Titanic enkazına turistik dalış yaptığı sırada patlayan Titan denizaltısındaki beş kişinin hayatını kaybetmesi son iki haftanın en çok konuşulan olaylarından biriydi. Denizaltına inen kişiler arasında macera tutkunu, milyoner bir baba oğul da vardı. Yolculuğun bedeli 250 bin dolardı. Milyarder olup uzaya gitmek için sıra bekleyen, hatta ölümünden onlarca yıl sonra teknoloji sayesinde yeniden hayata devam edeceğine inanıp büyük paralarla bedenini özel solüsyonlarla dolu bir tankta donduran çok sayıda insan var.
Bu milyarderler neden böyle riskler alıyor? Pervasızca risk almak DNA’larında mı var?
Zengin insanların neden çeşitli psikoloji alanlarını da yakından ilgilendiren riskler aldığına dair çok sayıda araştırma var. Nature dergisinde yayınlanan makale Almanya’da net serveti en az 1 milyon Euro olan, 1125 kişinin kişiliklerinin neden bizden fazla olduğunun araştırdı.

Çalışma yüksek gelirli insanların tipik olarak dışa dönük ve daha da önemlisi riske açık olduğunu gösteriyor. Bu onların macera/ adrenalin sporlarına ve risk almaya daha meyilli olduklarını gösteriyor. İyi de önemli olan kişilik yapısı mı yoksa zenginlik mi? 

Para mı kişiliği şekillendiriyor yoksa kişilik mi dev bir servete sahip olma şansı veriyor?
Çalışmalara göre ikisinden de biraz var. Risk alan bir kişilik yapısına sahip olanların daha çok para kazanma olasılığı da yüksek. Psikologlara göre günlük yaşamda ne kadar risk alırsanız bu sizi siz yapan şeyin yansıması haline geliyor. Yani risk alan kişilik özelliklerinizi artırıyor. Bu da birçok zengin insanın genlerinde olsun olmasın neden büyük ‘riskler’ alabildiğini gösteriyor.

Ancak zenginlik arttıkça adrenalin sporları yapmak, hızlı otomobil kullanmak, uçak kullanmayı öğrenmek gibi deneyimler yetmeyebiliyor çok daha aşırı örnekler ortaya çıkabiliyor.

Azıcık yürüyüş, biraz tempolu spor yeter de artar bile, nemize gerek öyle uçuk kaçık şeyler. Hem zaten o riski alma duygusunu verecek zenginliğin yanından bile geçmiyoruz.

Parlamenter sisteme geri dönüş hülyası:

Seçim sonuçları toplum nezdinde parlamenter sisteme geri dönüş hülyasına önemli ölçüde son verdi. Bunun üzerine bir de Erdoğan açıkladığı kabine geldi. Bu kabine, hem Erdoğan’ın hem başkanlık sisteminin bir güç gösterisi haline dönüştü.
Kabinenin iki anlamı var. Bir yandan iktidarın (örneğin ekonomi politikaları gibi) kimi hatalarından ders çıkardığını ima etmesi. Diğer yandan Erdoğan’ın siyasi projesi ile kadrosu arasında birini güçlendiren bir uyum hali üretmesi, bu çerçevede ve başarı-rasyonellik-güç mesajı içermesi.

PANORAMATR’nin son raporundaki şu değerlendirme, benim de değerlendirmem: “Erdoğan’ın kabineye yönelik tercihlerinin işaret ettiği koordinatlar oldukça pozitif bir siyasal, ekonomik, jeopolitik düzleme işaret ediyor. Ekonomide öngörülen rasyonelleşme sürecinin güvenlik ve dış politika alanlarını kapsayacağına dair bir beklenti oluşuyor…”
Rasyonel, kurumsal çalışmaya açık, dış politik alanda deneyimli, izlenen politik istikameti derinleştirebilecek isimlerin, Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığına, İbrahim Kalın’ın MİT Başkanlığı’na getirilmesi, ayrıca Merkez Bankası Başkanlığı’na Gaye Erkan’ın atanması, bu konuda kamuoyunun ve uluslararası camianın şimdiden ‘satın aldığı” göstergeler…

Muhalif kanatın seçimlerden sonra ilk yaptığı iş, aralarındaki ortaklığı fiilen bitirmek oldu. Küçük partiler çıkardıkları temsil üstü milletvekilleri sayılarıyla kabuklarına çekildiler, küçük ve etkisiz dozlarla söylem-eleştiri siyasetine devam ediyorlar. CHP ve İYİ Parti’de seçim yenilgisine karşı verilen tepki, lider-şahıs merkezli oldu. 

