Feri kalmamış gözlerimin yorgunluğunda
Çekildim köşeme uzandım ranzama
İçimi yakan bir acının kıvamında düşünüyorum şimdi 
Hüznün duvarları yıkılıyor üzerime ; yıkıntılar arasından feryatları yankılanıyor gençliğimin...
Sonbahar da gelmiş kapıma dayanmış, belliki zemheriye yürüyor yavaş yavaş tabiat...
Ayaz vuracak yine umutlarımızı
Biliyoruz ki kalabalıklar da kurtarmayacak dibe vurmuş yalnızlıklarımızı
Sevginin olmadığı mevsimlerde
Soğuğun ayaza kestiği yerlerde..

Çağdaş Türk şairi Mustafa Akgül’ün henüz yayınlanmamış  bir şiirini daha sizinle buluşturdum değerli ekran haber okuyucuları. Sonbaharınınız bahar tadında neşeyle geçsin ve mutluluk yaşamınızda neşet etsin.

Not 1: pragmatist siyasetin attığı taş, ürküttüğü kurbağaya değmez.

Not 2: Şunu bilmemiz gerekiyor ki her sancının müsebbibi mülteciler değildir. Savaştan kaçarak bir yurda sığınan insanlar yeri gelince muhacir, yeri gelince de günah keçisi olamaz. Herkesin huzuru için doğru göç politikaları, ekonomik parametrelerin acilen düzelmesi hepimizin su gibi, hava gibi ihtiyacı.
Şu dünyanın sarsılmaz gerçeğidir. “Bir insanın güvende olmadığı yerde aslında hiç kimse güvende değildir.” Mülteciler yaşadığımız coğrafyayı daha az güvenli hale getirmiyor, ancak yabancı düşmanlığı, korku ve nefret bunu sağlıyor.

Not 3: Almanya’da yaşayan çift Gizem ile Erhan’ın Mukayese diye bir instagram hesapları var. Mutlaka takip edin. Çoğunlukla Türkiye ile Almanya’daki fiyat karşılaştırmaları yapıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda bir karşılaştırma yaptılar.
Dana kıyma karşılaştırması…
Almanya’da Aldi isimli marketten, Türkiye’den de Migros’tan alınan fiyatlar bize aradaki uçurumu kıyma üzerinden göstermiş oldu.
Ortalama 1600 Eur asgari ücret kazanan bir Alman Aldi’den kilosu 9,58 Euro’ya 167 kg kıyma alabiliyor.

Türkiye’de yaşayan bir Türk ise 11402 TL asgari ücretle Migros’tan kilosu 272,50 TL’ye sadece 41 kg kıyma alabiliyor.
Yani Mukayese’nin attığı manşetle Almanya’daki asgari ücretli Türkiye’deki asgari ücretli den 126 kg daha fazla kıyma yiyebiliyor.
Bu hazin tablo hayatın her aşamasında maalesef aynı şekilde gözlemlenebiliyor.
Hatta bazı ürünlerin Türkiye’deki fiyatı kur farkından sonra ortaya çıkan rakamdan da fazla.
Mantık dışı fiyatlar da var.
Yarım litrelik pet şişedeki su 7 lira olmuş.
Nisan ayında 2 liraya aldığım fiş duruyor.
5 liralık banknot hiç bir işe yaramıyor.
Artık neyin ucuz olup olmadığını anlayamıyorum ben. Buradaki yakınlarım “Biz de anlamıyoruz, üzülme ” diyorlar.
Sıfır atmanın vakti geldi galiba ne dersiniz?
Şakası bile güldürmüyor artık bu durumun, farkındayım…

Her üç ayda bir dramatik bir şekilde değişen fiyatlar insanları artık tepkisiz hale getirmiş durumda.
Aklıma böyle durumlarda hep kurbağa deneyi gelir.
Bilmeyenler için anlatayım.
Bir kurbağayı kaynayan suya koyduğunuzda zıplayarak kaçar. Ancak ılık suya koyup suyu kısık ateşte kaynatırsanız ölene kadar o tencerenin içinden çıkmaz. Uyuşmuş ve artık sıcağa alışmıştır. Ama sonunda öleceğinin farkında değildir elbette...

