Akciğer kanseri olan kişilerin yaklaşık %90'ı uzun yıllar sigara içmiş kişilerdir. Fakat geriye %10'luk bir grup kalıyor. Bunlar da genelde ya pasif içici, ya asbestos gibi kimyasal madde soluyan, ya da radyasyona maruz kalmış kişiler. Bunların hiçbirine girmeyip de akciğer kanseri olan %3-4'lük bir kesim de var. TR'deki kanser ölümlerinin 3'te 1'i akciğer şu anda maalesef ve dediğim gibi altta yatan temel problem sigara. Teşhis konulduğu sırada 4 aşamaya ayrılıyor.

 1. aşamada teşhis konulamadığı takdirde ölüm oranı çok yüksek çünkü çok hızlı metastaz yapma eğiliminde. Metastaz yaptıktan sonra kanserde geri dönüş yok. Hiçbir türünde.. 1. aşamada teşhis konulmasıysa mucize gerektirir çünkü hiçbir semptom yok.. Teşhis konulduğunda çoğu kişi 2. veya 3. aşamada oluyor ki o noktadan sonra standart kemoterapi yayılımı durdurmakta yetersiz.. Hemen imünoterapiye geçmek lazım. Onu da SGK ödemiyor. Cepten karşılamak içinse servet lazım.

Uzun lafın kısası bir yerde sigarayı gördünüz mü hemen uzaklaşın oradan. Tedbir bizden takdir Allah'tan. Bana bir şey olmaz havasına girmeyin.

Barınma ihtiyacı tam gaz:

Geçen yılın eylül ayına göre bu yılın eylül ayında konut satışları yüzde 23 oranında düşüş gösterdi. Yüksek fiyatlara karşı durma pozisyonuna geçen vatandaş şimdilik alımları ertelemiş görünüyor.

Ekonomi deyince aklına sadece inşaat gelen bir iktidar zaman zaman düşük faizli konut kredisi ile piyasayı hareketlendireyim derken, konut fiyatlarının patlamasına neden oldu.

Konut piyasasındaki fiyatların sert yükselişi alt ve orta sınıfın konut sahibi olma şansını tamamen ortadan kaldırdı.
Nitekim TÜİK'in son verilerine baktığımızda satışlarda sert bir düşüş var. Mevcut satışlar daha çok proje bazlı ve lüks konutlar. Tabii ki bunların bir bölümü de yabancıya yapılan satışlar.

İpotekli yani banka kredili konut satışları ise yüzde 40'ın üzerinde düştü.

Burada bir tezatlık var. Bir ülkenin Merkez Bankası faizleri yüzde 12'ye kadar düşürüyor ama o ülkede bankaların kullandırdığı konut kredisi oranında yarı yarıya düşüyor!
Bu şu anlama geliyor:
1-Bankalar Merkez Bankası'nın faiz indirimine rağmen faizleri yüksek tutuyor.
2-Halkın alım gücü düştüğü için banka taksitlerini ödeme güçleri yok. Bu nedenle kredi almıyor.
3-Fiyatlar öyle uçmuş ki, vatandaşın kullanacağı kredi rakamı talebi çok ama çok yükselmiş. Yani aylık geliri 15 bin lira olan birinin 30 bin lira kredi taksiti ödemesi gerektiği gibi…
Üçünün bir arada gerçekleştiği nadir ekonomilerden biridir Türkiye…

Konut satışları kredi hacmi kontrolsüz bir şekilde artmadığı sürece düşecektir! Kontrolsüz kredi artışı ise sonsuza kadar mümkün değildir. Para basarak kamu bankaları aracılığı ile verilen krediler Türkiye'yi enflasyon batağına iyice sürükler. Bunun bir noktada durması gerekiyor.
Düşen satışlar özellikle ikinci el konutlarda fiyatların ciddi anlamda düşmesine neden olacak. Şu anda piyasa özellikle emlakçıların çabalarıyla fiyat algısını kaybetmiş durumda. 1 milyonluk eve 3 milyon, 2 milyonluk eve 6 milyon lira fiyat isteyen mal sahipleri var.

