Hayli zamandan beri, yönetim katında oturan siyaset esnafının, 'bize her şey mubah ve size her şey yasak' anlayışı ve sıkı uygulamasından ötürü yoksulluk, öylesine bir dipsiz kuyuya dönüştürüldü ki, hemen hemen her alanda sözün bittiği yere gelindi.
Yani, partizanca olmayan, hakkaniyetle bakabilecek her göz için, adaletle yorumlayan her zihin için, iktidar ve ortaklarının dağarcığında söz bitmiştir, söyleyecek sözleri tükenmiştir.
Şair ne güzel demiş; 'Tükendi mürekkep karıştı satır/ Bilemez ki bu kâtip ne yaza şimdi.' Bu kadronun hem kendileri hem de sözcüleri, gözcüleri söyleyecek sözü tükettiler.
Binlerce asgari ücretlinin tam bir ay geçinmek için kılı kırk yardıkları, kıvrım kıvrım kıvrandıkları bir rakamı bir günde harcayanların, hatta saatler içinde bol keseden harcayanların bu millete söyleyecek ne sözleri olabilir?
'Bize her şey mubah size her şey haram' anlayışı ve algısı ile yandaşları kayırmayı vazgeçilmez bir huy haline getirmiş olanların, milletin gözüne baka baka da ısrarla bu türedi anlayışı devam ettirenlerin hak adına, hakikat adına hangi sözü söylemeye hakları olabilir?
Ekonomide çarklar durma noktasına geldi ama heyhat, büyük faizli sistemin ana taşıyıcısı olan bankacılık sektörü eylül sonu itibarıyla 460 milyar 412 milyon lira dönem net kârı elde etti.
Bu arada bankacılık sektörünün toplam mevduatı, 18 Ekim ile biten haftada önceki haftaya göre, 212 milyar lira artarak 18 trilyon 382,8 milyar liraya yükseldi.
BDDK'nin Eylül 2024 dönemine ilişkin "Türk Bankacılık Sektörünün Konsolide Olmayan Ana Göstergeleri" raporuna göre, sektörün aktif büyüklüğü 2023 sonuna göre 6 trilyon 966 milyar 779 milyon lira artarak, 30 trilyon 518 milyar 692 milyon liraya ulaştı.
Bu istatistiki bilgileri zaman zaman aktarıyoruz ancak, çoğu kimsenin bu verilerin ne anlam geldiğine ve ne ifade ettiğine dair en ufak bir fikrinin olduğunu zannetmiyorum.
Yukarıda aktardığım bankacılık sektörüne ilişkin astronomik parasal genişlemenin, 16 milyon emekliye, 9 milyon asgari ücretliye ne faydası var hiç düşündünüz mü?
30 trilyon parasal aktivite ne demek beyefendi!
2025 yılı bütçe teklifinde giderlerin 14 trilyon 731 milyar lira, gelirlerin ise 12 trilyon 800 milyar lira olarak öngörülmüş.
Bu bütçe ile Amerika'da köpeklere mama alınıyor.
Gelir vergisi 2 trilyon 130 milyar lira, kurumlar vergisi 1 trilyon 637 milyar lira, Özel Tüketim Vergisi 2 trilyon 121 milyar lira, KDV 3 trilyon 599 milyar lira, diğer vergi gelirleri 1 trilyon 652 milyar lira, vergi dışı gelirler de 1 trilyon 662 milyar lira olarak öngörülmüş.
Vurun garibanın sırtına!
12.500 lira verdiğiniz zavallı emekliden, 4 katı vergi alın.
Gelir vergisine dikkat ettiniz mi?
ÖTV ve KDV'den daha az.
Koç ve Sabancı'dan da aynı ÖTV ve KDV'yi alın, gariban köylüden de.
Siz buna ülke idaresi mi diyorsunuz?
Bütçe yaparken milletin en temel ihtiyaçlarından ve ülkenin stratejik alanlarına dair büyümeye olan ihtiyacından yola çıkılması gerekirken, tam tersi parametreler dikkate alınarak ve onlar üzerinden hesap kitap yapılıyor.
Lütfen azıcık kafa yorun ve faciayı kavrayın.
Koca bir devletin bütün bir milletin hayatını tanzim edecek ve bir yılını düzenleyecek bütçesi 15 trilyon lirayı bile bulmazken, devlet içinde devlet olmanın ötesine geçmiş bulunan bankacılık sektörünün parasal aktivite oranları, 30 trilyon lira olabiliyor.
Nerede devlet, bu nasıl aymazlık ve iş bilmezliktir!