Not 4: Dünyanın en verimli topraklarında tarımın, hayvancılığın bitme noktasına gelmesine, alım gücünün tarihin en düşük seviyesine gelmesine karşı herhangi bir tepki yok.
İktidar seçmeninin büyük bir çoğunluğu Erdoğan’dan hiç bir şartta vazgeçmeyeceğini son seçimde gösterdi.
Dolayısıyla Türkiye’de artık seçim, salt kimlik üzerinden şekilleniyor desek yanlış olmaz.
Demirel’in “ Tencere iktidar götürür” önermesi artık geçerli değil.
Siyaset muhafazakar milliyetçi eksen ile seküler milliyetçi eksen arasında sıkışmış durumda.
Bu kısır döngüde muhalefet seçmeninin darmadağın olan moralini, siyasete olan azalan ilgisini geri getirecek bir söylem de gözlemlenmiyor.
Aynı kadrolarla gidilen seçimden farklı bir sonuç beklemeyeceğini bilenler seçimi boykot edebilir.
Bu durum böyle devam ederse Erdoğan tarihin en sert ekonomik krizinde kazanması en kolay seçimine gidebilir.

Not 5: Bizde felsefe ve bilime karşı son iki asırdır yöneltilen itirazların tamamı birer fanteziden ibarettir. Konu uzun; ama kısaca belirteyim ki, Müslüman entelektüellerin yapmaları gereken şey, Batılılar kötüye kullanılıyor diye felsefe ve bilime itiraz etmek yerine, felsefe ve bilime sahip çıkıp bir bilim ahlakı oluşturmaktır. Böylece İslam’ın aslî öğretisine uygun olarak, kendilerine ve insanlığa hizmet etmiş olurlar. İlk bakışta görülenin tersine, Müslüman dünya, rakibi Batı karşısında siyasi, askerî, ekonomik alanlardaki geri kalmışlığı yüzünden yenilmedi. Fakat bütün bunların da sebebi olan eğitim ve bilim alanlarındaki geriliği yüzünden yenildi. Bunun da nedeni dogmatik kafalı ulemanın bitmeyen hegemonyasıdır. Yani meselemiz hâlâ “maarif davası”dır.

Not 6: Döviz sarsıntısı ve vergilerdeki artışlarla ithalat-ihracattaki dengesizlik üretimdeki çıkmazları ve maliyetleri artırırken, ortaya çıkan ekonomik bunalım paslı bir Kalaşnikof’tan savrulurcasına, halkın üzerine adeta mermi gibi yağdırılıyor!!!
Mermi tanımlamasını abartılı bulmayınız... Sefalet, açlık ve adeta öldürücü bir ekonomik buhran var ki, elinizi neye atarsanız atın yakıyor...
Bir de piyasa ahlaksızlığıyla, "zammın zammı" vatandaşı esaret altında tutuyor...
Avrupa'da gıda enflasyonunun yüzde 7'lerde olması kimin umurunda, çünkü Türkiye'de bu oran yüzde 80'lere ulaşmış...
Toptancısından perakendecisine, marketçisinden AVM'cisine kadar dövizi, Koronayı ve vergileri bahane ederek zam anarşisini teröre çevirenlere herkes isyan ediyor ama nafile...
Memura, işçiye, emekliye ne kadar zam yaparsanız yapın, piyasadaki zamlara bir türlü yetişilemediği için, halkın içinde bulunduğu sefalet ve açlık giderek derin bir kuyuya dönüşüyor...
Ve ülke kaynaklarının yüzde 75'ini sömüren yüzde 25'lik rantiye kesimi, yoksullukla boğuşan yüzde 75'lik halk kitlesini umursamadan keyfine bakıyor, iktidar ise bu pervasızlığı ahkâm keserek geçiştirmeye çalışıyor...

Not 7: Yerlikaya göreve başladıktan sonra çok çarpıcı bir gözaltı yaşandı.
Kaplan grubu olarak bilinen suç örgütünün başı Ayhan Bora Kaplan, Esenboğa Havalimanı girişinde gözaltına alındı daha sonrasında çıkarıldığı mahkemede tutuklandı.
T24’ten Asuman Aranca’nın haberine göre;
Kaplan soruşturmasında 2. Sınıf Emniyet Müdürü N.A.Ç de gözaltına alındı.
Başkomiserlikten ayrılarak avukatlık yapan U.K isimli eski polis dahil gözaltına alınanların sayısı 29 oldu.
Değerli okurlarım,
28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu seçilseydi anlaşılan o ki kara ilişkiler, mafyalar, kara para aklamalar tek tek ortaya çıkacaktı.
Ancak bir şans daha var:
1989’da İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünden mezun olunca 1990 yılında kaymakamlığa atanan ve 33 yıl sonra İstanbul valiliğinden İçişleri Bakanlığı’na atanan Ali Yerlikaya.
Bakan Yerlikaya, cesur ve kararlı uygulamalarına siyaset değil devlet adamı olarak devam eder ve engellenmezse umarım daha nice operasyonlar yapılır.

