Bütün düzen partileri, halkı belli dengelerde tutmaya çalışan her biri bir alana hükmeden iktidar bileşenleri. Denge biraz bozulduğunda hemen eski konumuna getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar, çünkü denge bozulursa düzen bozulacak, düzen bozulursa işler bozulacak. 

CHP'yi düşünün...  128 milyar dolar nerede'den başlayıp, beşli çeteden hesap soracağız'a, garantili anlaşmaları iptal edeceğiz'den, kamulaştıracağız'a yükselen çizgisi varken türbana yasa nereden çıktı? Bir mutfakta oturup video çekerek bir çuval inciri berbat etmek "hata" mı? İyi Parti'yi düşünün. Tam oyları tırmanışa geçti derken bir parti yöneticisinin çıkıp ülkü ocakları kasaba teşkilat reisi kıvamında laflar etmesinin, "allahsız komünistlere" saydırmasının, kamulaştıracağız'a karşı mülkiyet hakkı savunmasının şu konjonktürde ne işi var? Hata mı? HDP'yi düşünün. Halk coşkuyla Cumhuriyet kutlamış, iki gün sonra 100 yıllık yıkımdan bahsetmenin, olur olmaz Şeyh Sait, Seyyid Rıza savunmanın, tam da Selo'nun ezber bozan fikirlerini duyurmaya çalıştığı zaman, seküler/cumhuriyetçi kitlelerin damarına basmanın izahı ne? Hata mı?

Saadet'i, Deva'yı, Gelecek Partisi'ni filan hiç saymıyorum. İstanbul sözleşmesi'ne, festival kutlamalarına, konserlere, LGBT haklarına karşı saçma sapan ve zamansız çıkışlar, hala türban kavgaları, tabanı yok, oyu yok, şahıs partileri 6'lı masalarda ne işleri var? Muhalif seçmenler arasında bir anket yapılsa mesela, sorulsa orada BTP mi olsun, yoksa GP, Deva mı olsun? Ne çıkar? Ne çıkacağını hepimiz biliyoruz. O zaman "halka rağmen, halk için" mi muhalefet? Yoksa halkı belli bir dengede tutmak, islamcı dozu sürekli şırınga etmek için mi?

Kemal bey çok mu dindar, her lafa "allah kısmetse" diye başlıyor? Bir hafızlığı yoktu, meğer kuranı hatmetmiş haberimiz yokmuş. Ekrem bey çok mu dindar, akepe zamanında atılmamış, bir tane kandil sektirmiyor. (İstanbul'da hıristiyan, yahudi yok mu? Laiklikte hepsi eşit değil mi?) Peki biz, bu halkı oluşturan insanlar sürekli ahmak yerine mi konacağız? Aptala mı yatacağız? Biz aklı yetmez çocuklarız da, 65+ bir heyet mi bizi 21. yüzyıla hazırlayacak? İlkesizlik, omurgasızlık, pragmatizm Türkiye'ye bunca sene ne getirdi ki, bundan sonra getirsin?

Muhalefete muhalefet etmemeliymişiz. CHP'liler bize izah etsinler şimdi:  cumhurbaşkanı, milletvekili ve türban olmak üzere önümüze üç sandık gelecekse, genel başkanlarının bir gece yarısı evinden attığı videolü gollük pası onlar eleştirmeyecek, biz de mi eleştirmeyelim? Ben aptal yerine konmayı, ahmaklığı, her gün zekama hakaret edilmesini, muhalefetmiş diye "100 yıllık yıkım" denerek cumhuriyete, kuruluşa sövülmesini, akepesiz akepe rejimi dayatmasını kabul etmiyorum. Midesi kaldırıp kabul edenlere afiyet olsun, üstüne bir de hoşaf içsinler.