Milletimiz ailesini geçindiremiyor, ciddi barınma sorunu var, gelir adaletsizliği had safhada, işsizlik kangrenleşmiş durumda, eğitim sistemi yetersiz, sağlık sistemi iflas etmiş durumda, caddeler, sokaklar güvensiz, aileler çatırdıyor ve daha niceleri…
Tarihin en köklü ve ilk uygarlığını kuran bu aziz Türk milleti, nasıl bir günaha duçar oldu ki böylesine liyakatsiz ve bilgisiz eller tarafından idare edilebiliyor.
Hükümet politika üretmekten vazgeçip milleti serbest bıraksa bundan daha kötü olmaz.
Vatandaşa iş bulamıyorlar, aş bulamıyorlar sonra da diyorlar ki, ülkemizde Kürt sorunu vardır. Eğer siyasilerimiz iktidarıyla muhalefetiyle vatandaşların ekonomik ihtiyaçlarına çözüm üretse, anayasamızda yazan sosyal devlet gereği herkes adil bir şekilde devletin gelirlerinden hakkıyla istifade edebilse, rant ve yolsuzluklara kapılar kapatılsa, söyler misiniz herhangi bir sorun kalır mı?
Ülkemizdeki en büyük sorun, siyaset eliyle vatandaşların anayasal haklarının gasbedilmesidir. Buradaki eksiklik anayasadan kaynaklanmıyor, anayasayı uygulamayan siyasetten kaynaklanıyor. Dolayısıyla değişmesi gereken anayasa değil, çözümsüz olan siyaset anlayışı ve bunu bize dayatan siyasilerdir.
Siyasiler sıkıştıklarında hemen laikliğe saldırıyorlar, Atatürk'e iftira atıyorlar, ya dini değerleri çarpıtarak dini siyasetlerine alet ediyorlar ya da dine saldırarak milleti dininden soğutmaya çalışıyorlar. Bunların hepsi aynı küresel senaryonun parçası, bunu bilmemiz lazım. Bu senaryoyu içeride oynayanlar da sadece figüranlar.
Peki iktidar bu haldeyken ana muhalefet yani son yerel seçimde bol oyla ödüllendirdiği parti ve belediye başkanları neler yapıyor!
Onlar da kayıkçı kavgalarıyla meşgul.
Konser düzenliyor ve sanatçılara milyonları peşkeş çekiyor.. Sanki bu şarkıcıların parası az. Allahtan kent lokantaları açtılar. Yaptıkları tek faydalı iş.
İktidar iktidarlığını yapmıyor, muhalefet de muhalefetliğini…
CHP’nin siyasi rekabette stratejisi ve yöntemi yoktur. Siyasete hakim olan kavram setini yani halıyı iktidarın altından çekmesi lazım ama bunu nasıl yapacağını bilemiyor. İktidarın en zayıf yönü israf ve lüks harcama olmasına rağmen, bu bahiste Ak Parti’nin değil CHP’nin sorgulanması bundandır.
CHP’nin iktidara gidiş planı da bulunmamaktadır. Türkiye’de işlerin bugün neden kötü gittiğini ve nasıl iyi olacağına söylemesi gerekiyor ama bunu anlatacak orijinal cümleleri kuramamaktadır. Daha iyisini yaparım, demek politika veya vizyon değildir. Ülkeyi şaşırtacak ve başları kendisine çevirecek bir vizyon paketine ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyacın farkında olup olmadıkları de şüphelidir.
CHP ve ekibi Türk milletinin yüzünü kendilerine çevirmesine layıkıyla karşılık verememektedir. Bir an önce toparlanıp zor durumda olan halkın yanında yer alıp politikalar üretmeli ve iktidar namzeti olmalıdır. Mahalle yanarken konserler verip saçlarını taramamalı..
17 bin yıllık Türk devletini yönetmeye talip olmak için, önce küçük sınavlardan başarıyla çıkmış olmak gerekir.
CHP belediye yönetimi sınavından başarıyla çıkmak zorundadır. Cumhuriyeti kuran parti olarak bu sorumluluk onlarındır. Türk milletini makus talihine terk etmeden hep ileriye taşımak için yanlışlardan dönülüp doğrular platosunda yola devam edilmelidir.
Son söz: Mansur Yavaş’ın konserlere ödediği ücret konusu neden genişleyerek devam ediyor, sıralayayım;
Bir, Yavaş hakkındaki “en güvenilir” siyasetçi algısı sarsıldı.
İki, CHP’nin “sosyal belediyecilik” iddiası, ‘‘konser belediyeciliği’’ne dönüştü.