Şu anda Türkiye akıl ve iktisat kurallarının dışında bir ekonomi-faiz politikası uyguluyor. Yüzde 85 enflasyon olan bir ülkede yüzde 20 kredi faizi uzun süre sürdürülemez ve Türkiye eninde sonunda bu politikadan vazgeçecek. Faizlerin yeniden yükselmesi ile fiyatlarda sert düşüş yaşanacaktır.

Bir de ya yükselirse diye bakmak lazım.
Konut fiyatlarının yükselmesinde bana göre en büyük etkiyi kur korumalı hesabın sonlandırılması yapacak. Orada şu an 1 trilyon 400 milyar lira var. Bu uygulamaya son verilirse para 2 şeye yönelecektir. Dolara ve konuta. Biraz da borsaya.
İktidarın 1 yıl daha kur korumalıyı uzatması en azından konutta fiyatları 1 yıl frenleyecektir.

Neden kasım ayını bekleyecekmişiz ki?

“Kasım ayını bekleyin, Bay Kemal’i bekleyin” diye bitirmiş mesajını CHP lideri…
Bir zamanlar televizyon kanallarının izleyicileri kendilerinde tutmak için sıkça kullandıkları “Az sonra” duyurusuna benziyor bu mesaj…
Neden kasım ayını bekleyecekmişiz ki?
Siyaset vade verilerek sürdürülen bir uğraş alanı değildir. Bir siyasetçi, muhalefet partisi lideriyse, Türkiye’de şu günlerde herkesi etkisi altına alan sıkıntılar yaşanırken, her günü iyi planlayıp dolu dolu geçirmek zorundadır.
Ekim ayını, iktidar cephesi, seçimi göz önünde tutarak, bayağı iyi değerlendirdi. Muhalefet cephesi ise, kasım ayına, ağustos ayında kamuoyu yoklamalarına yansıyan muhtemel oyundan önemli bir bölümü kaybederek girmiş olacak.
Meclis’ten çıkan ve doğrudan muhalefeti sandıkta başarısız bırakmayı hedefleyen ‘sansür yasası’ da, iktidar açısından, kaydedilen bir başka gol.
Kasım ayında bu tabloyu değiştirecek ne gibi gelişmeler bekleyebiliriz muhalefetten?

Sansür yasasına karşı halkı yanına çekmeyi sağlayacak sıkı bir muhalefet yürütmek yerine, ‘yeni yüzyıl vizyonu’ gibi içeriği belirsiz bir proje öne sürülerek ABD’ye gidilmesi bana bunu düşündürüyor.
CHP, iktidar cephesi tarafından Meclis’ten çıkartılarak yürürlüğe sokulmuş yeni düzenlemenin, bir yasakçı zihniyetin ürünü tam bir ‘sansür yasası’ olduğunu ve yasağın halkın bütününü ilgilendirdiğini anlatmakta hala zorlanıyor.
Onlar bunu yapmadığı -yapamadığı- için, yeni yasa, bir-iki gazeteyle birkaç TV kanalında yorum yapan gazetecileri ilgilendiren bir düzenleme halkın gözünde.

AK Parti’nin TBMM’de dijital medyalar komisyonu başkanı olan milletvekili, “Bizim sansürle ilişkimiz olamaz” deyip kendi hazırladıkları yasayı yargıya havale etmekte; iktidar partisinin grup başkanvekili de, aynı minvalde yaptığı konuşmasında, yasayla sansür getirmediklerini söyledikten sonra CHP’yi Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaya davet ediyor.

Muhalefetle alay etmekten farksız iktidar cephesinin bu yaptığı…
Anayasa Mahkemesi’nde denge yeni atanan üyeyle birlikte köklü bir değişikliğe uğradı.
Üyenin atanma biçimindeki uygunsuzluğu bile doğru dürüst tartıştıramadı muhalefet.