Seçim öncesi konut kredi kampanyası ve otomobilde ÖTV indirimi:

Seçim öncesi konut kredi kampanyası ve otomobilde ÖTV indirimi olacak diye yazılıp çiziliyor. Kesinlikle yalan.. Konut işi TOKİ kampanyası ile halloldu. Otomobilde de ülkede döviz olmayan bir ortamda ÖTV indirimi asla gelmez. Hükümetin son isteyeceği şey seçim öncesi kur şoku.

Karşılıksız paraya dayalı kredi enjeksiyonu kurda yeni bir sıçramaya yol açar. Faizler de inmişken bunun önü alınamaz. Seçime kadar kuru rölantide tutmak isteniyor. Dediğim gibi aksi yönde bir adım kesinlikle gelmez. Herkes aklından silsin kredi kampanyası ve ÖTV indirimini.

FAKİRLEŞTİREN BÜYÜME ve YAMAN ÇELİŞKİLER;

Tabiî ki, ilk bakışta, insana tutarsız ve mantıksız geliyor: Bir ekonomi toplamda büyürken nasıl fakirlik artar? Çünkü büyüme bir milletin toplam üretim gücünde ve dolayısıyla toplam gelirindeki artıştır. Yani gelir artıyorsa insanların da zenginleşmesi gerekmez mi? Kazın ayağı her zaman öyle değildir. İsterseniz anlatayım… 

Hatırlayacaksınız, iktisadi kalkınma için gerekli olan ilk koşul istikrarlı bir büyüme performansıdır. İkinci olarak tekrar hatırlayalım ki, üç ayda bir açıklanan büyüme rakamları iktisadi büyümeyi göstermez. Gazeteciler, siyasetçiler, borsacılar ve “piyasa profesyonelleri” genel olarak güncel büyüme verilerine bakarlar. Bu veriler vatandaşların, firmaların, devletin ve yabancıların yerli mal ve hizmetlere yaptığı toplam harcamaların büyüme oranıdır. Bunu da makro iktisatta “efektif talep” olarak tanımlarız. Efektif talep üretim kapasitesine bağlıdır, doğru ama aynı zamanda finansman imkânlarına da bağlıdır. Bir ekonomi her zaman tam kapasite üretim yapmaz. Buna rağmen çoğu zaman ekonomiler üretim kapasitesi üzerinde harcama yaparlar. Bunun kaynağı da dış borç ve para basımıdır. Sonuç olarak burada bahsedeceğim iktisadi büyüme üç ayda bir açıklanan milli gelir büyümesi değil, üretim kapasitesindeki artış oranıdır.

Fakirleştiren büyümeyi dilerseniz ilk önce ana akım iktisat bakışıyla ele alalım.

Bir ekonominin doğal büyüme oranı uzun dönemde gerçekleştirebileceği ortalama büyüme oranını gösterir. Örneğin ülkemiz için bu yıllık yüzde 5’tir. Bu oran 1923’ten bu yana 99 yıllık büyüme trendini kabaca verir. Doğal büyüme oranı Nobel İktisat Ödüllü iktisatçı Robert Solow’a göre nüfus artış hızı, amortisman oranı, emeğin verimlilik artış hızı ve teknoloji gelişme hızının toplamından oluşur. Eğer bir ülkenin uzun dönem büyüme hızını arttırmak istiyorsanız bu değerleri de arttırmanız gerekir. Öte yandan her ekonomide dengeli büyüme için geçerli olan şart kişi başı tasarrufların kişi başı sermayenin dengeli büyüme oranı ile çarpımına eşit olmasıdır. Bu durumu sağlayacak ideal kişi başına gelir nüfus artış oranı ve amortisman oranı ile ters orantılı, ortalama tasarruf oranı, teknoloji gelişme hızı ve emeğin verimlilik artış hızı ile doğru orantılıdır.  “Hocam ne söylüyorsunuz? Hiçbir şey anlamadık!” Hemen izah edeyim…
Bir ülkenin doğal büyüme hızını arttırmak için nüfus artış hızı, amortisman oranı, teknoloji gelişme hızı ve emeğin verimlilik artış hızını arttırırsınız. Bu takdirde o ülkede toplam üretim kapasitesi artar. Öte yandan ortalama vatandaşın bireysel gelirini arttırmanız için nüfus artış oranı ve amortisman oranını azaltmalı, ortalama tasarruf oranı, teknoloji gelişme hızı ve emeğin verimlilik artış hızını arttırmalısınız.

