyetleri barış zamanında alıyoruz. O halde yapmamız gereken iş çok, almamız gereken yol da. Barış zamanlarında kaybettiklerimizle ayağa kalkacağız, savaş zamanlarında kaybettiklerimizle değil!
Yoksa bize olan yazık, çocuklarımıza da olacak.
Not 17: Derler ki, İskender doğuya sefer açmak istediği zaman, çadırını batı tarafına kurdururdu. (SADİ ŞİRAZİ / Bostan)
Not 18: Mazlum ve kahraman bir halk direnişinin sonunda azıcık nefes alabilecek diye...
Olup bitenleri ve İsrail zulmünü unutacak mıyız?
Asla!
Birtakım ruhu buruşmuş tipler hemen kıpırdanmaya başladılar bile..
Boykot da kalkar mı, diye mırıldanıp duruyorlar.
Tüketim zincirinin bağımlılık üretmiş devlerine karşı da bir "ateşkes" bekliyorlar...
Hayır! İşgal ordusuna bedava hamburger ve içecek verenleri, soykırıma destek verip markalarıyla gösteriş yapanları unutmayacağız...
Bu heveslerinin arkasındaki "şebeke"yi biliyoruz artık.
Ellerindeki ve etiketlerindeki bebek kanı silinir mi hiç?
Not 19: Zarifoğlu ne güzel özetlemiş: 'Bu fâni âlem için beklentiye giren kalbime de kırgınım.’
Not 20: Bir işi sadece ücret ödeyerek yaptırmak veya o işi ücret alışı karşılığında yapmak geçim yolunu ahlâk alanına uğramaksızın bulma anlamına gelir.
İsmet Özel
Not 21: Aşk gerçeğin ilk rüzgarında dağılmaya hazır bir dumandır. Rüzgar var mı rüzgar!
Not 22: Defalarca okuduğu kitabı kimseye ödünç olarak bile veremeyenler vardır. Çocukluğunun oyuncaklarını evinin bir köşesinde muhafaza edenler… Ara ara albümleri çıkarıp geçmişteki kendi haline, hayata veda eden yakınlarının sararmış suretlerine takılıp kalanlar vardır. Eski evini, doğduğu mahalleyi, ilk aşkını özleyenler… Bir vakitler içinde yer etmiş bir duyguyu, bir sözü, bir kokuyu, bir bakışı unutulmaktan saklayanlar… Vardır diyorum ama var mı gerçekten hala böyle şeyleri tecrübe eden insanlar, böyle sahiplenmeleri içlerinde yaşatmaya devam edenler? Hayatla da, insanlarla da, mekanlarla da, eşyayla da ilişkimiz çok değişti, halen de değişmeye devam ediyor. Hiçbir duyguda kalıcı olamıyoruz pek artık! Her şeyin bir son kullanma tarihi var; vakit dolduğunda kolayca elimizden bırakıyor, yürüyüp gidiyoruz.
Not 23: Eşyayı bir yenisiyle değiştirmekse hayatın temel faaliyetlerinden biri haline geldi; sürekli bir şeyleri elden çıkarıyor, yenisini koyuyoruz yerine. Bu değiş tokuşun hiçbir duygusal boyutu olmuyor. Bir şeylere kalbimizle, gönlümüzle yönelmiyoruz. Hiç kimseyi kendimize yurt edinmiyoruz. Hiçbir şeyi sımsıkı benimsemiyoruz. Hiçbir yere kök salmıyoruz. Oradan oraya savrulmayı, her yeni rüzgarla bir yerlere sürüklenmeyi heyecan verici buluyoruz. Artık sevemiyoruz. Dolayısıyla sevilmiyoruz. Yalnızız ve bu boşluğu örtecek şeylere ihtiyaç duyuyoruz mütemadiyen. Sadece sevginin kapatabileceği bir boşluk bu ve elimizde en olmayan şey de o!
Not 24: Halil Cibran, ‘Kırık Kanatlar’ kitabında, muhakemelerimizi kıran şeylerin bazen güzel de olabileceğinden, aşkın olanın sathi olanı tek nazarla berhava edebileceğinden dem vuruyor: “Güzellik, sadece ruhlarımızın büyülenmek için algılayabileceği bir gizemdir; muhakememizi felce uğratır, altüst eder, çünkü muhakeme yoluyla güzelliğin gerçekliğini sözle ifade edemeyiz. Güzellik, bakan kişi ile bakılan kişi arasındaki bakışta saklı bir akıştır. Gerçek güzellik, yeryüzünün derinliklerinden gelen, çiçeğe rengini ve kokusunu veren hayat gibi ruhun en gizli yanlarından yayılan ve bedeni ışıtan bir pırıltıdır.”
Not 25: İnsan yaş aldıkça ve hayat hakkındaki düşünceleri, tecrübeleri sekil değiştirdikçe hayatın damakta bıraktığı şeyi ifade edebileceği nadir kavramlardan birinin sabır olduğunu kavrıyor. Hayatı birçok şekilde ifade eden tanımlar ile karşılaşıyoruz ancak belli bir olgunluğun, gün görmüşlüğün (göğermek) sonunda Elmalılı rahmetlinin ifadesi ile sabretmek olduğu bilgisine ulaşıyoruz. Zaman ile sabır zaten aynı atfın içerisinde yer almıyor mu? Hüsranda olmamanın ya da hüsrana uğramamanın bir ölçüsü sabır değil mi?
