İstanbul zor bir şehir anladık, fakat şehrin merkezinde insanların soyulmalarını, dövülmelerini, yağmalanmalarını, ateşli silah veya bıçakla yaralanmalarını veya öldürülmelerini önleyememeyi açıklamak mümkün değildir.
İnsanların kafasına; bir umursamazlık, kural tanımazlık, ya "yaparım yanıma kar kalır" veya "cezadan korkmama" kültürü yerleşti. Öfke, kin, hukuka ve cezaya karşı oluşan inanç yokluğu veya zayıflığı, ihkak-ı hak, yani hakkın zorla alınması, kamu kudreti kullanıcısı Devleti tanımama ve buna yardım eden unsurlar dikkate alındığında, kamu otoritesi ve toplumun şapkasını önüne koyma vaktinin çoktan geldiği anlaşılacaktır. Özellikle "sokak suçları" olarak bilinen hırsızlık, gasp, cinsel saldırı, öldürme ve yaralama, mala zarar verme eylemlerine karşı önleyici ve adli kolluk olarak net, istikrarlı ve disiplinli bir plan-programın geliştirilmesi elzemdir.
Devletin ana taahhütleri arasında; kişi hak ve hürriyetlerini korumak, bu kapsamda da öncelikle bireyin can ve mal güvenliğini gözetmek vardır. Suçu önleyememe konusunda bazı mazeretler üretilebilir. Örneğin; sınır güvenliğinin zayıflaması, şehir merkezlerinin kalabalıklaşması, iktisadi ve sosyal sorunlar, mevzuat eksikliği, personel yetersizliği bunlar arasında sayılabilirler.
Ancak toplumsal mutabakatla kamu kudretini kullanma yetkisini elinde kamu otoritesi mazeret üretme ve bunların ardına sığınıp kurtulma yeri değildir. Cadde ve sokakların güvende olmadığı, özellikle adi suçların önlenmesi konusunda asayişin sağlanamadığı yerde, başta insan öldürme, yaralama, hırsızlık, gasp, cinsel saldırı, dolandırıcılık, mala zarar verme ve dolandırıcılık suçları olmak üzere birçok adi suç olağanlaşır. Bunların arasına, trafik ve iş suçlarının (trafik ve iş kazası olarak bilinen suçların) önlenememesine bağlı ölüm ve yaralanmaları katarsak işin vahameti daha da artar. "Eğitim-öğrenim şart, toplum ve insan bu" diyerek, kimse sorumluluktan kurtulamaz.
Devletin ana ödevi; yalnızca suçu işleyeni yakalayıp adalet önüne çıkarmak suretiyle adaletin gerçekleşmesini sağlamak olmayıp, suçların işlenmeden önüne geçmektir. Esas olan budur, canın yanmaması, mülkiyet ve kullanma hakkının ihlal edilmemesidir. Her gün kameralara yansıyan hırsızlık, gasp, öldürme ve yaralama hadiselerinin insanda ciddi travmaya ve sisteme karşı güvensizliğe yol açtığı dikkate alınmalıdır. Kameraları kapatmak, yayınlatmamak, kamuoyuna duyurmamak, belki sorunlardan kaçmaya, onları duyurmamaya, böylece toplumun psikolojisini korumaya yardımcı olabilir. Ancak bu tercih, hem haber verip alma ve hem de demokratik hukuk toplumunda gerçeklere ulaşma hakkının özünü ihlal eder. Ayrıca, güneş balçıkla sıvanmaz.
Sorun nettir; ülkede asayiş bozuk ve değişik etkenlere bağlı olarak bunun sebepleri var. Bu sebepleri tespit edip ortadan kaldırmaya çalışırken, toplumda artış gösteren ve asayişi bozan adi suçların önlenmesi yönünde bir plan ve program yapıp uygulamaya koyulması şarttır. Şehrin en işlek yerinde beş veya on dakika süren silahlı bir kavgaya kolluğun neden müdahale edemediğini veya yetersiz kaldığını kimseye anlatamazsınız.