Not 8: Bakın Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in kurduğu cümle tam olarak şöyle: “Kur, uzun süre tutulmuş, 2021 Aralık ayından 2023 Mayıs ayına kadar kur belli düzeyde tutulmuştu. Biz kuru serbest bıraktık. Bir taraftan rasyonel politikalar derken bir yandan kura müdahale doğru değil.”

Malum bizim memlekette “enkaz devraldık” edebiyatı çok yaygındır, iktidar değişince muhalefetten gelip koltuğa yeni oturan hemen enkaz devraldık diye konuşmaya başlar.
Tamam, buna alışkınız ama kendi kendine enkaz devraldık diye sızlananı da ilk defa görmekteyiz…
Ayrıca bugün hâlâ örtülü sabit kur rejimi uygulanmaktadır.
Kurlar hâlâ ağır bir şekilde ve rezervler yakılarak baskılanmaktadır.
Bunu nereden çıkardın, nasıl anlıyorsun diye sorarsanız; dış ticaret açığı bunu son derecede net bir şekilde göstermektedir derim.

Not 9: Peki, nereye kadar alım gücü düşmüş halkın üstüne zamlarla gelinecek? Açık varsa kapanması için tek yol zam değil ki? Alın size çok iyi bildiğiniz iki çözüm:
1-Kamuda 2024’ü tasarruf yılı ilan ediniz. Kurumlar arası bunu rakamları ilan ederek yarış haline getirin. Böylece vatandaş bir mücadele olduğuna ve devletin de elini taşın altına koyduğuna inansın.
2-Hukuk, demokrasi ve insan haklarında yeni paketler açıklayın. Hapisteki gazetecileri iyi niyet olarak salın. Böylece dışarıya çıktığınızda dış sermaye temini kolaylaşacaktır.
Sayın Şimşek yapısal çözümler yerine talebi, kredileri dizginleyerek enflasyonu düşüremez. Hele alım gücü düşmüş halkın ihtiyaç kredi faizini artırmak, kredi kartları düzenlemeleri v.b işler talebi aşağıya itmez sadece borçla dönen vatandaşı boğar.
Evet kabul ediyoruz, perakende hacmi yıllık %31 artarken sanayi üretimi artışı %7,4 ama sorunun kaynağı halkın tüketimi değil. Merkez’in bastığı para, bütçe için yapılan zamlar, giren göçmenlerin talepleri, dışa bağlı sanayideki kur geçişkenliği… Bunlara odaklanmak gerekiyor, aksi halde karşınızda etkili bir muhalefet yok diye sadece halka fatura çıkarmak da doğru ve adil bir çözüm yolu değildir.

Not 10: Bu yılın ilk yedi ayında, turizm geliri 26,5 milyar dolar oldu, turizm gideri de 3,6 milyar dolar oldu. Net turizm geliri 21,9 milyar dolar oldu. Ama aynı 7 ayda Türkiye, Çin’e karşı 25 milyar dolar dış ticaret açığı verdik. (7 aylık ithalat 26,8 milyar dolar; ihracat 1,8 milyar dolar ve dış ticaret açığı 25 milyar dolardır.)
Yani; Çin’e karşı verdiğimiz dış ticaret açığı uçtu-kaçtı dediğimiz turizm gelirimizden daha fazladır.
Hükûmet de geri kalmadı. OVP’de 2023 yılı cari açığın GSYH’ya oranının yüzde 4 olacağını açıkladı. Oysaki yalnızca 7 aylık cari açığın GSYH‘ya oranı yüzde 4,2 oldu. 2023 yılı cari açığın GSYH’ya oranı yüzde 6,1 olacaktır.
Ekonomiyi yönetenler, ilgili bakanlar bu verilere bakmıyor mu? Bakıyor da görmüyor mu? Görüp de analiz edemiyorlar mı?

Not 11: Yiğitleri ve kahramanları kendi hayatından uzaklaştıran etnos sadeleşmeye başlar, sadeleşme etnik kollektifin direniş gücünü azaltır. Sakin ve istikrarlı dönemlerde direniş gücünün azalmış olması pek fark edilmez ama biyolojik bir ortamla ve özellikle komşu bir etnosla karşı karşıya kalındığı zaman, (savaşta) dinamik ve fedakâr insanların yokluğu açık bir şekilde hissedilir.

