Suriye’de Esad'ın gitmesi ve Baas rejiminin yıkılması neticesinde Emevi Camii'nde namaz kılmalar ve oradan poz vermeler sıklaştı. Adeta moda haline geldi. Alnı secde görmeyenlerin yüzü seccade görmüşse bu büyük bir kazanım elbette. En azından Rable geç de olsa bir bağlantı kurmuşlardır, der seviniriz. Ve fakat siyeri biraz bilen biz muhafazakar islamcı çevreden gelen insanlar Emevi camiinde namaz kılıp poz verirken biraz daha dikkatli olmalıyız.

Gelin Emeviler hakkında kısa bir bilgi sahibi olalım… 

Mesela kimi cahillerin hazret dedikleri Yezid bin Muaviye kimdir bir bakalım. Muaviye, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'in gözünün nuru olan torunu İmam Hüseyin'i, Kerbela'da susuz ve zulüm ile katleden, İslam'la alakası olmayan bir din düşmanı ve putperest zalimin ta kendisidir.  

Yezid, Emevi imparatorluğunun kurucusu, ilk halifesi olan Muaviye bin Ebu Süfyan'ın oğlu ve Hz. Muhammed Mustafa ve Ehl-i Beyt'inin en büyük düşmanlarından olan Ebu Süfyan bin Harb'ın torunudur.   

Annesi Ben-i Kelp kabilesinden Maysun'dur. 646 yılında Şam'da dünyaya gelmiş ve 683 yılında Şam'ın Hevran köyünde ölmüştür.  

Halifelik süresi, üç buçuk yıldır. Soy olarak, Ümmeyeoğulları'nın soyundan ve Emevi kabilesinin hanedanlarındandır.   

Muaviye, ölmeden önce 679 yılında çeşitli hile ve tehditlerle halkı oğlu Yezid'e biat ettirmiştir.  

Başta İmam Hüseyin olmak üzere, diğer bazı ileri gelenler, Yezid'in halifeliğine itiraz ve karşı gelmelerine rağmen Muaviye henüz hayatta iken halifelik tahtına oğlu Yezid'i tayin etmiştir.   

Emevi yönetimi, Yezid döneminde saltanata dönüşmüştür. (Atatürk'ün kaldırdığı Saltanat aslında din dışı olan bu yapıdır.)  

Yezid saltanatı döneminde en büyük cinayetini, İmam Hüseyin'le birlikte Ehl-i Beyt hanesinden 72 kişiyi Kerbela'da katlederek işlemiştir.   

Bu zulümlerin Ehl-i Beyt'e yapılmasının nedeni ise, Emevi kabilesinin Haşim kabilesine olan ezeli düşmanlığına dayanmaktadır. Dolayısıyla Haşimiler'den olan Hz. Muhammed Mustafa ve İmam Ali'ye büyük bir kin ve düşmanlık beslemişlerdir. 

Yezid'in dedesi Ebu Süfyan bin Hatab İslamiyet'in kuruluşundan beri, Hz. Muhammed Mustafa'ya karşı defalarca kez kast etme girişiminde bulunmuş, fakat başarılı olamamıştır.  

Babası Muaviye ise, İslamiyet'i canı pahasına savunan Şah-ı Merdan Ali'ye karşı sürekli savaşlarda bulunmuştur. 

Dünyanın üzerinde hiçbir millet yoktur ki, Yezid'i bu yaptığı zulümlerden dolayı haklı görmüş olsun.  

Yalnız Müslümanlar değil, başka dine mensup olan kavimler bile, Yezid'in yaptığı bu zalim hareketi lanetlemişler ve Ebu Süfyan oğullarının ne kadar hain ve gaddar zalimler topluluğu olduğuna şahit olmuşlardır. 

Sırf bu yüzden İslam dünyasında adı Yezid veya Muaviye olan hiç kimseye rast gelemezsiniz. 

Yezid, Şam Valisi olan düzenbaz, hilekâr, Ehl-i Beyt'e düşman ve putperest babası Muaviye'nin ölmesi üzerine, Babasının saltanatının başına geçmiş ve babasının yaptıklarını aratmayacak zulüm ve zalimlikler yapmıştır.  

Yezid'in bütün hayatı zevk, sefa ve eğlence içinde geçmiştir.   

Yezid'in tek amacı, Ehl-i Beyt'ten hayatta tek kalan İmam Hüseyin'i yeryüzünden kaldırmak ve haksız olarak işgal ettiği makamda, kendi aklınca sonsuz bir hayat sürdürmek olmuştur.  