DAHA ÇOK ÇOCUK, DAHA FAZLA ÜRETİM AMA DAHA FAKİR VATANDAŞLAR
Nüfus artış hızını arttırmak için yapılan “Bir çocuk yetmez üç olsun, üç de yetmez beş olsun!” misali önermeler toplamda üretim kapasitesini arttırırken ortalama vatandaşı fakirleştirir. Bir anlamda daha fazla sayıda insanı daha ucuza çalıştırarak büyüme anlamına gelir. Bu fakirleştiren büyümedir. Nüfusu arttırmak için kampanyalar yapmak popülist siyasetçiler için en kolay ve en doğrudan yoldur. Bunu milliyetçi söylemlerle desteklerler. Hatta, bugünkü küreselleşme şartlarında ülkeye göçmen akınına izin vererek nüfus artış hızını daha da arttırabilirler. Ancak Solow Hocamızın söylediği gibi nüfusu arttırmak toplam üretimi arttırırken, vatandaşları fakirleştirir. Bu süreçte hiç zenginleşen olmaz mı? Tabii ki olur: Bankalarda büyük mevduat tutan ve faiz geliriyle beslenen zengin ve rantiyeler, hizmetler sektöründe iş yapan girişimciler, büyük müteahhitler paralarına para, servetlerine servet katarlar. Bunlar toplumun en fazla yüzde beşidir. Öte yandan nitelikli ve niteliksiz işgücü ayırt etmeden maaşlı çalışanlar, sermaye yoğun ve yüksek teknolojili sektörlerde üretim yapan sanayici ve iş adamları ve tarım sektörü kaybeder, gelirleri ve servetleri düşer. Bunlar ise toplumun ezici çoğunluğudur.

DAHA FAZLA AMORTİSMAN VE DAHA FAKİR VATANDAŞLAR

Amortisman harcamaları firmaların fabrika binalarında ve sahip oldukları makine teçhizatta zaman içinde gerçekleşen bozulma, yıpranma ve tamirat için yaptıkları harcamalardır. Kavramı daha genelleştirirsek her sene yol, köprü ve demiryolları için yapılan tamirat ve yenileme harcamaları, kaldırım söküp takmak, devlet hastanelerini yıkıp büyük şehir hastaneleri kurmak, bir havalimanını yıkıp aynı şehre başka bir hava limanı yapmak da amortisman harcamaları olarak sayılabilir. Tabii ki kentsel dönüşüm de… Amortisman harcamalarının milli gelire oranı amortisman oranını verir. Bu oran artınca doğal büyüme hızı artar. Bu yatırımlar için harcanan para toplamda iş hacmini arttırır.  Pekiyi kişi başı gelir ne olur? Düşer. Popülist hükümetler yol yeniledik, 5 hastane yıkıp bir şehir hastanesi yaptık, daha büyük havalimanı yaptık diye övünürler ama bu kişi başı sermayeyi ve kişi başı üretimi arttırmaz, aksine azaltır. Bu ihaleleri alan şirketler, bunlara devlet garantili kredi veren banka sahipleri ve bankalara para yatıran büyük zenginler para üstüne para kazanırken, üretim kapasitesini arttırmayan bu yatırımları finanse eden vatandaşların çoğu fakirleşir. Bu da fakirleştiren büyümedir. Bunu ben yazıyorum ama söyleyen Nobel İktisat Ödüllü Robert Solow Hocamızdır.  

FAKİRLEŞMEDEN NASIL BÜYÜYEBİLİRİZ?

