Savaş sanatlarına kafa yoranlar bilir. Savaşta stratejiniz yoksa ya da stratejiniz yeterince iyi değilse, taktik hamlelerle hiçbir zaman uzun soluklu zaferler elde edemezsiniz. Politikada da aynısı geçerlidir. Bir politikacı önce strateji belirleyecek, ardından zamanlaması iyi olacak ve şüphesiz cesur olacak eğer iktidar erkine, devlet yönetme gücüne sahip olmak istiyorsa.
Ekrem İmamoğlu'ndaki stratejik hamle zafiyeti, istediği 1 numaralı koltuğa oturmasında en büyük engel olacak gibi görünüyor.
Özgür Özel- Erdoğan yakınlaşmasıyla geri planda kaldığını düşünen İmamoğlu yine büyük bir hata yaptı.
45 gazeteciyi, geceliği 45 ile 98 bin arasında olan Roma tatili hediye etmesi, sadece kendisini değil, kendisini destekleyen 45 gazetecinin de özgül ağırlığını tartışmaya açtı.
Elbette aralarında Roma tatilinin bu kadar debdebeli olduğunu bilmeden, gazetecilik güdüsü ile gidenler de oldu ama onlar da yara aldı.
Aynı İmamoğlu geçmişte de Nagehan Alçı'lı bir gazeteciler seyahatinde de benzer bir sosyolojik kırılma, benzer bir savunma ihtiyacı içine girmişti.
Sağlıklı bir özgüven ile sağlıksız bir özgüveni ayıran duvar çok incedir!
Böyle giderse özgüven yanılsamasını çok daha fazla yaşayacak gibi görünüyor.
Hiç mi Mansur Yavaş'tan ders almak aklına gelmiyor İmamoğlu'nun?
Şatafattan bıkmış bu toprağın çocuklarının gözüne şatafat dayamanın adı iyi siyaset olabilir mi gerçekten?
Hadi muhalif halk kitleleri AK Parti nefretinden dolayı İmamoğlu’nun bir çok kusurunu hoş görüyor. En son seçim öncesi açıkladığı hileli mal varlığına bile ses etmedi. Sarıyer’deki 3 villa benim değil şirketin rezaleti gibi açıklaması örnek.
Öbür taraftan Mansur Yavaşa bakın. Adam mütevazilik abidesi, bir düşünün altı milyonluk şehrin büyükşehir belediye başkanısınız, işinize belediye servisi ile gidiyorsunuz, yani makam aracı kullanmıyorsunuz ve düşünün sahip olduğunuz doğru düzgün hiçbir mal varlığı yok. Kızınız Londra’da yaşıyor, orada eğitim görmüş veya oraya çalışmaya gitmiş; kızınıza bir ev alıyorsunuz, bu evi 32 yıllık mortgage yani ev kredisi çekerek alıyorsunuz.
Halbuki şöyle bir düşünün. Bir Büyükşehir belediye başkanının bir iş adamına eliyle işaret etmesi yeterdi Londra’nın en güzel yerlerinde müstakil, gayet şık bir İngiliz evi alınabilmesi için kızına ama Mansur başkan bunların hiçbirine başvurmuyor, tenezzül bile etmiyor, helalinden yaşamını sürdürüyor. Evlatlarına da aynı şekilde örnek oluyor.
Şatafattan, kibirden bıkan daha düne kadar evinin önünde traktör olmayanların on milyonluk Mercedes‘le ıstakoz yediğini gören ve adeta bunlardan gına gelen halk son seçimde de Mansur Yavaş‘a tam desteğini verdi çünkü işine serviste gelip giden doğru düzgün hiçbir mal varlığı olmayan böyle büyük bir megakentin belediye başkanı iken kızına ev kredisi ile 2 odalı stüdyo daire alan böyle bir adam olsa olsa modern sahabesi olabilir.
Benim gözümde Mansur Bey politikanın modern çağ sahabesidir ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yüz yılında böyle yüce gönüllü, böyle ahlaklı, böyle dürüst, böyle çalışkan, böyle verimli böyle mütevazi bir lider ülkenin cumhurbaşkanı olmalıdır.
Son söz: Modern üniversiteler, işsizlik probleminin kamufle edildiği park alanlarıdır. Tarihte ilk defa insanlar 30 yaşına kadar eğitim görüyor. Bu normal değil. Üniversite, halen kahir ekseriyet için meslek edinme ve bu meslekle iş hayatına atılıp göreceli rahat bir hayat sürme anlamını taşıyor. Ancak üniversiteler artık işsizlik problemini kamufle edemedikleri gibi katmerlendiriyorlarsa, çanlar çoktan yükseköğretim için çalmaya başlamış demektir.
Kulağa küpe: Benim tek bir kızım var ama ikinci bir çocuk sahibi olma konusunda cesaretimi toplamakta çok zorlandım. Bunun nedeni, geleceğe dair belirsizlikler ya da ikinci çocuğuma, ilk çocuğuma sunduğum fırsatları sağlayamayacağım korkusu olabilir. Ya da doğacak çocuğa sunulacak kamusal hizmetlerde yoksunluk olacağı beklentisi, tıpkı benim gibi ailelerin çok çocuklu olma isteğini azalttığının altını kalınca çizmem gerekiyor.