İddialarını, dünyayı, siyaseti, toplumu, okuma tarzlarını sorgulamaktan uzaklar. yeni değer hiyerarşilerini anlamak istemiyorlar. Seçmen davranışı belirleyeceğini düşündükleri ekonomik krize ve eksik demokrasiye rağmen Erdoğan’ın neden seçimleri kazandığına dair ya bir fikirleri yok ya fikir üretecek siyasi mekanizmaları… Böyle olunca siyasi olarak neyi doğru neyi yanlış yaptıklarını ölçme şansları da bulunmuyor.

Ve işin kolayına kaçıyor iki hususu öne çıkarıyorlar. “Bir, seçim adaletsiz koşullarda yapıldı, iki yaptığımız liste ve aday tercihleri yanlıştı” diyorlar. İşin esası, toplum ve siyasetin tanımı, sorunların çözümüne, gelecek tahayyülüne dair eksikleri akıllarının ucundan bile geçmiyor. Ya da parti anlayışları ve yapılarının ürettiği ‘ekonomi politik’ buna imkan vermiyor. Sonuç olarak yenilenmeyi şahıs değiştirerek ve pekiştirerek şahıs merkezli yapmaya çalışıyorlar…
Bu içine düştükleri “siyasetsizliğin” yeni bir yolu gibi görünüyor.

Dahası var. siyasi partilerden muhalif kitlelere, Erdoğan başarısını da sadece şahıs gücüne bağlıyor olmalı ki, lider eksenli okuma buradan da güç alıyor ve Erdoğan’a bu anlamda öykünme bir dip dalga haline geliyor. Erdoğan düzeninin muhalefete ve ülkeye verdiği en büyük zarar belki de bu. Yaşanan Türkiye’nin siyasi kültürün teşvik ettiği, kütler, şefler, rehberler etrafında siyaset yapma eğiliminin fevkinde zira.

Isaac Newton:

Newton, büyük veba salgınında Cambridge Üniversitesi’nde eğitime ara verilince annesinin ve üvey babasının köydeki evine gider, çalışmaya orada devam eder.
Bahar günü evin bahçesinde çalışırken, bugün hala orada durduğu öne sürülen elma ağacından bir elma düşer. Newton rivayete göre bunun üzerine kütle çekimi üzerinde çalışmaya başlar ve bugün hepimizin lisede öğrendiği kanunları bulur.

Newton, zamanının teknolojisi ve bilimsel bilgisi de elvermediği için kütle çekiminin nasıl gerçekleştiğini bilemez ama bu konuda bir tahmin yürütür, kütle çekiminin gözle görünmez bir etkiyle gerçekleştiğini düşünür. (Mıknatısın çekmesi gibi.)

Einstein, Newton’dan farklı düşünmektedir; ona göre kütle çekimi manyetizma gibi atom altı bir etkiden kaynaklanmamaktadır.
Einstein’a göre kütle çekimi, uzay-zaman adını verdiği dört boyutlu düzlemde kütlenin varlığının sadece bir sonucudur.

YouTube’a girerseniz onlarca video var, bunların hepsinde Einstein’ın kütle çekim teorisi, yani genel görelilik anlatılırken gergin mi gergin bir çarşaf kullanılıyor. Birisi, ‘Bakın bu güneş’ diye ağır bir küreyi gergin çarşafın üzerine bırakıyor, çarşaf tabii bir miktar çöküyor. Sonra gezegenleri temsil eden bilyeleri ‘güneş’ten uzağa bırakıyor ve o bilyeler güneşin açtığı çukura doğru ama güneşin etrafında da dairesel hareketler çizerek düşmeye başlıyorlar. Bu anlattığım genel görelilik teorisinin en temeli ve en basit görselleştirmesi ama teori bundan ibaret değil; matematiği ise oldukça zor.

Kütle çekim dalgaları:

Uzay-zaman soyut bir şey; aslında ne elle tutulacak gözle görülecek bir uzay var ne de zaman. Ama bizim meseleyi gözümüzde canlandırmamız için gerekli bir araç uzay-zaman.
Madem büyük bir kütle (mesela kara delik) ortaya çıkınca uzay-zaman bükülüyor; bu bükülme sırasında bir de ortaya dalga hareketinin çıkması gerekir. Yani kütle çekim dalgalarının da olması gerekir.
Einstein, kendisine sorulduğunda ‘Evet’ dedi, ‘Kütle çekim dalgaları olması gerekir ama bunların ölçülebileceğini hiç sanmıyorum.’
Böyle demesinin sebebi, kütle çekiminin fiziğin diğer temel güçlerine kıyasla çok zayıf bir güç olmasıydı.