Not 12: Büyük işler yapanlar ayrı ayrı ihtiras sahibi enerjik bireyler değil, enerji direniş seviyesi adı verilen ortak ruhtur.

Not 13: Keşke benim de bir şirketim olsaydı ve halka arz edebilseydim..

Not 14: Ne yapsam, kimseyi memnun edemiyorum. Küçüklüğümden beri böyleyim.  Hiç unutmam, 14 yaşındaydım, yine bir gün sınıf arkadaşlarım bir olup  bana sağlam bir sopa atmışlardı. Ağlayarak eve koşup Babama sığındım:  “Baba, niye kimse beni sevmiyor? Niye her yerden kovuluyorum?” Babam derin bir iç çektikten sonra “Oğlum” dedi, çünkü sen doğuştan puştsun”. “Her gittiğin mecliste bir uyuzlık çıkartırsın”.

Not 15: OVP’NİN TEK OLUMLU YÖNÜ ERDOĞAN’IN ONA SAHİP ÇIKMASI.

Erdoğan = Devlet = Millet =  Her şey

Siz yatırımcının karşısına “Enflasyon 2026 yılında tek hanelere düşer—inşallah”.  “Önümüzdeki 12 ayda TL dolara karşı herhalde %40 daha değer yitirir-maşallah” diye çıkarsanız, alay konusu olursunuz.
Ama, “Erdoğan’dan selahiyet aldım. Türkiye’yi istikrara kavuşturacağım, bana zaman verin—tabii biraz da para” diye çıkarsanız, güvenenler olabilir. Mesela ben, Mehmet Şimşek’in zaman ve imkan verilirse ekonomiyi düze çıkartacağına eminim.
Erdoğan’ın oyun planı şöyle şekilleniyor:  Muhalefetin kıçını kaldırıp yerel seçimleri alacağı yok. Seçmen zaten enflasyona duyarsız. Yani seçmen dalkavukluğuna da ihtiyacım yok. Yeter ki döviz krizi patlak vermesin. Öyleyse, bırakayım Mehmet’i ekonomiyi güzelce bir sıksın limon gibi, döviz talebinin gazını alsın. Seçimden sonra?  Eğer AKP-MHP İstanbul ve Ankara’yı geri alırsa, IMF’yle stand-by bile masaya gelir.

Not 16; Öncelikle yıllardır yaptığımız gibi meseleyi ihracat odaklı bir söylem çerçevesinde ele alırsak, hiç kimse kusura bakmasın kısır döngüden çıkmamız mümkün değil. Başta bunun ithalat ve ihracattan oluşan bir dış ticaret meselesi olduğunu kabullenmek, iki rakamı da takip etmek ve buradaki yapısal meselelerin üzerinde durmak gerekir.
Yoksa bugün olduğu gibi ürettiğiniz malın yüzde 70 – 80’ini ithal edip, üzerine yüzde 20’lik üretim koyup, düşük katma değerle gelir peşinde koşmak, hamallıktan başka bir şey değil. Kıymetsiz olduğunu söylemiyorum. Şüphesiz bir çabadır; ama sizi kalıcı refaha götürmez.

Önce ülkenizde üretilen mamullerin içindeki yerli payı katkı oranıyla işe başlamalısınız. 10 birimlik bir üretimin içinde 60’lara varan bir yerlilik yakalamadığınız sürece, ne ürettiğinizden para kazanabilirsiniz; ne istihdam yaratabilirsiniz; ne de gerçekten kalıcı bir refah elde edebilirsiniz ve ihracat odaklı yatırım söylemi, verimsiz yatırımlardan ve kaynak israfından başka bir sonuç vermez.

Bu meseleyi uzun uzun tartışmak mümkün. Ama niyet yetmiyor. Zira sadece ihracat odaklı yatırımların bizi getirdiği felaket ortada. Üretip, ihracat yaptıkça zarar yazıyoruz. Belli bir kurgu ve plan doğrultusunda işe yaklaşmalıyız.

Not 17: Bilerek veya bilmeyerek yapılsın, askeri-endüstriyel kompleksin hükümet kurumları içinde kanuni dayanağı olmayan etkilerine izin verilmemelidir. İktidarda yaşanacak olası bir yanlış güç dengesi felakete yol açacaktır.

Not 18: İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.