Türkiye’de sadece 2 yılda artış hızı binde 12,7’den binde 1,1’e indi. Ya da, Türkiye’de 2022 yılında 85,3 milyon insan yaşarken 2024’te nüfus yerinde sayarak 85,4 milyona yükselmiş. Türkiye nüfusunun önümüzdeki 10 yılda 90 milyon barajını bu gidişatla aşabilmesi muhtemel görünmüyor. Nüfus ve yeni yuva kurma artışının durduğu bir ekonomide büyümenin ne kadar zor olduğunu da bilmek için ekonomist olmaya da gerek yok! Bu bağlamda, konut, beyaz ve kahverengi eşya, tüketim veya eğitim gibi nüfus artışıyla direkt bağlantılı endüstrilerinin yeni dünya düzeninde ne kadar zorlanacağını gelin siz de etraflı bir şekilde düşünün…
Not 1: Süleyman Demirel'in;
"Özal ne veriyorsa, 5 fazlası!"
temalı muhalefet geleneğini, CHP devam ettiriyor.
Anormal bir asgari ücret teklif edip, enflasyona ilk ateşi yaktıranlar da bunlardı. EYT’yi zorlayıp 3 milyon insanı 40-45 yaşlarında erken emekli eden de bunlar.
Olmayan parayı kimse veremez.
Hala öğrenemediniz mi?
Not 2: PETROL çok eskidir.
Bizans'ın attığı GREJUVA ATEŞİ ne sanıyorsunuz?
Petrol, pek çok yerden yeryüzüne sızan bir yakıt. Bilinmemesi mümkün mü?
Bu bölgeler bizdeydi.
En ufak MAKİNE tasarlayamadık.
Sonra da TOKATLADILAR bizi.
Kimler?
MAKİNE üretenler.
Not 3: Katranı kaynatsan olur mu şeker
Cinsi bozuk olan cinsine çeker
Asli ham demirden mücevher olmaz
Sümmani ah edip sararıp solma
Gelen Allah’tandır kimseden bilme
Sevildiğin yere çok gidip gelme
Kesilir muhabbet itibar olmaz.
Aşık Sümmani
Not 4: İnsan yol alır. Yol da insanı alır. Eğer bir insan insafını kaybetmişse o insanda ihsan ve irfan da aranmaz. İnsaf, adaletli ve yargıda ölçülü olmak anlamına gelir. Eğer bir yargıda, hükümde bulunurken insaf ölçüsünden yoksun bir şekilde hareket ediliyorsa orada nefis devrededir. Vicdana oralarda rastlanmaz, çünkü insaf yoksa ortada nasır tutmuş bir kalp vardır. Hakka, hakikate kapanmıştır. İhsan sahibi olmak demek; bir işi güzel yapma, karşılıksız verme manasındadır. İrfan ise hakikati anlaman yolundaki görüş, seziş yeteneğidir. Bu üç güzel bir insanın bünyesinde bulunursa o insan hakikatli bir yolda yürüyebilir. Hakikat içerisinde hareket edebilir.
Not 5: “Hüzün/çok eski bir öykü/oralarda
Atlıların artık olmayan atlarını
Artık kaçan bir uzayın kaynar kayıtlarına
Yürütüp aşkla yorarak
Bengisu taşıdıkları o ilk yazdan
Güze kalan bir gül taşılı
Buruk bir andaç” (İlhami Çiçek)
Not 6: “Ölüm alışsın artık bize
Bir dans gibi bahçemize gelsin
Gelsin otursun ılık minderimize” (Ergin Günçe)
Not 7: Toplumsal çürümenin her bir yerde kendini çeşitli şekillerde hissettirdiği bir zamanda hiçbir kimse, hiçbir kurum bundan kendini münezzeh sayamaz. Ki değer ölçülerindeki aşınma, çürüme hız kesmeden devam ediyor. Toplumda toplumu tutma işlevi gören belli başlı sacayaklarının bile bu çürümede en ön sırada yer alışı bile artık kimsede hayret oluşturmuyor. Bugün bir değer sahibi olmak, o değer ile varlık mücadelesi vermek oldukça zor bir iş haline geldi. Sanki herkes üzerindeki kimlikten kurtulup onu sadece bir gösterge olarak taşımak, emek ve bedel gerektirmeksizin sorumluluklardan sıyrılmanın yolunu açmış görünüyor.
Not 8: Hiçbir zahmetin ortağı olmayan ama her fırsatta fayda devşirme girişimi içerisinde olan ufuk ve vizyon yoksunu kimselerin kendi hırs ve kibirlerini çeşitli şekillerde maskeleyerek yolu yürünemez hale getirecek kadar kişiselleştirdikleri bir noktada; aklıselim olarak bir hareketin ana omurgasını bütün saldırılardan, yıpratmalardan koruyarak var olabilme imkân sağlayan sahih eylemler elbette çürümenin ve çözülmenin sevdalılarının hoşlarına gidecek şeyler değildir. İçlerindeki sığlığı bütün bir harekete şâmil kılmaya çalışan zihni çürüklerin ellerinde geveze bir kuş gibi terennüm ettikleri kuru birkaç sözden başka bir şey yoktur. Önermesi bile olumsuzlukla başlayan bir zihnin gelecek vadetmediği ortadadır. Tembelliğine ortak arayanların yozlaşmada zirve noktaya ulaştıkları vakıadır. Hiçbir slogan ve hamasetin örtemediği bu çürümüşlüğü benimsemek insanın verdiği söze ihanettir ve insan kalabilmeye, erdemli bir ömür sürmeye manidir.
Onun için hareket çürümeden, yozlaşmadan, tembellikten uzak bir şekilde var olacaktır.
Not 9: İlaç olsa içme düşman tasından/Sakın taş attırma dost arkasından/Kim ikiyüzlüyse tut yakasından/Bir yüzüne bir de canına tükür..
Abdurrahim Karakoç