Gevşekliğin sebebi, muhalefetin, kamuoyu yoklamalarına bakıp yapılacak seçimi şimdiden kazandıklarına kendilerini inandırmaları herhalde…

Neden tüketiyoruz ve tüketmek zorundayız?

Neden tüketiyoruz ve tüketmek zorundayız? Kısaca izah edelim: Elinizde 1000 TL vardı ve bunu tüketmeyip kenara koydunuz. Bir yıl içinde satın almak istediğiniz gıda ürünlerinin fiyatı ortalama yüzde 140 civarı arttı. Yani 1000 TL ile almak istediğiniz ürünlerin fiyatı artık 2.400 TL’ye çıkmış durumda.
Ama sizin kenara koyup beklettiğiniz 1000 TL’nin getirisi sadece 170 lira ila 1.170 TL’ye çıktı.
Tüketmeyip, bekleyerek ne kaybettiğinizi anladınız sanırım.
Nitekim Eylül itibari ile yılın ilk 9 ayında ithalat %40,8 artışla 272 milyar dolara ulaşırken ihracat sadece %17,1 artışla 188,3 milyar dolara yükseldi.
Bu değişim sonucu dış ticaret açığımız ise -32,4 milyar dolardan -83,8 milyar dolara çıkmış oldu.
Burada bir farkı daha verelim: Ocak-Haziran döneminde ihracat artışı yüzde 20’ler düzeyinde seyrediyordu. Temmuz-Ağustos aylarında ihracat artış oranı %13’lere geriledi. Ve Eylül ayında bu artış hızı yüzde 9,2 ila tek haneye indi. Ama ithalat son sürat devam ediyor... İthalat artış hızı hala yüzde 40’lar düzeyinde.

İhracat neden geriliyor? Çünkü FED başta olmak üzere AB ülkeleri de ekonomilerini soğutmak istemektedir. Bu demektir ki daha düşük dış talep gelecek... Veya ihracat daha da kısılacak.

O zaman meselemiz şu: Hem içeride tüketimi canlı tutacağız ama hem de ihracatı yapamayacağız... O zaman aradaki açığı nereden karşılamayı düşünüyoruz?

Hem meydan okuyup hem de dövizi nasıl bulmayı düşünüyoruz?
Ya da hadi bugün bu açığı Putin vs ilişkileri ile sürdürdük. Yarın ne olacak?
Swaplar dahil ödemeler gelince dövizi kim nereden bulup ödeme yapacak?
Bugünü kurtarmak için yarına biriktirdiğimiz sorunlar yumağının farkında mısınız? Umarım yarınınızı düşünürsünüz...