Fakirleşmeden büyümenin birinci yolu kişi başına sermayenin artmasıdır. Bunun için de kişi başı tasarrufların artması gerekir. Pekiyi yeterli midir? Hayır. Bankalarda toplanan paranın üretken sektörlere gitmesi, katma değeri yüksek sektör ve firmaların yatırımlarını desteklemesi gerekir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, ana akım iktisat modelinde sektörel verimlilik, teknoloji ve üretkenlik farkları ihmal edilir. Onun için tasarruf oranının artmasının yeterli olduğu söylenir. Tasarruf oranının artması uzun dönemde doğal büyüme oranını arttırmaz ama kişi başı geliri arttırır. İkinci yolu eğitim sisteminin işgücü verimliliğini arttıracak şekilde yeniden düzenlenmesidir. Her ülke elindeki insan kaynağını kendi ihtiyaçları doğrultusunda ve o ihtiyaçların bildirdiği oranlarda yetiştirirse emeğin üretkenliği artar. O takdirde hem doğal büyüme oranı hem de kişi başı gelir artar. Üçüncü yol da teknoloji yatırımlarıdır. Eğer üniversiteler üretimde kullanılacak inovasyonları gerçekleştirecek şekilde yönlendirilirse, devlet teknoloji geliştirmek için yeterince kaynak ayırırsa, o zaman ülkenin teknolojik gelişme hızı artar. Bu da hem doğal büyüme hızını hem de kişi başı geliri arttırır.

“Suça bulaşmış ‘binlerce’ polis sokaklarımızda dolaşıyor.”

Geçenlerde dünyanın gelişmiş ülkesinde, aynı zamanda demokrasinin beşiği olarak kabul edilen ülkelerin birinin en çok satan muhafazakar ana akım medyasına ait gazetelerinden birinde çıkan bir başlık bu.

Bugün de bir başkasının sıra sıra polis şapkalarının yer aldığı kapağından duyurduğu haber şu: “Suç mücadelesi yapanlar arasındaki suçlular.”

Gördüğünüz gibi, o manşeti atan her iki gazete de bizim ülkemizde çıkmıyor. Biz gelişmiş demokratik bir ülke değil miyiz? Öyle miyiz? Hem demokratik hukuki süreçlere saygı duyan bir ülke olmasak bile, biz de iktidarı elinde bulunduran siyasetçiler, üniformalı polisler ve askerler asla suç işlemez. Hele organize şekilde hiç işlemezler suçu. İşlemişlerse de bireyselde. 3 ü 5 i geçmez. Biz de binlerce polis ya da jandarma veyahut asker hayatta birlikte suç işlemezler. Çünkü İslamın sancaktarı olan bu silahlı kamu görevlileri zemzem suyu ile kutsanmışlardır. Saydığım ulvi ve ontolojik nedenlerden dolayı suça bulaşmış binlerce polisin sokaklarında dolaştığı ülke de Türkiye değil. Ülke İngiltere, gazeteler de günlük satışı 1 milyon olan Daily Mail ile 400 bine yaklaşan Daily Telegraph…

Orada bir süre yaşadığımdan bilirim: İngiliz halkı için polis evin çocuğu mesabesindedir. Gazetelerin okuru olup da, güvenliği sağlamak için sokakta görev yapan polisler arasından birilerinin ‘suça bulaşmış’ olduğu haberinden hoşlanmayanlar mutlaka vardır.
Belinde silahı bile yoktur İngiliz polisinin…

“Vay, ülkenin polisine nasıl töhmette bulunursun” diye dünkü bu haberlerinin sonrasında gazetelerin üzerine gitmeyi düşünen olmuş mudur? Kral? Başbakan? İçişleri bakanı?

