Dolar yükselince "mazot zamlanır", çiğ süt fiyatı artınca "peynir 100 lira olur", TürkŞeker, Çaykur zam yapınca "marketlere yansır" diyoruz. Hakikaten de öyle oluyor. Bir faydası olacaksa, beklentileri iyimserleştirmeye çalışalım. İşin diğer farklı bir boyutu ise toplumun geniş kesimleri peynire süte temel gıda ürünlerine ulaşmakta zorluk çekerken orta üst sınıf ve oranı %5 civarı olan en zengin azınlık zıvanasından çıkmışçasına görgüsüzce tüketmektedir.
Hatta bazen sıra olan dönerci dükkanları ve bazı mekanları görünce ülkede kriz var ekonomik zorluk var demeye insanın dili bile varmıyor. Belki de yanılıyorum hissiyatına kapılıyor. Belki sadece benim alım gücüm düşmüştür, sıkıntı demekki ben de diye düşünüyor insan. Yeter ki herkes iyi olsun şüphesiz. Umarım öyledir.
Veyahut da Ülkede Aylak Sınıfın teorisi, Veblen malları ile Giffen paradoksunu aynı anda yaşıyor, bilin bakalım sebebi ne?
Thorstein Veblen/Aylak Sınıfın Teorisi: Varlık sahibi olan ya da varlık sahibi olma peşinde koşan ve varlık sahibi olmanın ötesine bakan, yüksek mevki isteyen veya varlık sahibi olmanın satın alma anlamına geldiğine inanan insanların davranışları.
Veblen malları:“Gösterişçi Tüketim” teorisi. Bu mallar tuhaftır, çünkü fiyatları arttıkça onlara olan talep de artar, yüksek statü sembolü sayılır. Alfred Marshall/Principles of Economics; Robert Giffen’in çalışmasına atıfla; “Talep arttıkça fiyat azalır” genel kabulünün istisnası olarak bazı mallarda arz ve talep kanununa ters olarak fiyatların yükselmesine Giffen Paradoksu denir. Bizim ülkede konutta çalışıyor şu anda..
2001 krizinin sokaktaki ilk yansıması İstanbul trafiğindeydi. O günlerde Üniversite son sınıf öğrencisiydim. İstanbulda alıştığımız yoğun trafikteki inanılmaz rahatlama hem dikkatimizi çekmişti hem de bizi çok üzmüştü. Trafikteki bu rahatlama insanlar işten atıldıkları için veya pahalı geldiğinden benzin alamadıkları için yaşanıyordu. O an hayatımda ilk defa keşke trafikte tıkanıklık olsaydı diye düşündüğümü de hatırlıyorum.
Bu geçtiğimiz yeni idrak ettiğimiz bayramda İstanbul’da yaşamasam da İstanbul’a bir uğrayalım dedik ailecek. Bayram günü ikinci köprü yolu inanılmaz biçimde yoğundu. Bir iş günündeki mesai sabahı trafiği gibiydi durum. Zam öncesinde daha ucuz benzin, mazot almak için kuyrukların oluştuğu bir ülkeye ait değildi bu anlamsız trafik yoğunluğu görüntüsü. Benzin bizim ailemize zor dayanılır düzeyde pahalı geliyor.
Eşim ile ben mümkün olduğunca, zorunlu durumlar haricinde arabayı pek kullanmamaya çalışıyoruz. O gün yoğun trafikteki insanlar bizim üstümüzde hissettiğimiz bu baskıyı hissediyor olamazlardı. Üstelik o gün yoğunluktan yavaş akan trafikte gördüğümüz arabaların çoğunluğu da süper lüks olmasalar da çoğu markaları iyi yeni arabalardı. Beklediğim daha doğrusu beklenilen ekonomik kriz trafiğini doğrusu göremedim.