Üç, yoksulluğun derinliğini eleştirerek yükselen bir siyasi partinin, eğlenceye maliyetlerin çok üzerinde para harcaması tezat oldu.
Dört, kriz yönetiminde yapılmaması gereken tüm iletişim hataları (düzenlenen basın toplantısı gibi) yapıldı.
Beş, organizasyonların ihalesiz olarak aynı firmaya verilmesi “pes” dedirtti.
Konuyu “yolsuzluk iddiası”ndan daha önemli kılan, Yavaş’ın yıllarca özenle kurduğu “temiz siyasetçi” imajının hasar alması.
Bu konuda söyleyeceğim üç şey;
Bir, 29 Ekim’de ücretsiz konser vermek isteyecek sanatçı yoksa, çok vahim.
İki, teknik konulara ödenen paranın yarısına o sistemi satın alır, kiraya vererek de ödediğiniz parayı geri kazanırsınız.
Üç, liderin temiz olması yetmez, ekibi de temiz olmak zorundadır.
Uyarı: X’i (Twitter) yeniden düşünmenin gereği: Trump’ın kankası Musk’ın son dönemdeki tutumu ve X’e müdahaleleri takipçilerin bırakmasına neden oluyor. 10.7 milyon takipçili “The Guardian”, 1.7 milyon takipçili “La Vanguardia” gibi gazeteler ve önemli isimler X’ten paylaşımları durdurdu. Pek çok kez yazıp söyledim, başta AA olmak üzere, resmi kurumlarımızın sosyal medyayı iletişim aracı gibi kullanmaları konusunun gözden geçirilmesi doğru olacaktır. Musk’ın ABD’nin “eş başkanı” olması durumu hassaslaştırıyor olsa da.
Aforizma: Bir gün herkes ihaneti tadacaktır değişmez kural!
Kulağa küpe: Mesele evlenmek değil evli kalmak; mesele işyeri açmak değil kapamamak, mesele zengin olmak değil zengin kalabilmek..
Not 1: Bir zamanlar 'dava delisi' insanlar vardı. Sonra fedakârlığın yavaş yavaş 'enayilik' hanesine yazıldığına tanık olduk. 'Kendimizden başka bir şey uğruna yaşamanın yükümlülükleri'nden uzaklaştıkça insanlıkla aramızdaki mesafe uzadı.
Sonuç: Hoyratlık ve nobranlık.
Not 2: Üşüdüm yağmuruna sar beni
Hasretime vâha, çölüme serap ol
Kendine başka anlam bulsun intihar
Son istasyonda beklerken ömrüm
Seni sevdim, ne söylesem, hepsi inkâr
Giderken, elvedana sar beni..
Not 3: Gitmek, acıyı emanete bırakmak değil miydi? Emanete kabul edilmeyecekti bu acı, bilmeliydik. Bir tabloya hayallerimizi çizmeliydik. Zordu. Gölgesi düşmüyordu hayallerimizin. Çünkü kendisi hiç olmadı. Şimdi uğurlarken bir mevsimi, üşütüyor tenimizi. Ancak yürekten sarılmak ısıtabilir gönlümüzü.
Ne ki geçti vakit. Kapanmayan bir yara ve teşhisi mümkün olmayan bir dert. Müptelası olunan uzak sevda. Mevsim sonbahar…
Eli böğründe kalır her umudun. Kalemde mürekkep, defterde sayfa yok. Ve kalpte hüzün çok. Işığını saçar, geceyi aydınlatır da yolunu bulamaz mı ay? Düşer parça parça, kırılır içten içe. Şiir olur sûreti. Mevsim gibi geçer yüzü. Her gece misafir olur gönüllere. Suya düşer ay, başlar ayrılık. Ağlar ismini yüzüne aksettiren güzellik. Ve başlar sonbahar.
Not 4: “En sağlam kapı Devlet Kapısı’dır!” diyerek o kapıdan içeri girebilmenin umuduyla başladığımız yarışın sonucunda başarılı olanlarımız hayatının sekiz beş arasını karın tokluğu, bankaların kredileri, oturulan evlerin kirası, binilen arabaların borçları uğruna feda etti. Başarılı olanlarımız günde sekiz, haftada kırk saatle kurtulurken, o kadar da şanslı olmayanlarımız ise özel sektörde, daha ağır işlerde mesai kavramından yoksun bir halde ne iş olursa yaparım tonunda iş bulabilmenin umuduyla günlerini günlere ekledi.