Aldığım duyumlara, yazılı ve görsel medyaya göre gazete hükümetçe kapatılmış, başlığı atanlar dahil olmak üzere başta genel yayın müdürü gözaltına alınmış. Ayrıca gazetenin imtiyaz sahiplerinin mal varlıklarına tedbir konmuş. Bunun yanısıra bundan sonra devletin polis başta olmak üzere silahlı birimleriyle ve onların sıralı amiri veya siyasetçilerle ilgili kamu düzenini bozacak, milletin esenliğine halen getirecek haberleri yapan gazetelere aynı yaptırımların ağırlaştırılarak uygulanacağı ifade edilmiş İç Güvenlik Bakanlığı ve Başbakanlıkça. Hadi hayırlısı bakalım. Dünya gittikçe birbirine benzemeye başladı. 

Hakikatleri Ayarlama Enstitüsü:

Bir gayya kuyusu içerisinde siyasî mücadelesini sürdüren Meral Akşener, yeni bir bölüm sonu canavarıyla karşı karşıya: 28 Şubat. Akşener birkaç gündür tedavülde olan bir videoda alenen çarpıtılan sözleri sebebiyle 28 Şubatçılıkla yaftalanmakta. İktidar mahfillerinin 28 Şubat’taki duruşundan ötürü hep sitayişle bahsettikleri Akşener, şimdilerde Refah-Yol Hükûmeti’nin kundakçısı olarak takdim ediliyor. Susurluk Skandalı’ndan sonra istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk (ve tek) kadın İçişleri Bakanı olarak 8 Kasım 1996’da göreve başlayan ve Susurluk’un tüm tortu ve kalıntısının sorumluluğunu bir anda üzerinde bulan Akşener, post-modern darbenin failliğiyle suçlanıyor. Susurluk’un gürültüsü devam ederken ilk ciddi sınavını Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesine dair yürütülen soruşturmada veren, mezkur soruşturmada adı geçen İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu ve yardımcısı ile Özel Hareket Daire Başkanı İbrahim Şahin’i görevden alarak hukuk devleti ilkesinin gereğini yapan Meral Akşener, hukuksuzluğun payandası olmakla itham ediliyor. Askerin siyasete müdahalesine müzahir olan dönemin Emniyet Müdürü Alaaddin Yüksel’i bir gece operasyonuyla görevden alan İçişleri Bakanı Akşener, 28 Şubatçılıkla anılıyor.

Hafıza-i beşer nisyan ile malul olmasın diyerek örnekleri biraz daha çeşitlendirip somutlaştıralım. TSK bünyesinde kurulan ve görevi kamuoyu ve bürokrasiyi mobilize ederek RP’yi kuşatmak olan 28 Şubat’ın icracı kurumu Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) varlığını ispatlayan belgeyi Başbakan Necmettin Erbakan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e vererek bu grubun varlığından devletin tepesini ilk kim haberdar etmiştir? Ayrıca BÇG’nin bazı resmî ve özel kişileri fişlediğini, hükûmete yapılacak bir askerî darbenin de Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından ortaya çıkarıldığını kamuoyuna kim ilan etmiştir? Cevapları yekten verelim: Meral Akşener. Akşener, 7 Temmuz 1997 tarihinde yaptığı basın toplantısında şöyle demiştir:

“…Mesela Batı Çalışma Grubu’nun örgütlenmesinin hukukî dayanağı olmadığı yolunda ciddi endişeler ortaya çıkmaktadır. Çok önemli bir husus var. Batı Çalışma Grubu’nun varlığı ilk defa bu belge ile öğrenildi. Belge, Cumhurbaşkanı tarafından Genelkurmay’a iletildikten sonra bu grup kamuoyuna deşifre edilmiştir. İrticaya karşı etkin mücadele amacıyla böyle bir organizasyona gidildiği ifade edilmektedir. Bizim Cumhurbaşkanı’na arz ettiğimiz belgede ise grubun çalışmalarının irtica ile sınırlı olmadığı açıkça görülecektir.”
28 Şubat’ın kudretlileri ile mütemadiyen karşı karşıya gelen Akşener, Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde, Batı Çalışma Grubu tarafından düzenlenen irtica brifinglerine vali, emniyet müdürü ve kaymakamlarla birlikte içişleri bakanlığı personelinden hiç kimsenin gitmesine izin vermeyeceğini, bu toplantılara katılan ya da katılanlar olursa kızağa çekileceklerini net bir biçimde ifade etmiştir. Akşener’in “Bu toplantıya gidecek olan içişleri bakanlığı personeli görevden alınacaktır. 81 ilin valisi de gitse 81’ini de görevden alırım” demesi askerî bürokrasi ile arasının açılmasına neden olmuştur. Üstelik bu durum basit bir soğukluk olarak kalmamış, Akşener ahlaka mugayir sözlere ve tehditlere hedef olmuştur. Dönemin Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı Çetin Saner’in “Gelirsek o kadını yağlı kazığa oturturuz” tehdidiyle karşılaşan Akşener, bu çirkin mesaja “Söyleyin ona ben Balkanlıyım. Kazık deyince aklıma Balkanlı olan Kazıklı Voyvoda geldi. Kazıklı Voyvoda’yı da iyi tanırız. Ama unutulmasın ki Kazıklı Voyvoda sapıktır” diyerek cevap vermiştir.