Not 19: Hizmetin doğasına göre devlet bütçesinde bazı hizmetlere daha fazla ödenek ayrılabilir, bazı hizmet türlerinin etkin üretimi için daha fazla personel istihdam edilebilir ama bu durum kamu hizmetleri arasında bir hiyerarşi tanımlamak için anlamsızdır.
TSK kurumsal olarak gözbebeğimiz ise kamu sağlık sektörünü, kamu eğitim-öğretim sektörünü, AFAD çalışanlarını, yerel yönetimlerde çalışan itfaiyecilerimizi ve diğer kamu hizmetlerini/çalışanlarını nereye yerleştireceğiz?
TSK’ya eleştiri getiren kişi bir milletvekili, TSK ödeneğini bütçeden alan bir kurum, bütçe ödeneklerinin farklı kamu hizmetleri arasında tahsisini yapacak kişiler de milletvekillerimiz, bu bütçe tahsisini yapan kişilerden birinin de bir hizmet türünü üreten kurumun faaliyetlerini, hukuka uygunluğunu denetlemek, eleştirmek en doğal hakkı, haktan da öte görevi.

Not 20: Sadece siyasetle ilişkili olmayan bir umutsuzluk halinin içten içe herkesi içine aldığı bir gerçek. Seçimler vs yaşanan pek çok şeyi ve durumu açıklamak ya da anlamak artık daha zor. Örneğin binlerce mülteci Akdeniz'de, Ege'de can verirken Avrupa halkları sessiz, hatta bu sessizlik mülteci karşıtlığını destekleyici bir ivmeyi de içinde barındırıyor. Dünyanın pek çok yerinde popülist otoriter siyasetlerin yükselişi bile, bildiğimiz dünyanın sona erdiğinin bir işareti. Bir söyleşisinde Franco 'Bifo' Berardi'nin söylediği gibi, durumumuz yok edilen Mayalara benziyor, benzer bir şaşkınlık, bildikleri ya da inandıkları hiçbir şey, başlarına gelenleri açıklamaya yetmemişti.

Dünyanın sonunun anlamı, düne kadar dünyayı tanımak ve içinde hareket etmek için kullandığımız kavramsal, algısal, duyuşsal kategorilerin artık hiçbir şeyi açıklamamaya başlaması. Bu tür dönemlerde büyülü düşüncelerde, komplo teorilerinde, kült tarikatlarda, otoriter düşünce ve inanışlarda bir artış olur.

Not 21: Çocukluğumuzdan itibaren en çok ihtiyaç duyduğumuz şey anlatılar... Bir çocuk, neden masal dinleyerek uyumayı tercih eder? Etrafımızı saran belirsizlikleri yok edecek, gözümüze anlamsız gelen her şeyi anlamlı bir bütün olarak önümüze koyacak anlatılar olmaksızın yaşayamazdık. Çocukluğumuzda bu ihtiyacımızı anne babalarımız karşılıyordu, büyüdüğümüzde uzmanlar... Uzmanların içine bilim insanlarını, sanatçıları, politikacıları, YouTuberları, yazarları vs koyabiliriz. Artık anlatılar yeterli gelmediği ve hakikatle bağları zayıfladığı için mi, bildiğimiz anlamda dünyanın sonu arzulanır oldu? Felaketler karşısındaki bu vurdumduymazlığı başka nasıl açıklayabiliriz?

Not 21: Freud, alışılmadık, rahatsız edici, ürkütücü, şaşırtıcı, hatta dehşet verici tekinsizlik duygusunun bilinçdışıyla bağını kurar. İlla yeni bir şey olması gerekmiyordur, tanıdık bir şeyin alışık olunmayan bir şeye dönüşmesi de tekinsizliğe yol açabilir. Hayal ile gerçek arasındaki sınırların ortadan kalktığı bu tekinsizlik durumu, kişiyi bir boşluğa doğru sürükler.
''The Third Unconscious' adlı kitabında Berardi, gittikçe kitlesel bir halde yayılan bu tekinsizlik hissini, dijitalleşen dünyanın insanlarda yarattığı psikolojik ve bilişsel mutasyona bağlamıştı. İnsandaki sinirsel yapı, bu denli fazla uyaranı taşıyıp işlemekte güçlük çekiyor. Benlik parçalı bir bütün halinden çıkıp tamamen parçalanma eğiliminde, çünkü bilinçdışı geçmişten ziyade bugüne ait bir şeye dönüşüyor ve tıpkı Instagram ya da Youtube'daki video akışları gibi önemli önemsiz ayrımı olmadan yüzeysel ama yoğun bir bilgi akışı içinde zihinler sadece depolayan pasif birer aygıta, hatta çöplüğe dönüşüyor. Tam da böyle bir zamanda yapay zekânın yaygınlaşması tesadüf olmasa gerek.
Psikanalist Andre Green'in bahsettiği 'sessiz psikoz'u yaşıyor sanki insanlık, yoğun ve güçlü bir ilgisizlikle birlikte yıkıcılığın ortaya çıktığı... Önce durup anlamak, tekinsizlik hissini yaratıcı bir enerjiye dönüştürerek...