Bilim neredeyse 100 yıl boyunca bu dalgaları aradı ve bulamadı. Genel görelilik teorisinin her satırı yüzlerce kez, binlerce kez test edilmiş ve kanıtlanmıştı ama kütle çekim dalgaları kanıtlanamıyordu işte.
Derken Amerika’da bir grup, hükümetin de parayı bastırmasıyla adına LIGO denen bir gözlemevi kurdu. Bu gözlemevi daha faaliye başladığı gün devasa bir kütle çekim dalgasını yakaladı; evrende bir yerde iki kara delik çarpışmıştı ve biz bunu dünyadan ölçmüştük. Şu güzel tesadüfe bakın, kütle çekim dalgalarının varlığı genel görelilik teorisinin 100. yılında, 2015’te kanıtlandı.

Şimdi üç gündür dünya bilim basını ve bilim haberlerini mutlaka yayınlayan gazeteler yepyeni bir durumdan söz ediyor: Artık uzayda devasa bir kütle çekim gözlem evimiz vardı.

Ama önce size dünyadaki LIGO’nın nasıl çalıştığını anlatmalıyım: LIGO her bir koklu 4 kilometre uzunluğunda dev bir L harfine benzeyen bir beton tünel. Bu tünelin içinde bir lazer ışını durmaksızın gidip geliyor. Eğer lazerin gidip gelme süresinde minicik bir fark olursa bilgisayar bunu saptıyor. O fark, kütle çekim dalgası anlamına geliyor; çünkü kütle çekim dalgaları içinden geçtikleri nesneleri uzatıp kısaltabiliyor.

Peki ışığın kendisi de bir ‘nesne’ olduğuna göre acaba uzayda var olan ve saat ayarı gibi çalışıp bize belirli aralıklarla elektromanyetik radyasyon gönderen pulsar adı verilen emekli yıldızları bu kütle çekim dalgaları için kullanamaz mıyız?
Elbette kullanırız. Biri Amerika’dan, biri Avrupa’dan, biri Avustralya’dan ve biri de Hindistan’dan dört bilim grubu 15 yıldır işbirliği içinde çalışıyor ve Samanyolu Galaksisindeki 68 pulsarı an be an takip ediyor. Bu pulsarların dünyaya olan mesafesi sürekli ölçülüyor ve bu mesafedeki minicik oynamalar bile kaydediliyor.
Bu 15 yıllık çalışmanın sonunda gördük ki, kütle çekim dalgaları sandığımızdan daha yaygın bir şey.

Fatura:

Herkes biliyor ki fatura çok ağır.
Öyle basit kemer sıkma ile bu iş olmayacak. Ertelenmiş dış ödemeler de kapıda bekliyor. Putin boşuna mı seçim döneminde gaz ödemesini veresiye defterine yazdı. Ya da yüksek risk içerisinde yüzde 10 faizle aldığımız dolar borçlarının toplamı 475 milyar dolara ulaştı bile.

Ödeme zamanı çok geciktirilemez noktaya geldi.
İyi ama faturayı kim ödeyecek?

Kurlar bilerek yükseltiliyor ve emekli-memur zamları enflasyonla geri alınmak zorunda kalınıyor.
Enflasyon biraz daha katlanacak ve maaş zamları geri alınacak.
Bu ilk fatura...

Keşke bununla bitse...
Mesela 2018 seçim sonrasını hatırlayın. Yine benzer durumdu... Yine kriz seçim sonrasına ertelenmiş ve fatura 2018 Ağustos faiz artırımından sonra ödenmişti.
Şubat 2018’de 28 milyon 166 bin olan çalışan sayısı 2 yıl sonra Şubat 2020’de 26 milyon 754 bine düşmüştü. (Pandemi öncesi son durum, yani henüz pandemi etkisi hiç görülmemişti)
İstihdam kaybı -1 milyon 412 bin kişiydi ama burada bir detay önemliydi.
Lise ve altı eğitimlilerde istihdam kaybı tam -2 milyon 252 bine ulaşırken üniversite mezunlarında çalışan sayısı +840 bin kişi artmıştı. Lise ve altı eğitimli her 100 çalışandan 8 kişi işini kaybetmiş ama yükseköğretim mezunları iş bulmaya devam etmişti.
Demek ki kemer sıkma faturasını alt eğitim grubu ödemişti.

Şimdi de durum çok farklı olmayacak. Yine fatura alt eğitim grubuna kesilecek. Hatta bu fatura 2018 krizinden daha ağır olduğu için işini kaybedeceklerin sayısı ve oranı da daha yüksek olacak. Hatta süresini de daha uzun olacak.
Yaklaşık 22 milyon lise ve altı eğitimli çalışanın bir-iki yıl içerisinde belki de 3 milyon civarı bu kesiminin işini kaybetmesi beklenmelidir. 2018-2019 kemer sıkma süreci yaklaşık 1,5 yıl sürmüştü ama bu sefer sürenin 2 yılı aşması bekleniyor.

