Akaryakıt zamları almış başını gidiyor tüm tüketim maddelerine yansımalarını takip edemiyoruz.. Pazar tezgahlarındaki, marketlerin manav tezgahlarındaki sebze meyvelerin yanından bile geçemiyoruz.. Her hafta yirmi liralar civarındaki domates-hıyar borsası artık takip edilir gibi değil. Benim en çok tükettiğim sebzelerden biri olan domatesi, hıyarı artık gönül rahatlığıyla satın alamaz durumdayım.
Üç beş gün öncesinde 17-18 liraya satın aldığım domatesleri dün birkaç büyük marketi dolaştıktan sonra en uygun fiyat olarak gördüğüm bir yerde 24,90 liradan satın alabildim. Satın aldığım bu markette yine en çok tercih ettiğim ve kahvaltıda mutlaka tükettiğim kokteyl dpmatesin kilosu 34 lira, pembe domates ise 40 lira idi. Bana yenmeyecek ucuz çürük domates fiyatlarıyla gelmeyin. Yoksa çürük çarık 15 liraya domatesler de vardı. Düşünün memleketin halini. Çöpe gidecek domates bile 15 TL. Varın anlayın hayatın zorluğunu ülkenin. Vatandaşlarına cehennem yabancılara cennet olan paryalattığımız ülkemiz.
Bizde yaşanan bu fiyat istikrarsızlıklarını anlatan mazeretleri hazır gibi. Öncelikli neden; elektrik faturlarına yansıyanların üzerimize bıraktığı yıkıntılar. Doğal gaz, elektrik ve akaryakıta yapılan zamlar, benzin, mazot fiyatları ülkenin her köşesinde yirmi lirayı aşmış durumda. Çarşı pazarda dolaşırken satıcılar bile yaşananlardan ve yapılan zamlardan bizden çok şikayetçiler. Bu durumdan ençok etkilenlerin biz tüketiciler olduklarını içtenlikle dile getiriyorlar.
Çoğu yerde; hıyar, domates, özellikle; patlican, dolmalık biber, çarliston biber ve çeşitleri neredeyse özel tekli paketler şeklinde satılacak durumda. Hele, 60-70 liralara varan etiket fiyatları ile taze fasulye, sivri biber tam şaka gibi. Sebze, meyve, bolluğunun, seralarla zenginleştirilmiş üretim imkanlarının olduğu bu ürünlerin kısacası sebzelerin üretilmesinde nasıl ve ne zaman bu duruma gelmişiz anlaşılacak değil.
İki yıldan fazladır yaşadığımız pandemi süreci, hepimiz için dayanılmaz, yarınında nelerle karşılaşacağımızı bilemeyeceğimiz zorunlu bir yaşam biçimine dönüşmüştü.
Oldukça can sıkan bu durum giderek düzelmeye başladı. Omicron vakalarında biraz daha normale donmüş durumdayız. Salgın konusunda bozulan psikolojimiz düzelme yolunda.
Ama asıl derdimiz, geçim şartlarımızı iyice dibe vurduran, iyice çığırında çıkaran ve hayatı dayanılmaz yapan fiyat artışlarının tüm tüketim maddelerine yansımalarıdır. Akaryakıt, doğal gaz ve özellikle de elektrik fiyatlarındaki artış hala kabus gibi. Bu zamların temel tüketim maddelerine ve faturalara yansımaları dayanılacak gibi değil. Dayan yüreğim dayan modunda çile çekmeye devam ediyoruz.
Yaşanan derin ekonomik buhran uzun dönemli fakirleşmeye, orta sınıfın çökmesine, azgın azınlık dışında geniş halk kesimlerinin fakirleşmesine, işsizliğe özellikle genç işsizliğine yol açtı. Gençlerde o kadar yoğun bir işsizlik var ki ev dışına adım atanamayan körelen evlenemeyen bir çaresiz kitle oluştu. ‘Ev genci’ diye bir kavram oluşmak zorunda kalındı bu yeni durumu anlatabilmek için.
Global düzeyde bu kavramı anlatmak için NEET (Not in Education, Employment or Training) kullanılıyor yani eğitimde olmayan, işi de olmayan ve bir iş için eğitimden de geçmekte olmayan gençlerin durumunu ifade ediyor bu 'Neet'. Açıkçası evde oturmak zorunda olan, yani ev genci anlatılıyor bununla.