Yezid'in saltanatı, İslam dini için büyük bir utanç kaynağı olmasıyla birlikte Hz. Muhammed Mustafa ile İslam dinine olan bağlılığı konusunda diğer Emevi, Abbasi ve Kureyş hanedanlarıyla aynı çizgide olmuştur.   

Sonuç: Sünnilik adına yapılan bunca uygunsuz ve hukuksuz işlerden yüce Allah razı mı ki kafanıza göre takılıyorsunuz? 

Bugüne gelecek olursak, saydığım tüm bu olumsuzlukları temsil eden Emevi Camii'nde namaz kılsan ne olur, kılmasan ne olur. 

Bir Müslümanın kalbi, Beytullah'tan daha kıymetlidir. 

Son söz: Öylesine gözlerim mıhlanmışken duvardaki çatlağa, aklıma Kütahya Aslanapa geldi, Asaf Başkan geldi, merhum Nurettin amca geldi, halı saha maçları geldi, güzide öğretmenlerimiz geldi, Ahmet Yılmaz ve Dursun bey geldi,  Çukurca köyü geldi, dünyalar iyisi Muhtarı geçti yüreğimin bir köşesinden ve “Hey gidi günler! Meğer ne güzel günlermiş.” sözleri düştü birden ağzımdan ve Rıza Tevfik Bölükbaşının şu dörtlüğünü mırıldandım sanki uzaklara duyurmacasına:

Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır..

Tadımlık: "Birilerinin kalbine, iyi gelmeyi öğrenin. Yük olma işini, herkes yapıyor zaten..."

Cahit Zarifoğlu

Özel'e: Özgür Özel, “Asgari ücret 30 bin liranın altında olursa bu memleketi size dar edeceğiz” demişti.

Bugün sayın Erdoğan’ı da arayıp, onun da yeni yılını kutlamış.

Erdoğan telefonu kapattıktan sonra ne düşündü acaba?

Yeni yıl mesajı: yılbaşı bir şenliktir, bir toplumsallaşma biçimidir, tadını çıkarın!

sağlıkla, sevinçle, sevdiklerinizle nice güzel yıllara!

Not 1: ABD, daha önce defalarca yaptığı gibi Kürtleri gözden çıkarmış durumda. Cezire’deki PYD/YPG’nin tekelindeki Kürt bölgesi hamisiz ve himayesiz kaldı. Mazlum Abdi’nin sürekli aşağıya çektiği çıtayı izlemek, durumu bütün gerçekliği ile kavramak için yeterli. SDG, federalizm istemediğini açıklıyor, silahlı grupların yani PKK militanların ülkeyi terketmesi için ateşkes talep ediyor. Amerika’ya yaptığı müracaatlara çok zayıf karşılıklar alıyor.

Trump’ın Erdoğan’a övgüleri, aslında ABD’nin Kürt politikasını özetliyor; Kürtleri değil Türkiye’yi tercih ettiğini ilan ediyor.

Cezire bölgesi, silahları merkezî otoriteye teslim edecek, silahlı güçlerini dağıtacak, üniter yapı içinde nüfusuyla orantılı bir temsil ve yer edinecek; yani demokrasiye teslim olacak. Onları merkezî otorite karşısında koruyacak Türkiye dışında hiçbir güç yok. Kazanamayacakları bir savaşa girmektense Türkiye ile anlaşmak ve alacakları güvencelerle Suriye’de yeni sisteme entegre olmak dışında hiçbir şansları yok.

Türk Ordusu, Suriye Millî Ordusu ve Şam yönetimi ile birlikte PYD/YPG yapılanmasına nihaî darbeyi vurmaya hazırlanırken, Türkiye’deki Kürtlerin desteğini almak üzere hamle üzerine hamle yapıyor. Eşzamanlı olarak ilan edilen Öcalan ile görüşme takvimi, Bahçeli’nin “Kürtler kardeşimiz” vurgusu dakik bir planlamanın usulüne uygun şekilde yürüdüğünü gösteriyor.

Silahlı örgüt köşeye sıkışmışken sivil Kürt siyasetinin önü açılıyor. Tam 40 yıldır isyan halindeki PKK’ya yolun sonu göründü.

Önümüze gelen her sorunu ve verilen karşılıkları, “Erdoğan’a ne kazandırır?” ıskalasında ölçenlerin, sıkıştıkları dar köşeden çıkmaları lâzım. Zamanın, şartların ve gerçeklerin dışına savrulmamak için siyaset ve devlet meselesini ayırmaları gerekiyor. Önümüzdeki tablo ve gelişmeler bir siyasî rekabet konusu değil.