Yaşadığımız çağın en büyük kaybı, yavaşlığımız olmalı diye düşünüyorum. Her şeyin bu kadar hızlandığı ve hızın her geçen gün kimseye yetmediği bu çağda durmaya, yavaşlamaya ve anlamaya, hissetmeye o kadar çok hasret kalıyoruz ki; çoğu zaman yavaş zamanları unutacağımızdan korkuyorum. Böylesi her şeyin hızla öğütülüp, tüketilip yok edildiği bir çağda nasıl ayakta kalınabilir ki? Sanki bu hız ve haz çağının en büyük tehlike olarak karşısına aldığı şey sabırmış gibi geliyor. Sabrı tükenmiş bir çağın sonu hüsrana doğru gidiyor gibi.
Not 26; Çevremize bigâne kalıyoruz. Hiçbir şeyi hissetmiyoruz. Her şey bir dekor mesafesinde hayatımızda… Hayatımız kadar yapay. Onun için maddi ve manevi olarak ağrılarımız artık bize normalmiş gibi geliyor. Onların da üstesinden geliyoruz ya da üstünden geçip gidiyoruz. Duygularımız da bu bağlamda değişken ve tutarsız. Sabırsız, sinirli, biçimsiz bir hayatın içerisindeyiz ve hiçbir şeyin tadı yok ya da bizim tadımız çoktan kaçmış da bizim haberimiz yok. Veya geçiştiriyoruz. Oysa ‘yaşamak umurumuzdadır’ ve yaşamak tam manası ile sabretmektir.
Not 27: Herkesin kendisini dev aynasında görüp cüce adımlarla yalpalaya yalpalaya yürüdüğü bir düzlemde ne düşünceler boy veriyor ne de düşünebilmek mümkün oluyor. Hep birlikte aynı tekerlemeyi gevelemekten öte bir yol alınamıyor. Herkes öfkeli, herkes sabırsız ve herkes birbirinin paçasından aşağı doğru çekmekte maharetli. Mızmız adamların mensup, müntesip olarak (teşkilatçı vb.) boy verdiği bir denklemde çözüm için arayış içerisine kim girebilir ki? Hele vasatın bile bulunamadığı vasatlıktan fersah fersah düşük kalibrede kimselere atfedilen büyüklüklere bakıldığında ortada dönen her şeyi geveze bir kuşun ötüşüne benzetebiliriz.
Not 28: Her şeyi iyi görmek, göstermek ayrı bir ruhsal bozukluğun alameti olabilir. Hiçbir şeyi dert etmeyen, sorgulamayan bir toplumun alabileceği bir yol, mesafe yoktur. Durarak, bekleyerek bir yere ulaşmış hiçbir toplum, topluluk daha yeryüzünde görülmemiş ama bizde öyle bir haletiruhiye hâkim ki her şey olmuş bitmiş ve de herkesin kıyameti kopmuş gibi. Haliyle insan üzülüyor. Üzülmek, sancı çekmek de bir yaşam belirtisi olabilir. Neyi, nerede kaybettiğimizi hatırlamak bize yardımcı olabilir.
Not 29: Başarılı politikacıların kendi içlerinde hep yenilmelerinden ötürü, başkalarının önünde yenilmeye dayanamayacaklarını biliyordum. Bir insan çifte yenilgiye katlanamaz. Onların yükselmek için sürekli uğraşmalarının gizi budur. Başkaları üzerinde kurdukları iktidar onlara bir üstünlük duygusu verir. Yenilgiye uğradıklarını unutup, zafer kazanmış sayarlar kendilerini. Önem verdikleri tek şey olan büyüklük görünümünü yaymaya çalışırken, içten içe ne kadar boş olduklarını gizler bu zafer. (…) Çünkü gerçek kolay ve yakındır. Bu yalınlığın içinde de vahşi bir güç yoktur.
Yaşamın vahşi, ilkel gerçeklerine ancak yıllar süren bir savaşımın sonunda varabildim. Çünkü insanlar yaşamın yalın ama çirkin ve güçlü olan gerçeklerine birkaç yıl içinde varamazlar pek. Gerçeğe ulaşmak artık ölümden korkmamak demektir. Her ikisiyle de yüz yüze gelmek büyük bir cesaret gerektirdiğinden, ölümle gerçek birbirlerine benzer. Gerçeklerde insan öldürdüğü için; ölüm gibidir.
Not 30: Aşkı, şevki, mücadeleyi öldüren insanlar ile örnek insana varılmaz. Bu da böyle! Ölümün kuzeni uykunun kucağına kendimi atmaya hazırlanırken gece en koyu anına yaklaşırken, kendime Rahmetli Zahit Kotku’nun, "Ummazsan küsmezsin. Küsmezsen kızmazsın. Kızmazsan bu âlemde geçinemeyecek ne var?" (Allah onlardan razı olsun) nasihatini yoldaş olarak alıyorum. Sessizlik iyidir! Hoşça bakın zatınıza…