Yapılan bütün çalışmalarda bu ev genci oranında Türkiye OECD ülkeleri arasında daima birinci çıkıyor. Gençleri üzmek konusunda bir numarayız anlayacağınız.
Üstelik o ülkelerde gençler, o anda ev genci konumunda olsalar da, yakında bunun düzelebileceğini ve bir ihtimal iş bularak evden çıkacakları umudunu taşıyorlar, bizde ise bu umut gittikçe hızla yok oluyor maalesef.
Bunun sonucunda ev gençlerinde ‘işsizlik kaygısı, öfke, hiçlik duygusu, hayal kırıklığı ve gelecekten umutsuzluk' çok yaygın görülen ruh hali oldu birçok araştırmaya göre.
Türkiye üstelik çok da genç ülke. Yani gençlerin nüfus içinde sayısı hayli fazla. (Yüzde 16'ya yaklaşıyor bu oran).
Bilimsel çalışmalar, ev gençleri gelecekte durumlarının değişme ihtimalinin çok düşük olduğunu düşünmeye başladıklarında kendilerini inanılmaz derecede yalnız hissetmeye başladığını, hiçlik duygusunun da ruhlarını bastığını ve bunun kaçınılmaz sonucu gençlere özgü depresyonun ağır koşullarının oluşması olduğunu gösteriyor.
Üstelik bu durundaki gencin kendisine bir çıkış yolunu oluşturacağını sandığı cep telefonu ile ulaştığı sosyal medya da depresyonunun daha da arttırmasına neden olabiliyor.
Sosyal ve ekonomik şartların bizden çok daha hafif olduğu ülkelerde 2009 ile 2021 yılları arasında ağır depresyonun eşiğinde olacak kadar yoğun üzüntü çeken genç nüfusun oranı yüzde 26’dan yüzde 44’e ulaşmış durumda. Bizdeki ağır koşullarda bu durumdaki gençlerin genç nüfus içindeki oranına bilimsel bakılsa kim bilir oran ne düzeyde çıkacaktır?
İçlerindeki bütün yaratıcı enerjiyi baskı altına alıp evde oturmaya mahkum ettiğimiz, popülist duygular tatmin olsun diye orada burada açılan lüzumsuz adı güya üniversite olan yerlerden verilen diplomaların sadece bir kağıt parçasından ibaret olduğunu acı gerçeğini yüzlerine el birliğiyle sıvadığımız, artık aşık olmaktan bile korkan, bırakın geleceği yarını bile düşünemeyen gençlerimizin acı çekmekte olduklarını ne olur görelim.
Eğer ülkemizin en kahraman benliklerini ve en yaratıcı olabilecek cesur insanlarını gözden çıkaracak kadar ve de ülkemizin geleceğini karanlığa bulayacak kadar acımasız ve duygusuz değilsek umutsuzluğun pençesinde olan gençlerimizin önüne tünelin sonunda bir ışık gösterecek bir planı acilen koymalıyız.
Gençlerimizin durumu yukarda anlattığı gibi ama ya onların önüne bir umut planı koyması gerekenlerin durumu nasıl acaba.
Yaşadığımız süreçlerden, travmalardan sonra hepimizin beyninde bir çölleşme yaşanmaya başlandı.
Fransız sosyolog Jean Braudrilard, Amerika’yı gezdikten sonra ülkedeki durumu anlatmak için ‘hiper-gerçeklik’ kavramını üretti.
Bugünün Türkiye’sini de görseydi Braudrillard kavramın ne kadar isabeti olduğunu anlayacaktı büyük ihtimalle.
Braudrillard bu kavramı özelikle Amerika’nın çöllerini gördükten sonra formüle etmişti.
Çöller ıssızlıkları, durgunluğu ve sakinliğiyle sanki geçmiş ve gelecek hiç yokmuş ve hayat sadece bugünden ibaretmiş duygusu verebilir insana. Braudrillard bundan yola çıkarak Amerikan kültürünün de geçmişi ve geleceği yokmuş gibi sadece bugünlük anlık hazlarla yaşayan kültürsüz bir ülke olduğunu ve ABD de hiper-gerçekliğin egemen olduğunu söylemiştir.