TEKNİK UYGARLIK ve İYİ İNSAN

Toplumsal simgelerin ve bağların çözülmesi ve sonuçlarına dair bu köşede yazıp duruyorum bir süredir. İnsanların umrunda değil, korkutucu bir tepkisizlik hali mevcut. Bu tepkisizlik hali üzerine düşünürken, 2001 yılında yayımlanan Alman felsefeci Gernot Böhme‘nin ‘Ethics in Context‘ adlı kitabına rastladım. Günümüz etik anlayışının meselelerini çok önceden tartışmaya açmış yazar. Böhme, erken modern dönemdeki doğaya yabancılaşma durumunun ‘teknik uygarlık‘ aşamasıyla başka bir düzeye sıçradığı üzerinde duruyor kitabında. Teknik uygarlığa geçişin, uygarlaşma sürecinin ana eğilimini tersine çevirmese de zayıflattığı görüşünde. Artık Freud‘un yaşadığı dönemdeki gibi içsel bastırmanın etkisi azalmış durumda. Belki de bu yüzden çağın öznesi artık nevrotik değil psikotik… Freud, uygarlığın, dürtülerin bastırılması sayesinde mümkün olduğu görüşündeydi. Sanat, din, bilim ve felsefe, birer idealizasyon mekanizması olarak insanını dürtülerini bastıran kültüre adaptasyonunu sağlıyordu ve insanın hem kendisiyle hem de toplumla mücadele ederek uygarlığın gelişmesine ve sorunlara çözüm üretmesine imkân veriyordu. Ama şimdiki durumda, içsel bastırma mekanizması dış güçler tarafından yeniden ele geçirilmiş durumda. Örneğin sosyal medya haset etme ve ettirmeyi sonuna kadar kışkırtabiliyor. Kişisel gelişim endüstrisi, insanların iç dünyasını pazara uygun bir biçimde yeniden şekillendirebiliyor. Dürtülerin bastırılması yerine kısmi olarak özgürleştirilmesi, kişilerde bir bölünmeye de yol açıyor. Trafikte ya da işte bastırılması gereken dürtüler, tatilde, özel mekânlarda serbest bırakılmaya teşvik ediliyor. Sofra adabının serbestleşmesinden cinsel ahlakın gevşemesine kadar pek çok başlık, geçmişten günümüze dürtülerin bastırılması serüvenini anlamak için yardımcı olabilir.

Peki ama asıl soru şu, dürtülerin eskisi gibi bastırılmadığı, bastırmaktan çok müdahale edilip kullanılmaya çalışıldığı bir zamanda, iyi insan olmanın anlamı değişti mi? Örneğin Ukrayna‘daki savaş ya da Amasra‘daki maden faciası ne kadar ve nasıl etkiliyor geniş kesimleri? Performanslarını ve hedeflerini ahlaki bir çabaya göre değil de teknik araçları uygulama becerisine göre belirleyen kişiler için iyi insan olmanın anlamı elbette farklı. Bu kişiler, ekolojik yıkıma, gıda maddelerinin kirlenmesine, yoksulluğa ve savaşlara karşı sadece bireysel bir sorumluluk hissediyor. Toplumsal sorumluluk, sözde tarafsızlaştırılan devlet aygıtlarının ahlaktan arındırılmasıyla, haklar ve görevlerin kapitalizmin işleyişine uygun olarak dağıtılıp teknik bir mesele haline getirilmesiyle ortadan kaldırılıyor. Artık herkes birer tüketici olarak gıda dedektifi olabilir ya da daha az uçağa binip çevreye zarar vermemeye çalışarak kendisini avutabilir. 

Şirketler ve devletler, ürün ya da oy tercihi yaparken cezalandırılabilir oldular sadece. Deterjan firmalarının reklamlarda kullanmak için göstermelik denizleri temizleme çabası gibi pazarlama stratejileri de gittikçe yaygınlaşacak gibi görünüyor. Bu sistemde birey tümgüçlülük yanılsamasıyla donatılır ve gerçeklikten koparılıp fantezilere sürüklenirken, bir yandan da her konuda bütün kararları yapay zekâ ve uzmanların insafına terk etmesini sağlayarak acizleştirilir. Amasra faciasına bakıp, sadece kendi acizliğini anımsayan birey, yetkililerin ‚kader‘ açıklamaları ya da muhalefet partilerinin hesabı ‚sonra‘ sorulacak açıklamalarıyla teselli bulacak ya da bu tür haberleri görmezden gelecektir.

Böhme, ‚iyi insan‘ olmanun önkoşulu olarak, kişinin hayatını ciddiye alması gerektiğini öne sürüyor. Başka şeyler de sıralıyor Böhme, siyasi bağlılığın ahlaki bir temele oturtulması gibi. Ama galiba, kişinin hayatını ciddiye alması meselesi, gözden kaçırılan önemli bir konu. Kişi, kendi hayatını önemsizmiş gibi hissettiğinde, başkalarının yaşamına da önem vermeyi bırakıyor. 

Son söz: İnanç, umut ve para. Günümüzde bu üçü hüküm sürüyor. Ama içlerinde en yücesi, para! 