Yolun sonunda değil başında durmaları, politika üretmeye başlamaları gerekiyor.

Not 2: Şeytanın aklına gelmez yöntemlerle ülkeyi soydular ve soymaya devam ediyorlar. İflah olma şansımız yok!

Not 3: Okullarda KAHVALTI ve ÖĞLEN YEMEĞİ çıkmalıdır!

Bunu veremeyen DEVLET, kendisine DEVLET demesin!

AUDI kovalayacağınıza, çocukları besleyin. Zor iş değil.

Not 4: KENT LOKANTASI gibi oluşumlar, çok uygun fiyatla YEMEK sağlayabiliyorsa, OKULLARA da böyle yerler açılabilir.

Bu bir ihtiyaçtır.

İnsanları 40 yaşında EMEKLİ etmek yerine, keşke kaynaklar bunlara harcansaydı...

AÇ öğrenci, nasıl eğitim alacak?

Not 5: TL, ÇÖP bir para birimidir.

Tarihi boyunca gördüğü en düşük ENFLASYON %7 oldu.

Bu bilgiye dayanarak, %1 ve altı UZUN VADELİ KREDİ buldunuz mu, yapışacaksınız.

Böyle kredilere ALMAYAN diyen angutları da iplemeyeceksiniz.

Zaten, bunlar İKTİSATÇI değil, EKONOMİK TETİKÇİ.

Not 6: 16 Milyon öğrenci var.

200 gün derse gidiyorlar.

Günde bir öğrenciyi doyurmanın maliyeti 1$. Yani, yılda 200$ yapar.

200$ x 16.000.000 == 3.200.000.000$ yapar.

AMERİKAN KAPİTALİZMİ, öğrencileri doyuruyor ve bedava servis veriyor.

Not 7: Bu dünyada önümüze geleni kabul etmemize neden olan fakat bu dünyanın kendisini bize kabul ettirecek güçte olmayan bir bayağılık var...

E. M. CIORAN / (Çürümenin Kitabı)

Not 8: İki Halepli hanım sohbet ederken, biri diğerine yaz tatilinin nasıl geçtiğini sorar.
Cevap şöyle gelir: "Paris elbette güzel ama bir Halep değil!"

Nereden nereye! Halep oldu virane!

Not 9: Televizyon haberlerinin hızı, sosyal medyatartışmalarındaki gevezelikler yine Gazze'yi görüş alanımızdan çıkardı...

O hâlde hatırlatayım...

Mesela geçen çarşamba sabahı üç haftalık bebek Sila el Faysal'ın Güney Gazze'de babasının kucağında donup kaldığını hatırlatayım. Birkaç gündür çok soğuk oralarda hava. Doktorlar yetiştiğinde Sila çoktan hayata veda etmişti...

Mesela geçen perşembe sabahı İsrail uçakları bir minibüsü vurdular. Hiç duymamışsınızdır. Minibüsün içinde beş gazeteci vardı. Hepsi de şehit oldu. Minibüsün üstünde, dışında, her yanında kocaman harflerle Press yazıyordu...

Not 10: Dünya sisteminde orta sınıfa ihtiyaç yok artık...
Anlamak işimize gelmiyor ama her şey "yöneticiler" ve "yönetilenler" (teba) çizgisine doğru evrilecek...
Buna halk ifadesiyle "zenginler" ve "fakirler" de diyebilirsiniz...
Ama esas vurgulamak istediğim şu...
Çok sayıda "eğitimli" insana da ihtiyaç kalmadı artık...
Orta sınıfın çözülüşüyle seviyeli eğitimin sönüşü birlikte ilerleyecek.

Not 11: Andrey Fursov da geçenlerde yazdı: "Artık yüz milyonlarca eğitimli insan gereksiz. Yöneten sınıfın manipülasyon aygıtlarını işletecek 20 milyon eğitimli yeter de artar bile... Geri kalanlar bilgisayar oyunları vesanal hazlarla idare edebilirler. Dijital teknolojinin iyi eğitim istediği büyük bir yalan..."

Not 12: Ekonomi kanallarındaki konuşmacıların kullandığı terimler müthiş...
Bazen öyle takılıp kalıyorum onları dinlerken...
Sonra kahkahalarla gülüyorum...
Şu deyime bakın: "Fiyatlama davranış bozukluğu."
Piyasada böyle bir davranış bozukluğu varmış, üzülerek anlatıyorlar.
Böyle şeyler söylemeyi "cool"luk sanıyorlar.
Bildiğin ahlaksızlık oysa...
Durmadan zam yaparak halkın belini bükmek...
Kalpazanlık saymalı hatta...
Bir tür "para basıyorlar" işte!