Hakan Akpınar’ın 28 Şubat Post Modern Darbenin Öyküsü başlıklı kitabında dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener ile komutanlar arasında başörtüsü özelinde geçen bir anekdota yer verilmiştir. Buna göre, 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu toplantısında kendisine irticanın delili niteliğinde gösterilen bir fotoğrafa Akşener şu tepkiyi göstermiştir:
“Eski bir pardösü, ucuz bir eşarp, ayağında topukları yenmiş bir çift siyah ayakkabı, yanında da elinden tuttuğu kabak kafalı bir çocuk olan kadının” irtica örneği olarak lanse edilmesine kızan Akşener, komutanlara şu uyarıyı yapıyor: “Ben polislere emredeceğim ve bu hanımın başındaki örtüyü çektireceğim. Fransız askerleri de çekmişti Maraş’ta. Bunun karşılığına hazır mısınız?”

Esasen ne Akşener’in bakanlık dönemine dair misalleri çoğaltmaya ne de kendisinin malum videoda kullandığı “Refah-Ana” ifadesinin manasını tartışmaya gerek var; çünkü hakikati kabul etmek idrakten önce bir tıynet meselesidir ve unutulmamalıdır ki hakikat için tüketilen hiçbir nefes, yazılan hiçbir harf zayi olmaz.
Kuvvetle muhtemel Meral Akşener bu mesnetten yoksun iddialarla karşılaşmaya devam edecek. Hâlihazırda egemen konumda olan mazinin mağdurları, üst düzey bir hayal gücüyle siyasetin postal izini takip ettiği bir dönemde, sivil alanın haysiyetine olabildiğince halel getirmemeye çalışan 28 Şubat’ın belki de en berrak portresini galiz bir şekilde karalamakta beis görmeyecektir. Bu noktada Akşener’in ve İYİ Parti’nin yapması gereken, asılsız ve fasılsız suçlamalara karşı mukabelede bulunmak değildir. Böyle bir yöntemin tercihi, siyasî mücadeleyi töhmet perdesi asla kapanmayacak ahlakî bir sahneye taşımak olur. Burası ise Hakikatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kendi sahasıdır ve galip ayrılmak muhaldir. Dolayısıyla oyunu siyasî zeminde tutmak ve iktidarın defolarını bütün çıplaklığıyla resmetmek başvurulacak en makul yöntemdir.

ÇOBANIN OYU:

Türkiye bir zamanlar ‘çobanın oyu ile benimki bir mi’ tartışmaları yaşadı. Allahtan ilkesel olarak bu saçmalıklara prim verilmedi ama herkesin oyunun bu kadar eşit olabildiği başka bir dönem oldu mu bakmak gerek.
Dijital kanallarda etkileşen geniş kitlelere; artık elitler, siyasetçiler ya da entelijansiya, gündem dayatamıyor. Tersine kitlelerin korkuları ve beklentileri yönetenleri etkisi altına alıyor. Yöneticiler kimi zaman toplumu dönüştürürken artık aşağıdan gelen dalga yukarıyı dönüştürüyor.