Bakalım gerçek rakamlar ne olacak?
Ama kemer sıkma dönemlerinde en fazla sabit gelirliler faturayı ödüyor. Ve de alt eğitim grupları...
Şimdi sabit gelirlilerin ilk fatura ödemesi ‘verilen maaş zamlarının kur artışı ve sonrasında enflasyon olarak geri alınması’ olarak başladı bile... Yerel seçimlerden sonra ise ikinci fatura ise işten çıkarmalar olarak gelecek.

Herkes hazır olsun ve faturayı ödemeye başlayalım.

Şimdi bayramın son gününde paylaşmanın, aynı dine ait olmanın, merhametin ne büyük kısmet olduğunu birbirimize anlatmaya devam edebiliriz.

Tüm okurlarımın bayramını en içten dileklerimle kutlar, güzelliklere vesile olmasını diler, bayram ertesi önümüzdeki sıcak yaz günlerinde keyifli zamanlar dilerim. Hastalıklardan beri bir hayat diliyorum.

Son söz: Cehennem insan ruhunda sevginin bittiği yerdir..

Not 1:  Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçilen 2018'de, 3 milyon 494 bin 932 hane sosyal yardım alırken, 2022'de bu sayı 4 milyon 419 bin 286 haneye ulaştı. Şartlı eğitim ve sağlık yardımları kapsamında da 3 milyon 279 bin 253 kişiye yardımda bulunuldu.

Sözcü'den Deniz Ayhan'ın haberine göre; Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı'nın 2022 faaliyet raporundaki bilgilere göre 2019'da 1 milyon 343 bin 109 hane elektrik yardımından faydalandı.
Bu sayı 2020'de 1 milyon 659 bin 448 haneye, 2021'de ise 1 milyon 792 bin 200'e yükseldi. 2022'de elektrik yardımı alan hane, 3 milyon 690 bin 582'ye yükseldi ve 4 milyar 72 milyon TL destek sağlandı.

Not 2: Gönül öyle bir şeydir ki; bakın dostlar, alçak kelimesinin yanına ne gelirse o, alçak kelimesinin mânâ ve mefhûmuna beraber ona arkadaşlık eder. Fakat alçak kelimesinin yanına gönül gelirse, gönül o alçak kelimesini kanatlandırır, alçak gönüllülük en yüksek fazilet olur. Gönül böyledir. Bütün alçaklıkları yükselten bir şeydir, bir muammadır.”

Dostluk Üzerine/Fethi Gemuhluoğlu

Not 3: “Ey bizim mezarımıza uğrayan ziyaretçiler! Sâdi toprak olmuşsa ne önemi var, o zaten sağlığında da topraktı. Sâdi, rüzgar gibi alemi dolaşmışsa da, sonunda o da kendisini kara toprağa teslim etti. Çok geçmeden vücudunu toprak yiyecek, sonra o da rüzgar o toprakları yeryüzünün her yanına savuracak! Mânâ gülistanı açıldı açılalı, hiçbir bülbül Sâdi kadar güzel inlemedi. Böyle bir bülbül ölür de, toprağından gül bitmezse, şaşırmaz mısın?”
Bostan ve Gülistan/Şeyh Sâdi Şirazî

Not 4: “Hakikat ruhumuzun kulağına fısıldayarak der ki: boş durma insanoğlu, imânını imtihan ettir. İbrahim ol, inkârların ateşine bulan, ama yanmamak şartıyla insanoğlu. Yusuf gibi eşyanın karanlığına in ve orada da Allah’ı anmayı unutma. El kervanlarına katıl, düşünce ve sanat oymaklarını kelebek gibi değil, arı gibi dolaş, karınca gibi bilgi harmanlarını arşınla. Tâ çıktığın noktaya döndüğün zaman mânâ gelini kendini sana teslim edinceye kadar.”

Yitik Cennet/Sezai Karakoç

Not 5: “Evlâdım; Allah’ın rahmeti üzerinize olsun! Bilir misiniz, insan Allah’ın rahmetinin tecelligâhı olduğunu nasıl anlar” dedi. “Hayır efendim bilmiyorum” diye cevap verdim. “Ne zaman sizde Allah’ın bütün mahlûkatına karşı bir muhabbet uyanır da hiçbir karşılık beklemeksizin onlar için hayırlı duada bulunursanız, biliniz ki o anda siz Allah’ın rahmetinin temerküz ettiği ve dağıldığı müstesna bir tecelligâhsınız. Bu idrake kavuştuktan sonra, sakın unutmayın oğlum, bu idrakin ilelebed muhâfaza edilebilmesi için insanın bunun mes’uliyetinin gerektirdiği şuur ve vekarla hareket etmesi gerekir” dedi.”

Gel de Çık İşin İçinden/Ahmed Yüksel Özemre