Not 5: İş hayatı, eş seçimi, yuva kurma hayali, çoluk çocuğa karışma derken dünya cenderesi içinde günleri günlere eklemleyerek, bazen de emekleyerek yaşamaya devam ettik. Gün geldi, bizim biricik çocuklarımız oldu ve işten arta kalan zamanlarımızda onlar için gönüllü köleler olduk. Artık her şey onların mutluluğu içindi. Onları mutlu etmek için etraflarında pervane olmaya çalıştık. Daha dün bizim mutluluğumuz için bize pervane olan ebeveynlerimizi dahi ihmal ederek yarın kendi çocukları için kendilerini ve bizi ihmal edeceğini bildiğimiz yavrularımız için bugünümüzü yarının peşinatına saydırdık. Yine de bu halimizi en masum gönüllü kölelik olarak görüyoruz. Çünkü sadece bununla da kalmıyoruz. Bugün dünyanın gönüllü köleleri olduk.
Not 6: Gençken bedelini sağlığımız ile ödeyerek kazandıklarımızı yaşlandığımızda sağlığımızı kazanmak işin geri harcıyoruz.
“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm Suresi, 39. Ayet) ayetini seküler düzlemde idrak ederek sadece bu dünyadaki çalışmanın karşılığı olarak gördüğümüz müddetçe bu paradoks devam edecek ve dünyanın peşinden koşmayı sürdüreceğiz. Ancak ayetin muhatabı olan bizler, yaşamın bu dünyadan ibaret olmadığını Allah’ın adaletinin baki olduğunu idrak ettiğimiz zaman bu paradoksun ve dünyanın gönüllü köleleri olma fikrinin dışına çıkarak Hakk'a ram olmayı başarabiliriz. Aksi takdirde dünya labirentinde sonuçsuz ve anlamsız bir halde gönüllü köleler olamaya yaşamaya devam edeceğiz.
Not 7: Eskiden adanmış insanlar vardı, öğretmen ya da doktor, Anadolu'nun ücra köşelerine gidip halka hizmet etmek isteyen. 19. yy'dan kalma bir coşkuydu belki bu. Bilim, sanayi, teknoloji, sanatta devrimci gelişmeler yaşanmış, bütün bu ileriye doğru sıçramalar ve gelişmeler halkların başını döndürmüştü. Anlamlı bir yaşam, o zamanlar daha kolaydı, hatta kendiliğindendi. Bir ebeveyn, arkadaş veya bir topluluk üyesi olarak ya da bir meslek yoluyla anlam kendiliğinden gelirdi.
Not 8: Maddi başarı arayışı, kendi başına bir amaç olarak zenginlik ve güç birikimine. Artık o idealist öğretmenler ya da doktorlara aptal gözüyle bakılır oldu, bir hırka bir lokma anlayışını dindarlar dahil çoğu kişi terk etti. Anlamlı yaşam, öncelikle insanın kendisiyle kurduğu ilişkiyle ama sanki bir ilham perisi tarafından izleniyormuşçasına yaşandığında ortaya çıkan bir şeydi.
Bir dağ köyünde çalışan idealist bir öğretmen kendisini yalnız hissetmezdi, o ilham perisinin varlığıyla insanlığın bir parçası olarak gurur duyduğu bir işi yapardı. O ilham perisi, çoğumuzun sevecen bir diğerinin bilinçsiz izi, aslen annemize borçlu olduğumuz içsel bir duyu ve işlev tarafından yönlendirilir. Hayatımız boyunca bize rehberlik eden bu ilham perileri, birer birer yok edildi sanki bu tekillikler çağında.
Not 9: Gerçekte neye ihtiyacımız var bilmiyoruz, ne düşünüyor, neyi arzuluyor, neyden korkuyoruz? Artık çoğu kişinin kendisine ayıracağı bir zamanı yok; boş zamanlar da sosyal medya, sonu gelmeyen diziler, etkinliklerle dolduruluyor. Herkes sürekli bir şeyler yapma derdinde, ama 'olma', yani durup hissetme, içe bakış bir korkuya ve kaçışa neden oluyor. Çünkü içlerine baktıklarında ilham perilerini görememekten korkuyorlar. Kapitalizmin düşüncesiz açgözlülüğüne ve endüstriyel gücüne yakalanmış olan benlikler, her şeyi paramparça etti.
Not 10: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.