Not 1: Not 1: Oy yüzdesi 2004'te %1.1 olan aşırı sağcı İsveç Demokratları son seçimde %20'yi aştı, ikinci parti oldu. En büyük destekçileri mavi yakalı çalışanlar. Çok kültürlülüğü ve göçmen politikalarını tehdit olarak görüyorlar. Kurulacak sağcı hükümet nükleer santral(lar) kurmayı planlıyor.

Not 2: Aşı adı altında 8.5 milyar insana zerk ettiğiniz, hala da devam etmeyi planladığınız, aksaklıklara rağmen ite kaka götürdüğünüz aşı adı altındaki sıvılarda, kansere neden olan ve bağışıklığın canına okuyan Nagalaze enzimi olmadığını bana kanıtlayın,32 dişimi birden kırayım.

Makrofaj Latince adı ile çöpleri toplayan demektir.
Bağışıklık sistemine zarar veren her şeyi o toplar.
Kanser hücresinden, virüslerden ve bakterilerden salgılanan Nagalaze enzimi ise makrofaj aktivitesini bozacak ve bağışıklığı düşürecektir tüm olan biten özetle budur..

Bağışıklığın sıfıra düştüğü yerde kanser değil hiçbir hastalık tedavi olmaz 35 senedir bunu anlatmaya çalışıyorum... Bağışıklığın canını okuyacaksın sonra da şifa arayacaksın 
öyle mi?
Nagalez enzimi diye yıllardır söylüyorum..
Kilit o enzimdir onu bloke ederseniz her şey düzelir.

Not 3: Bilgi
güçtür.
kimse bedavaya vermez
uzun yıllar beleş zannettiğimiz
sosyal medya mecraları
kumarhaneye dönüştü bile...
tek tip insan modeline doğru
yavaş yavaş insanlığı itekliyorlar
evlatlarınıza ve kendinize sahip çıkın
kimliksiz,cinsiyetsiz,milliyetsiz insan
yaratma çabası bu.

Not 4: ''Yorgunu yokuşa sürmek'' diye bir deyim vardır Anadolu'da.
Ne söylesek o cümlede  bir b.k buluyor bazıları...
''Acı patlıcanı kırağı çalmaz'' desek
Patlıcanı yarım saat konuşacak kadar boşlar..
boş yapmayalım...:)
okuyun 
okumadan bilgi sahibi de 
fikir sahibide olunmaz…

Not 5: Dünyanın en kısa milli marşı Japonların,
En uzun milli marşı Yunanlılarındır,
50 kıtadan oluşur..

Yani ainesi iştir kişinin,
lafa bakılmaz....
Lafla peynir gemisi yürümüyor...

Not 6: Normal koşullarda beynin tek enerji kaynağı glikoz yani şekerdir. 
Şeker düzeyinin beyinde azalmasına bağlı olarak, şuur kaybından komaya kadar birçok belirti oluşabilir. Bunun yanında beyinde şeker düzeyinin artması da tahribata yol açar.
Bu çok hassas bir dengedir.

Not 7: Oto Sanayi işçisi, tekstil işçisi, tarım işçisi, uzun yol şoförü, kapıcı ... Bir zamanların toplumcu kültürünün baş aktörleri idiler. Devran döndü, çağ değişti, 2000'lerin baskın kültüründe horlanan, aşağılanan, küçük görülen insan sürülerine dönüştüler.

Not 8: Anayasa Mahkemesi'nin 13 üyesinin 7'si hukuk fakültesi mezunu değilmiş!

AYM'nin görevleri
–Norm denetimi(Kanunların, CB kararnamalerinin ve TBMM iç tüzüğünün anayasaya uygunluğunun denetlenmesi)
–Bireysel başvuru(ceza, hukuk, idari davalarda son merci)
–Parti kapatma
–Yüce divan

Not 9: Herkesin suçlu olabileceği bir ülkede kimse gerçekten suçlu değildir.