Not 13: Azamet... Ululuk, büyüklük, başka her şeyi küçültecek kadar büyük olmak...
Ölüm ne azametli şey.

Not 14: Gençken birbirimizi daha iyi tanırdık. Yıllar geçtikçe her birimizdeki bilinmez ve anlaşılmaz yanlar hatırı sayılır biçimde artıyor...

(ROMAIN GARY / Biletiniz Buraya Kadar)

Not 15: “Esrâra mahrem edecek kimse bulmadı/Zâtî harîm-i aşkta kendi ile söyleşir.” diyor şair. Budur belki doğru olan. Kendi ile söyleşmek… Kendi ile söyleşenin anlattığını kim anlar, kim nasıl bilir? Sevilen bilmez mi?

Not 16: Hakikî âşığın hâlidir mektum olmak. Bir dağı omuzlayıp da yürümek kolay mıdır? Bir dağı taşır gibi yürüyüp de bunu belli etmemek mümkün müdür? Saklamak zordur: “Gönülde nice kala sırrı mektum/ Çü aşkı oldu bana şamil” demişti Kadı Burhaneddin. O yükün altında iken şikâyet etmemek kolay mıdır? Kaybetme sebebimiz taşıyamayacağımız yüke talip olmaktı. Ya da heveskâr olup yükün altına girmek. Belki bu yüzden aşk kimsesizdi. Âşikâr olanın kaybettiği anlam.

Not 17: “Aşk içre azâb olduğun ondandır bilirim kim/ Her kimse ki âşıktır işi âh u figandır” demişti Fuzûlî. Elbette yine gizli gizli yanmaktır bu. İçten içe bir sır ile yaşamak. Muhibbî ise şöyle demişti: “Sırr-ı aşkı kim bilirdi nâle efgân etmese/ Safha-i ruhsârım üzre eşk tahrîr etmese”. Gözyaşının yanağın üzerine yazdığı aşk… Evet, budur belki işaret, budur en güzel şiir, budur âşığın yüzü.

Not 18: Âşık meçhûl ve mehcûr değil midir? Nedir ki şu fâni dünyada aranılan? “Cihanda âşık-ı mehcûra sanma rahat olur/ Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur” diyordu. Şeyhülislam Yahya. En güzeli söylememek, aşikâr etmemek, şikâyet etmemek, saklı tutmak, sır bilmek, mahdut kelimelerle anlatmak ve ismini söyleyip çok şeyi anlatmak… Çünkü kimsesizdir aşk.

Not 19: “Asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime
Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitare
Adam akıllı yorulmuşum
Ellerin böyle olmamalıydı
Ellerine acıyorum
Ve kim bilir kaç zamandan beridir kalbimi öğütlüyorum
Durup durup ıssız yerlerde
“güçlü ol ey kalbim, güçlü ol
Daha çok işimiz var” diyorum”

(Dilaver Cebeci/Sitare)

Not 20: Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır..

(Rıza Tevfik Bölükbaşı)

Not 21: Yine gri puslu bir Ankara akşam üzeri, üst geçitten tıkanan trafiğe, yol kenarında korkuluk gibi şehri saran gökdelenlere, yorgun insanlara bakıyorum. Sanki hepsinin içinde bir hakkı yenmişlik, bir eksik kalmışlık daha doğrusu bir tamamlanamamışlık hissi var. Sanki her şeyi yapıp da hiçbir şeye layık görülmemiş insanların acısı var gözlerinde. Bazıları ise sanki her şeyi kendisi yönetiyormuş gibi yarı tanrılık iddiası ile geziniyor koca şehirde. Herkesin dayısı, herkesin hamisi ama aslında kendine bile faydası olmayan cüce insanlar. Belki de bu şehre sıkıntıyı veren bu tiplerdir. Bir de taşradan koşup gelip onun bunun sıradan egosuna ateş verenlerin negatif elektriği karışıyordur gökyüzüne, kim bilir!

Ankara gelmelerin, gitmelerin beklemelerin şehri. Karakter koyma zamanlarında koyamayanların, korkularını maske edenlerin şehri… Her gün aynı kabusa razı olanların, başka bir ihtimalin mümkünlüğünü düşünemeyenlerin, hayal kurmak şöyle dursun menfaatini ideal belleyenlerin sıkıntısı. Hevesleri hiç bitmeyenlerin hırsları gibi sıkışan trafik.Üstelik her yamukluğa bir kılıf uydurabilenlerin bunaltısı var havada… Bu kadar bunaltı içerisinde gitmek için yeterince hüzün, kalmak için hiç umut yok. Yolu tükenmişlik hali, Ankara sıkıntısı.