İkinci şokumu da yemeği düşündüğümüz dönerciye vardığımızda yaşadık. Lokantaya yaklaştığımızda kapının önünde içeriye girmek için sıra bekleyen onlarca insan duruyordu. Tamam bu dönerci İstanbul'un en pahalı lokantası olmayabilir de dört kişilik bir ailenin en az 450 lira toplam hesapla kalkacağını biliyorum.
Bulunduğumuz semt de İstanbul'un sosyetik zengin semtlerinden bir tanesi değildi. Döner lokantasının önünde bekleyen aileler de gördüğüm kadarıyla orta sınıfın insanıydılar. Yani krizin hayli darbe vurmuş olması gereken benim gibi orta sınıftandılar. Öğle yemeği için bekleyen bu kuyruk görüntüsü halk ekmek satış yerleri önündeki kuyruk haberlerini çağrıştırdığından kafamı karıştırmıştı. Halk ekmek kuyruğunu bilirim onda biz de bekledik ama döner yemek için beklemeyi göze alamadık ve geri döndük. Bu görüntü de ekonomik krizin vurduğu insanların görüntüsü değildi.
Ertesi gün espresso’nun 24 lira olmasından beri hiç gitmek istemediğim kafede durum nasıl boş bir masaya oturup etrafa bir bakayım diye gittim. Kahve ısmarlamadan biraz oturulacak boş masa bulmak imkansızdı. Etraf tıklım tıklım doluydu. 24 lira gibi bence ahlak dışı fiyatla satılan espresso veya daha pahalı içeceklerle dolu masalarda gençler neşeyle vakit geçiriyorlardı. Nişantaşı’ndan da bahsetmiyorum bu kafe Ümraniye’deki bir kafeydi.
Beni yanlış anlamayın gençlerimizin hak ettiği yaşamlar budur. Kafelerini rahat içecekler, neşeyle sohbet edecekler tabii ki ama o gün ben sokağa çıkmadan önce açıkçası göreceğim kriz görünümü manzarasından korkuyordum. Çünkü daha önceki kriz dönemlerinde gördüğüm boş masalar bana hep hüzün bastırmıştı şimdi de aynı şeyi olacağını sanırken bu kriz manzarasını çok şükür bu defa görmemiştim. Açıkçası ne olduğunu anlayamıyordum.
Belki bizim orta sınıf içinde de benim gibi daha fakirleşenler ile daha zenginleşenler arsındaki uçurum açılıyordur ve sokakta gördüklerim sadece zenginleşenlerin hayatıyla da ilişkili olabilir. Ve yine belki bu haksız ve adaletsiz ortamda zenginleşen insan sayısı da zannettiğimizden yüksek olabilir ve onların yaşamı sokağı belirlemeye başlamış olabilir. Bunların hepsi teorik açıdan mümkün ama gerçek nedir bunu şu an emin olun bilemiyorum.
Ha şunu da teslim etmeliyim. Ekonomik kriz dönemleri baskıcı siyasi ortam ile birleşince bu ortam insan psikolojisinde beklenmedik tepkilere de yol açabilir. Espresso'nun 17 lira olabildiği kafedeki o gençlerin o görüntüsü de bu psikolojik tepkinin görüntüsüdür belki de. İnsanların üstündeki baskı artınca cebimdeki son parayı da istediğim gibi harcayım bari durumu da olabilir bu, bilemiyorum.
Kısacası sokaklardaki görüntüler ile televizyonda sosyal medyada ayyukaya çıkan ekonomik kriz söylemleri birbiriyle tezat görüntü sergiliyor. Umarım her şey güzeldir sokaklarda göründüğü gibi, inşallah her şey daha güzel olur. Hoşçabakın zatınıza.
Not 1: Musa değil isen Nil’den uzak dur!
(Aşık Feymanî Mustafa)
Not 2: yi bir iş ile ödülü eşzamanlıdır. Yaralı kuşu tedavi eden çocuk herhangi bir özel ödül peşinde midir, yoksa zaten ödüllendirilmiş olduğunu mu hisseder? Gözlerindeki sevince bakın! (Aliya)