Bunu ister gerçek demokrasi ister agoranın evrenselleşmesi, ister vasatın genele tahakkümü olarak tarif edin yüzleşilmesi ve ezberleri bozması gereken bir sosyal-siyasal dinamik işliyor.
Endişeli modernler, endişeli beyaz muhafazakârlar gibi kategoriler artık herkese yayılabilir. Modernler, muhafazakârlar, milliyetçiler, eski elitler, yeni elitler ezcümle herkes endişeli. Siyasetçiler ise hala topluma önerdikleri gelecek projeksiyonları ile değil rakiplerin sebep olduğu endişeler üzerinden strateji belirliyor. “Diğerinin sebep olduğu korkuya karşı bana oy verin” temel motto.

Hoşçabakın zatınıza.

Son söz: Haftada ortalama 5 bin uyuşturucu satıcısı yakalanıyormuş. Eğer doğruysa yılda 270 bin kişi eder. Bunların tamamı tutuklanıyorsa bu kadar kişi nereye koyuluyor acaba? Bütün cezaevlerinin kapasitesi 280 bin kişi ve dolup taşıyor zaten.. Bir de bu içki, sigara ve uyuşturucu konusu sadece arz tarafına müdahale ile çok zor çözülür. Talep olduğu sürece arz bir şekilde mutlaka olacaktır. Talebin kesilmesi önemli. İnsanlar neden bunları kullanıyor? Kullananların üzerine gitmek lazım bence. Naçizane tavsiyem stadyumların açık hava cezaevine dönüştürülmesi. Zaten 1 yılda ortalama 15-20 gün kullanılıyorlar. Büyükşehirlerdeki 1 stadyum yaklaşık 30-40 bin mahkum alır. Üzerlerine kapıyı kilitler gidersin. Nasıl çözüm? 

Not 1: Bilgi kazanmak için okumak gerekir ama bilgelik kazanmak için gözlemlemek gerekir.

Not 2: Bu ülkede Vestel Venüs diye bir cep telefonu var. Hiç alan gördünüz veya duydunuz mu? Okumakla ve sadece yapmakla olmuyor. İyi yapacaksın, hakkını vereceksin senin gibi. Bir de mümkünse vaktinde yapacaksın. Tavında döveceksin demiri. Eskilerin deyimi ile; domuz batakta karı yatakta. Zamanın ruhu..

Not 3: Yolda yürüyen erkek ve kadınların %80'i ya akıllı telefonla oynuyor ya da telefonda konuşuyor. Hemen hiçbirinin acil bir işi var gibi de durmuyor. Nedir bunun açıklaması acaba? Vardığı yerde yapamayacakları ne tür acele işleri olabilir? Bir tek bana mı garip geliyor bu?

Diyelim ki ben akıllı telefon bağımlısıyım. Sokağa çıkar çıkmaz mesajlaşacak veya konuşacak (konu ne?) birisini hemen nasıl buluyorum? Merak ettiğim bu. Soruyu biraz böyle açmış olayım.

Not 3: Lise öğrencileri, sigara içer gibi, CIGARA sardıklarından bahsediyorlar.

Böyle bir şey ilk defa görüyorum ben.

Bu gidiş, gidiş değil.

Güya sigara ve alkolü azalttılar.

Peki yerini ne aldı?

Not 4: %150 ÜFE ile TÜRKİYE YÜZYILI olacakmış.

KAHKAHA atılır buna ancak.

Not 5: KOYUN olmayacaksınız.

Hele kripto piyasalarında, adamı 1 saat içinde bitirirler.

Kötü haber düştü mü, keseceksin kolunu.

Kesemiyorsan, uzak dur.

Not 6: Çocuk başı 100.000$ kenara koymadan, çocuk yaptıysanız, boşa ağlamayın.

Herkes de çocuk yapmasın.