Not 22: Bunca yıldır bilinçsiz bir şekilde, ısrarla uygulanan ve hiçbir gerçek karşılığı olmayan faiz sebep - enflasyon sonuç anlamsızlığından sonunda geri dönüyoruz. Ölümü gösterip sürekli sıtmayla sınanıyor gibiyiz. O kadar özensiz ve iş bilmez bir şekilde idare edilmeye çalışıyoruz ki, hiçbir zaman bir dediğimiz bir dediğimizi tutmuyor. Bilimle, matematikle de pek aramız olmadığı için Fatih Bey hemen tekrar devreye girip “Halka soralım bakalım sicim teorisi hakkında ne düşünüyorlar?” diyebiliyor. Ben sicim teorisini hala bir teori olarak görüyorum, o ayrı…
Hadi biraz da iyi bir haber verelim. Motorine 2,03 lira zam gelmesi bekleniyor. Böylece motorin 40 lirayı aşacak. Ülkemiz günden güne ilerliyor. Hatırlar mısınız, motorinin litresi seçim günü 18,64 lira idi. Güzel şahlanmışız yalnız.

Not 23: Ukrayna savaşıyla ortaya çıkan yeni denklemde “jeopolitik satarak” oyun kurmaya çalışan Türkiye’nin Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridoru’ndan bypass edilmesi dikkat çekici ve oldukça manidar.
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, “darbeci Sisi” ile el sıkışıp pozlar verirken Türkiye’nin Mumbai’den Hamburg limanına uzanan koridora dahil edilmemesi yeni dönemin jeo politik denklemine dair önemli ipuçları sunuyor.
Erdoğan projeye kızgınlığını “Türkiyesiz bir koridor olmaz. Doğudan batıya trafik için en uygun hat Türkiye üzerinden geçmek durumunda” dese de, jeo politik gerçeklik başka bir şey söylüyor.
Yazar Murat Yetkin, “Oyunun kurallarını değiştirebilecek” proje olarak nitelendirdiği “koridor”dan Türkiye’nin dışlanmasına dair şunları söylüyor: “Bu proje G20 zirvesinde birdenbire akıllara gelmiş, ortaya atılmış bir proje değil. 2018’de şekillenmiş bir proje. Hazırlıkları, diplomasisi yıllardır devam ediyor, pişiriliyor. Türkiye, Hindistan-Avrupa projesinin kasıtlı olarak tutulmuşa benziyor.” Yetkin’e göre bu durum Ankara’nın Rusya ile giriştiği askeri-siyasi-ekonomik ilişkiyle bağlantılı. ABD eski gücünde olmasa da hala çok güçlü ve Türkiye’ye açık mesaj veriyor; “Burada mısın (yanımda), orada mısın?”
Yetkin’e göre proje bitmiş, netleşmiş değil ve ABD, Türkiye’ye bir açık kapı bırakılmış durumda. Bunun için de Ankara’nın tercihini yapması gerekiyor. 
IMEC koridorunun ortaya atılması Ankara'nın peşinde koştuğu Irak'ın ortaya attığı "Kalkınma Yolu Projesi”ni sekteye uğratabilir. 1200 kilometrelik kara ve demiryolu koridoru Basra Körfezi'ni Mersin Limanı'na bağlamayı amaçlıyor. Koridor, Abu Dabi-Katar-Irak üzerinden Türkiye'ye oradan da Avrupa’ya uzanacak. Basra-Nasiriye-Necef-Kerbela-Bağdat-Samarra-Musul üzerinden Türkiye’ye getirilecek mallar/ürünler, Şırnak-Antep-Adana üzerinden Mersin Limanı’na ulaştırılacak.