Suçu üreten asıl nedenleri bulup ortadan kaldırmanın yanında önleyici ve adli kolluk olarak başvurulması gereken iki çare vardır; ilki, "kırık pencere metodu" ve ikincisi de, süratli ve afsız adalettir.
İlk defa New York'da uygulanıp Ceza Hukuku literatürüne giren "kırık pencere/cam metodu", suçların önlenmesinde ve suç sayısının azaltılmasında uygulanabilecek basit bir yöntemdir. Bu metot, küçük suçları gözardı etmeme ve ceza kuralını ihlal edeni affetmeme mantığını esas almıştır.
Kırık pencere metodu, suçlar arasında fark gözetilmeksizin en küçük suça ve failine müdahale edilmesi, failin başka ve daha ağır suçları işlemesinin önüne geçilmesi demektir. Bir sokakta kırılan camı, kapıyı, hırsızlığı önemsemez, adaleti sağlamakta umursamaz davranırsanız, daha büyük suçların işlenmesine kapı açarsınız. Suçu önlemek, hafif-ağır suç farkı gözetmeden her suça müdahale edip fail ve delilleri ile adaleti gerçekleştirmekle mümkündür.
İkincisi ise, işlendiği iddia edilen suç, faili ve delilleri süratle ortaya koyulup adalete ulaşıldığı, suçun cezasız kalmadığı herkese gösterilmelidir. Hukuka uygun yol ve yöntemlerle tamamlanması gereken bu aşama, afsız ve suçu işlediği sabit olan failin mutlak şekilde cezalandırılmasını hedeflemelidir. Suçların tümü ile önlenmesi mümkün olamayabilir, fakat hedef bu, amaç da kişi hak ve hürriyetlerinin korunması olmalıdır.
Bir toplum için en ürkütücü olan; cadde ve sokaklarında korku ile dolaşmaktır. Ev ve işyeri kapılarının kilitlenmediği dönemler artık uzakta kaldı ve gelmez gözüküyor, ancak bu kadar güvensizlik, can ve mal güvenliğini tehdit eden ortam da çok fazla ve bir an önce bu ortama "dur" denilmelidir. Bunun aksini düşünmek bile insanı kaygılandırmaya yetiyor.
Ceza kuralları istisnasız uygulanmalıdır, hiç veya gereği gibi tatbik edilmeyen kurallardan, bu şekilde suç sayısından ve niteliklerinden dolayı kamu otoritesinin sorumluluğunun doğacağı tartışmasızdır.
Sebepsiz veya haklı neden olmaksızın başlayan tartışma ve kavgalara müdahalede "sıfır tolerans" ilkesi uygulanmalı, tartışma ve kavganın nedenleri doğrudan haksız tahrik, cezayı alt hadden tatbik etme ve indirme gerekçesi sayılmamalıdır. Çünkü ciddiyet kazanmayan hiçbir sebep, insan hayatından ve vücut bütünlüğünden üstün görülemez.
Son söz; yargının iş yükünü azaltmak ve cezaevlerini boşaltmak amacıyla yasal düzenlemelerin çıkarıldığı bilinmektedir. Kalıcı ve geçici nitelik taşıyan bu düzenlemeler; 5 Temmuz 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6352 sayılı Kanunun 1. maddesi şeklinde olabildiği gibi, CMK m.231’e eklenen hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) şeklinde de kendisini gösterebilmektedir. Elbette, her yasal düzenlemenin bir amacı ve fonksiyonu vardır. Ancak bu amaç ve fonksiyon doğru tespit edilip uygulanmalıdır. Aksi halde, örtülü affı veya fiili cezasızlığı gündeme getiren yasal düzenlemelerin yarardan çok zarara yol açtığı ve Ceza Hukukunun suçu önleme ve suç işleyeni caydırma fonksiyonuna hizmet etmediği görülmektedir.