Türkiye’de ise geçmişi, bizim bugünkü sorunlarımızı çözmeye yaradığı ölçüde düşünmeye başladık. Yani elimizde çok ciddi belgeleri, kayıtları da olduğu halde o geçmiş bizim için sadece ideolojik bir olgu haline geldi. Bugünkü sorunlarımızı aşmaya yarayacağını sandığımız bir ideolojik alet o geçmiş artık çoğunluk için.
Bugünkü sorunlarımız o kadar fazla ki geleceğimiz ise hiç yokmuş gibi davranabiliyoruz. Sadece bugünü aşmak, bugünü tamamlamak, bu gece sofraya yemek koyabilmek ve bir şekilde bir gün daha ayakta kalabilmek için yaşamaya başladı çoğunluk.
Yani geçmişi ve geleceği yokmuş gibi sadece bugünü yaşayan ABD gibi biz de kendi hiper-gerçekliğimizi kurmuş durumdayız.
Bu hiper-gerçeklik durumu kültürel çölleşme aşamasına doğru gidiyor. Yaygın kültürsüzleşme ve vasatlık salgını var.
Hiper-gerçeklik içinde yaşamaya adapte olmaya çalışan beyinlerimiz ise düzgün düşünemez, eskilerin illiyet bağı dedikleri neden ile sonuç arasında bağlantılar kurma yeteneğini de kaybetmeye başladı.
Bu illiyet bağını kurma yeteneğinin toplumda kaybolmasının sonuçları birçok alanda çıkabiliyor. Örneğin hakkında hiçbir hukuki delil olmayan bir kişiye müebbet hapis işte bu nedenle verilebiliyor, ekonomi teorisindeki yeri yüzyıllardır zaten beli olan 'Faiz' kavramına işte bu nedenle yeni ve fantastik tanımlar getirilebiliyor.
Evet, Türkiye’nin Tanzimat’tan bu yana değişmeyen bir ekonomi politiği var: “Dışardan borç al, çatır çatır ye, ödeme vakti gelince de krize gir!” 30 sene içinde küresel kapitalizme eklemlenen ülkemiz kaynaklarını sanayi ve tarım üretiminden daha fazla hizmetler sektörüne ayırmıştır. İnşaat ve turizm de bu furyada yükselmiştir. Dışarıdan alınan borçla gelen döviz fazlası, 2003 – 2013 yılları arasında aşırı değerli Türk Lirasına ve insanlarımız için sahte ve geçici bir cennete yol açtı. Her fırsatta daha fazla borçlanıp daha fazla tüketmek hepimiz için hayatın genel kuralı haline geldi. O yüzden en mütedeyyin ve dindar kardeşlerimiz için bile, Ramazan Ayı ve Bayram, nefsani arzuların doyurulduğu, siyasi ortamlarda yer edinilen ve daha fazla para kazanma imkânlarının araştırıldığı bir dönem oldu. Ne diyelim? Allah sonumuz hayretsin!
Ramazan bayramının ilk günü bugün. Bayramlar ailelerin bir araya geldiği dönemlerdir. Ancak bizde son 30 yıldır insanımızın kafasındaki Bayram kavramı değişmiştir. Aile birliğinin (dolayısıyla milli birliğin) temin edildiği ve akrabalar ile bir araya gelindiği özel bir günden güneydeki “ultra plus mega plus herşey dâhil plus” otellere çekirge sürüsü gibi üşüşüldüğü bir tatil dönemine terfi edilmiştir. Bu gelişmeyle (!) ne kadar iftihar etsek azdır! Milletçe berhudar olalım. Yaşadığımız son ekonomik buhran bile engel olamamışsa benziyor borçlanarak tüketim alışkanlığına son vermeye.
Selamımız, merhametimiz mütebessim çehremizle kutlu ve mübarek olsun Ramazan bayramımız. Büyüklerin ellerinden öper, küçüklerin gözlerinden, her adımımız bayram sevinciyle dua olsun. Allah C.C. Ülkemize, Türk İslam alemine birlik, dirlik ve kardeşlikler lütfeylesin.
Can Yücel şöyle seslenmiş bir vakitler:
"Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz
kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;
sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni
kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır" vesselam.
Bayramınız mübarek olsun, örselenmiş tatilleriniz bayram olsun. Sevgi ve saygılarımla. Hoşça bakın zatınıza..
Son söz: Muharebede düşman karşı taraftadır. Üniformalıdır. Kaçarsın, kovalarsın ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde dost kim, düşman kim bilinmez!