Sezai Karakoç’a Dair
I
biz çok kardeştik
siyah, sarı, beyazdı yüzlerimiz
bir yağmur bulutuyduk
Ergani’den İstanbul’a geldik
Taha gibi ben de bir çocuktum
siyah önlüğümle okula giderken
radyo tamircisi amcadan
Sesler’i aldım
sesimi Sesler’de buldum
Taha gibi
ben de bir çocuktum
tüm resmigeçitlerde
başını hiç çevirmedin
yüzün kıbleyi gösteren pusulaydı
saçların kıvırcık ve karaydı
Ulu Cami avlusuna düşen güneş
sokakları dolduran o ses
sesindi
gözleri her an Bilâl’le buluşan
okul aşılarından kaçıp
Kıyamet Aşısı’na koşandın
bakımlı tayların
kınalı kuzuların
içtiği sulardan içtin
sizin bağın duvarı
bizim bağın da duvarıydı
salkımların biri size
biri bize sarkardı
leylâ üzümlere baka baka Mecnûn
Mecnûn Leylâ’ya baka baka çöl olurdu
sizin bağın duvarı
bizim bağın da duvarıydı
II
bir gemi denizi yararken
kanı da yarıyordu
kurulan bir köle devleti
halk veba gemisinin demir attığı limana baktı
yalnızca baktı
bakmayı unutarak baktı
o kent her gün azar azar çöktü
uyuz köpekler gibi çöktü
dans kıvraklığında sen
o kenti ve limanı geçtin
çünkü sen sözcüklerin, kitapların ve tarihin
dansını iyi bilendin
elmada aşkı
kirazda hasreti
incirde savaşı
narda bir bebek gülüşü
zeytinde hüznü
hurmada biatı
Nemrut’ta putu
Meryem’de doğum saatini
İsa’da kaderi
Taha’da kavisleri görendin
ayı cep aynası gibi yüzüne tutup
horozların ibiğinde tan kızıllığına dalan
ellerinde yalnız göğe doğrulan
bir kartalı tarak gibi saçlarından geçiren
bir sözcükten bin şiir düşüren
kapısı hep kalbine açık
bir şövalyeden su gibi akan
kılıçları yontan
her akşamı iftar gibi açan
orucu gül gibi tutan
antik vazolara antik çağlar koyan
yazıyı dağ sularıyla yuyan
ekmeği bölerken açlarla bir olan
“Sedye taşımaktan kolu tutulan”
Hızırla Kırk Saat
bin yıl ekinini biçtin
başaklardan Sütun’lar diktin
III
dinmeyen yağmurlardan
kara kışlardan geçirdik aşkı
kuş uçmayan göklerden
Davud’un sesinden başka
süt sağdın bulutlardan
veba hastalarına şifa sütü
Meryem’in sütü
Halime annenin sütü
Romalının hiç emmediği sütü
Dicle’nin Fırat’ın sütü
Peygamberin sütdişi beyazlığında
bir güvercin ağzında mağaranın
aşkı geçirdik
Musa’nın Kızıldeniz’i yaran âsâsından
İbrahim’in ateşi gül bahçesine döndüren
aşkı geçirdik alınyazısından
atların nallarıyla mühür vurduğu topraklara
duvarları mutluluk, çatısı mahyalar olan
kandiller gibi evler kurduk
biz çok kardeştik
siyah, sarı, beyazdı yüzlerimiz
bir yağmur sonrasıydık
sıcak denizlere indik
IV
ah kara gözlü yalnızlık
dedemin cep saati yalnızlık
Yusuf kardeşimle büyüttük seni
Ali’de bir Ehl-i beyt hüznü
gibi ah kara gözlü yalnızlık
şimdi bir kış atını yemliyoruz
demli çay gibi demliyoruz
ah kara gözlü yalnızlık
samanyolunda kapalıçarşı
kapılar ki sonsuza açık
selâm olsun Mekke’de doğan aya
selâm olsun Medine’ye göçen güneşe
selâm olsun adı ışık olan dağa
selâm olsun Kudüs’te Mirac’a
selam olsun Sezai Karakoç’a
Güne Doğan Koşu-Dokuz Kandil-/Arif Ay
Not 11: Bastırılmış her duygu bir gün korkunç bir şekilde ortaya çıkar.
Not 12: Türkiye'de TORPİL yeni başladı zannediliyor.
Geçmişte eğitimin gözbebeği olan okullarda güya seçmece öğretmenler ve önemli kurumlarda liyakat sahibi bireyler olacaktı.
Bir noktada, buraya atanmış öğretmenlerin ve kişilerin rahat %50'den fazlası TORPİLLİ ve BOŞ tiplerdi.
Tabii, hakkıyla atanacak olanın da hakkı güzelce yeniyordu...