BRICS’ten G20’ye küresel zirvelerde güç merkezlerinin oyunları, manevraları ve restleşmeleri bir kez daha görüldü. Küresel hegemonya mücadelesi askeri çatışmalar, diplomatik manevralar, restleşmeler, ikili pazarlıklarla şiddetlenerek sürüyor.

Not 24: Maaşlarımız her geçen gün eriyor, hayat pahalılığı belimizi büküyor. Mevcut maaşlarla bu ülkede hayatımızı sürdürebilmemiz ne mümkün. Ama elbette beterin beteri de var. Mesela emeklilerin durumu diyeceğim ancak ölüm aylığı alanların durumu ondan da beter. Bu ülkede 7 bin 500 TL emekli maaşı alarak geçinmeye çalışan var. En düşük ölüm aylığı da 2 bin TL! Başka kentleri bilemiyorum ama İzmir’de oturulacak nitelikte bir evin kirasının 18-20 bin TL’yi bulduğu düşünülürse, evsizliğin, açlık ve sefaletin ülkede nasıl bir boyut kazanacağı tahmin edilebilir. Sadece evin kirasını ödeyebilmek için bir eve üç emekli maaşı ya da beş-on ölüm aylığı girmesi gerekiyor! Bu ülkede on iki milyonu aşkın emekli var ve bunların yaklaşık on milyonu asgari ücretin altında emekli maaşı alıyor. Hoş, asgari ücretin bu hayat pahalılığı karşısında bir hükmü de yok, o da ayrı mesele. Ölüm aylığı alanların sayısı da yaklaşık dört milyon. Onlarsa asgari ücretin çok altında aylık alıyor. 
Milyonlar açısından durum bu iken, siyasi elitlerimizin emekli aylıklarında durum ne dersiniz? İstisnaları hariç olmak kaydıyla, aktif vekilken bile elini kaldırıp indirmekten başka bir şey yapmayan vekiller, emekli olunca da vergilerimizle refah içinde yaşamaya ve ayrıcalıklarını korumaya devam ediyor. Onların hali hazırdaki emekli maaşı bile halen çalışmakta olanların kat be kat üzerinde. Şu an bir milletvekili emeklisi 65 bin TL emekli aylığı alıyor. Bu maaşa hak kazanabilmesi için sadece iki yıl vekillik yapması yeterli. Üstelik de emekliliğe hak kazanan vekiller halen aktif görevdeyse hem vekil maaşı alıyor hem de emekli aylıkları bağlanıyor. Bu da toplamda aylık 150 bin TL bir gelire tekabül ediyor. Maaşları üç ayda bir yattığı için de her üç ayda bir hesaplarına harcırahlar hariç 450 bin TL giriyor! Türkiye’de neden herkesin “büyüyünce” vekil olmak istediğini sanırım bu durum kısmen de olsa açıklar. Pasaport, VIP, sağlık hizmetleri, trafikte cezasızlık gibi diğer ayrıcalıkları eklediğimizde, vekilliğin neden temsil görevi olarak değil de ayrıcalık makamı olarak görüldüğünü sanırım daha iyi anlarız.

Not 25: Bugün birin dördünden emekli kıdemli bir profesörün emekli maaşı 30 bin TL. Bu profesör sadece iki yıl vekillik yaparsa alacağı emekli maaşı 65 bin TL! Temsili demokrasinin yarattığı particiler ayrıcalıklı sınıfından söz ediyoruz. Kendi sınıfsal çıkarları söz konusu olduğunda birlikte hareket eden ve politik farklılıkları teferruat olan siyaset sınıfından!

Biliyorsunuz şu aralar CHP’de değişim tüzük değişikliği ile sağlanmaya çalışılıyor. Kimsenin okumadığı, okusa da işine gelmediği sürece hatırlamadığı ve uymadığı tüzüğü değiştirmek yerine, temsilciyi temsil edilenden uzaklaştıran, farklı dünyaların insanı yapan bu ayrıcalıklı sistemi değiştirmeye çalışsalar/çalışsak belki hep birlikte kazanırız. Belki o zaman vekil halkın halinden anlamaya başlar. Ne dersiniz?