Hayatta en hayran olduğum insan tipidir: evlenmemek ve çocuk yapmamak üzere yaşayan.

Vakti gelince, yetiştirme yurdundan bir tane kurtarırım.

Ülke HİNDİSTAN olacak, siz çocuk yapıyorsunuz.

Not 7: Sırf fikirlerini söyledi diye insanları TUTUKLUYORLAR.

Bu, bilerek yapılıyor.

Amaç, güya övdükleri TÜRKİYELİLER'i sindirmek. (Türk de diye zıplayacak, ülkeyi Arap dolduranlar şimdi...)

Peki bu sindirme operasyonu neden yapılıyor?

Neye hazırlık var?

Esas mesele bu.

Türkiye'nin gidişatı hiç iyi değil.

Hiç ama hiç iyi değil.

Not 8: Ekonomideki çarpıklıkları gidermek zahmetlidir, maliyetlidir

Esas olan onun çarpık hale gelmesini önlemektir

Kemerburgaz'daki Ziraat Bankası arazisine rant kapısı açmak gibi..

Çarpık ekonomi politikaları çarpık toplum yaratır. Bunun en güzel laboratuvarı tam da Türkiye’dir...

Not 9: Bundan 2 gün önce;

"Temiz para arıyormuş. Gittiği yer geçmişte bizim ülkemiz dahil tüm dünyanın iliğini, kemiğini sömürenlerin kapısı. Birileri kıta kıta geziyor."
diyen Erdoğan'ın Hazine ve Maliye bakanı bugün o kapıya gidip %10 dolar faiziyle borçlanmak için yetki vermiş.

Not 10: Barclays: Süregelen enflasyon kadar değer kaybetmeyen TL, özellikle ÜFE bazında fazla güçlenmeye başladı. TÜFE bazlı aynı değerlenmeyi görmememiz, TÜFE'deki hatalı ölçüme bağlı olabilir.

Sonuçta, yıl sonuna kadar TL'de %11 kayıp öngörüyoruz. Aksi halde aşırı değerlenme sürecek.

Not 11: Bakan Soylu: Haftada ortalama 5 bin uyuşturucu satıcısını veya imalatçısını gözaltına alıyoruz.

Beyni bıraktım omurilik soğanına sahip ilkel bir canlı bile bu açıklama üzerine üzerine haftada 5 bin satıcısı/imalatçısı yakalanan sektörün büyüklüğünü, büyürken devletin ne yaptığını sorgular.

Not 12: İnsan hakkı yemeyenlere ve insan hakkı yenmesine razı olmayanlara, Mevla elinde su tasıyla, iftarı bekleyen oruçlu gibi, kendisini bekleyen yar nasip etsin.

Not 13: Bilinen yol bilinen yere çıkmıyordu. Bilinen yola girmek aslında herhangi bir yolu ve keşfi önemsememekti. (ŞULE GÜRBÜZ / Coşkuyla Ölmek)

 Not 14: Bitcoin bazen BALON olur, bazen de ÇÖKER.

Ama bitmez.

Not 15: FTX resmen battı gibi.

BINANCE vazgeçmiş.

8 Milyar Dolar hesaplarda açık var.

Ne demiştik?

Hiç bir borsada para saklanmaz. Borsalar işlem içindir. Paranız büyükse de, işleminizi parça parça yapacaksınız.

Not 16: Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde, Hz.Muhammed'i rüyasında gördüğü, ŞEFAAT dileyecekken SEYAHAT dilediği ve o sebeple hiç durmadan gezdiği yazar.

Bu MİZAHTIR.

Bugün buna benzer bir şey yazsan, tutuklarlar.

Buna TOPLUMSAL GERİLEME diyoruz.

Not 17: Benim hayatımı OFİS BİNALARINDA kurmam lazımmış.

Gece bina boş, gürültü diyen yok.

Karı atıyorsun diyen yok.

Tanıdık yok.

Tanışan yok.

Kim kime, dum duma.

Buna çok geç uyandım.