Not 22:

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”
                                                      (Fuzûlî)

Not 23: İyi insanların başkalarının övgüsüne, cesaretlendirmelerine ihtiyacı yoktur. Çünkü iyi düşünen, iyi bir şey yapan insanlar yaptıklarının iyi olduğunu, neye tekabül ettiğini bilirler. Bir usta ne yaptığını bilir. Bir Usta’nın dediği gibi; “usta, elinden ve elinin emeğinden emin olan kişidir.” Hayatın ustaları bir bir yeryüzünden çekildiler. Geriye daha isin çırağı bile olamamış ama ustalık iddiasında bulunanlardan geçilmiyor. Çinlilerin deyimiyle; “eylem kolay, bilgi zordur.” Onun için insan ilk temel bilgisinden yoksun bir şekilde atılıyor meydana. Haddini bilmek yani nefsini… Onun için nefsini bilemediğinden yanılgılarına methiyeler düzüyor.

“Uyan Karacaoğlan gafletten uyan / Atına binip de kargına dayan / Ölümden korkup da sonunu sayan / Ölür gider yâr koynuna giremez” der, Karacaoğlan.

Not 24: “Yeni medya araçları tarafından yayımlanan programlar, alıcının tepkilerini (…) kendine özgü bir şekilde kısıtlar. Seyirciyi dinleyen ve seyreden olarak büyüler ama aynı zamanda onun elinden ‘erginlik’in (mundigkeit) gerektirdiği mesafeyi, yani konuşabilme ve reddetme imkânını da alırlar. Okuyan bir kitlenin akil yürütmesi, yerini eğilimsel olarak tüketiciler arasında ‘beğeni’ ve ‘tercih alışverişi’ne bırakır (…). Kitle iletişim araçlarının yarattığı dünya yalnızca görünüşte kamusaldır.”

(Byung Chul-Han-Enfokrasi)

Not 25: Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir… Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez.

Not 26: Kültürde ve doğada, giderek önemini kaybeden ve gün geçtikçe gösterinin ihtiyaçlarına uygun olarak seçilen ve sınıflandırılan eski kitap ve eski buna mirasının halen bu önemi korumasının dışında, modern endüstrinin araçları ve çıkarları doğrultusunda değiştirilmemiş ve kirletilmemiş hiçbir şey kalmamıştır.

Not 27: “Birey kendini anlamsız, sıradan ve boş hissetmeye çok uzun süre dayanamaz. Eğer herhangi bir aktiviteye doğru kaymaya başlamamışsa, kısa zamanda ruhsal devinimi korkunç boyutta yavaşlar; var olan potansiyel yerini boş vermişlik ve umutsuzluğa bırakır. Durum böyle olunca da yıkmaya ve yok etmeye dayalı davranışlar kaçınılmaz sonu oluşturur.”

Kendini Arayan İnsan/ Rollo May

Not 28: “Allahım kalplerimizi hikmetinle nurlandır, zikrinin devamında, sana münacaatın tatlılığında ve kelamın lezzetinde sabit kıl. Ruhlarımızı lütfunla ferah kıl, kalplerimizi kurbiyetinin nuruyla nurlandır, gözlerimizi muhabbetinle parlat, kulaklarımızı münacaatının lezzetiyle doldur, sen her şeye kadirsin. Allahım kalplerimizi celalin müşahedesiyle aydınlat, bize melekûtunun acayipliklerini göster ve bizi ünsiyetine layık gör. Bunları bizden esirgeme ey merhametlilerin en merhametlisi!”

Aşıkların Halleri/ Ruzbihân-i Baklî

Not 29: “Bildiğim kadarıyla devrimciler aşık ve edebiyatçı olurlar.” Güldü ve: “Doğru diyorsun Ahmed, doğru diyorsun” dedi, “ama bizim gibiler için değil. Filistin halkı için bu durum doğru değildir. Vietnam, Küba, Çin Halk Cumhuriyeti devrimcileri için söylenebilir, ama öyle anlaşılıyor ki bizim kaderimiz, bir tek sevgiyi yaşayacağımız şekilde yazılmış. Bu toprakların sevgisi! Öyle görünüyor ki bu topraklar, çocukluklarından beri kendisine aşık olanların, bu sevgiye başkasını ortak etmelerini kabul etmiyor.”

Diken ve Karanfil/ Yahya Sinvar