Not 26: Son çeyrek asrın sağlıksız yeni nesillerinde başat rol ne yazık ki okul ve eğitim modeline dayanmakta. Sınav odaklı, özel dershane ve etüt soslu eğitim sistemi, dayattığı hareketsiz yaşam tarzı ve kâr odaklı okul kantinciliği ile göz göre göre son çeyrek asrın kuşaklarını hasta etti.
Okul yılları gelecekteki yaşamlarımızı belirleyen önemli bir dönemeçtir. Bu sağlık bahsi için de öyledir. Çocuk, ergen ve gençlere sağlıklı yaşam yolunda bu denli kolay ulaşılabilecek başka bir mekan, mekanizma yok. Okul hekimliği ve hemşireliği bahsi ne yazık ki gündem olamamakta…
Yıllardır obezite yani şişmanlıkta Avrupa’nın birincisi Türkiye. Bu okul yaşı çocuklar için de geçerli. Üstelik Covid 19 pandemisinde eve hapsedilen gençlik daha da kilo almış oldu. Derken ekonomik kriz eklendi: Yoksulluk derinleştikçe karınlar daha fazla karbonhidratla doymaya mecbur bırakılır, hasılı obezite daha da artar.
Yine ülkemizde şeker hastalığı almış başını gidiyor. Dünyada ilk üçe yerleştik ne acı ki. Biri çocuklara söylemeli: Şişmanlık ve şeker hastalığı ileride daha sık kalp krizi, yüksek tansiyon, damar sertliği, böbrek yetmezliği, felç, depresyon, bacak amputasyonu ve cinsel sorunlar demek…
Yirmi bir yaş altı nesil, sırf bu ülkede ve kesintisiz AK Parti iktidarında doğup büyüdükleri için, tercih edilmiş sağlık politikalarının vebalini ileriki yıllarda canları, sağlıkları ile ödeyecekler.  

Giderek en şişman insanlar ülkesi olmamızda AK parti öncesinin de rolü var elbet. Çocuklarda sağlıksız nesiller için önemli bir milat lise giriş sınavlarıdır. Bu yolla okul, etüt, özel ders, sınav maratonu ile ortaokul yıllarında tanışmaya başlayan çocuklar bir odaya hapsolmuş ve abur cubur ile beslenmeye mahkum kılınmıştır. Sınav ve hareketsizlik maratonu dört yıl erkene çekilmiştir.

Birkaç yıl önce okul kantinlerinde yasaklı ürünler ile yol alınsa da yüksek kantin kiraları işletmecileri ucuz ve bir o kadar da sağlıksız ürünleri satmaya zorluyor. Geçmişte olduğu üzere okul aile birliklerinin kantin işletmeciliği yeniden merceğe alınmalıdır.

Not 27: Dünya farklı bir istikamete doğru ilerleyedursun, bizim toplumumuzda ebeveynler tuhaf bir şekilde yanlış yöne bakıyor. Asıl olanın okul başarısı değil, hayat başarısı olduğunu unutuyoruz. Okul, çocuğu hayata hazırlamak için, minör ölçekte bir topluluk içinde başkalarıyla birlikte yaşamayı, işbirliğini ve dostane mücadeleyi, cesareti, gayreti, direnişi, katkıda bulunmayı ve ilham almayı öğrenebileceği bir ön saha. Hayatın eli bir hayli ağırdır, biliyoruz. Çocukların duygusal ve ruhsal bakımdan –bizim de pek aşinası olmadığımız– bu yeni dünyaya hazırlanması gerekiyor. Fiziksel ve zihinsel gelişim de hayat başarısının göz ardı edilemeyecek unsurları elbette ancak nihai kertede başarılı bir hayat, duygusal açıdan bizi doyurabilmiş, sevgi alıp sevgi verdiğimiz, başkalarının hayatında faydalı ve güzel izler bırakabildiğimiz, insanların bizim yaşamımıza güzellik ve ilham kattığı onarıcı yaşam deneyimlerinin hülasasıdır. Akademik puanlamalarınız, maaş bordronuzdaki veya gelir tablosundaki yüksek meblağlar başarılı bir hayatın ölçüsü olamaz. 

Sevme ve algılama süreçleri sakatlanmış, duygusal açıdan örselenmiş ve iyileşememiş insanlar, hayatın (topluluğun içindeki birey olarak değil, kendi biricik hayatlarının) kaybedeni olmaya namzettir. İnsan hayatının gayesi, büyümek ve olgunlaşmak olduğuna göre bu yetkinleşmeyi sağlamayan tüm yaşamlar hakikatte başarısızdır. Ve kişi kendi yaşamını, insanlar arasında iyiyi, yüceyi ve güzeli, sevgiyle ve emekle büyüterek yetkinleştirebilir. İnsan yaşamı, sürekli bir yeniden bilme, keşfetme, onarma sürecidir. Hem ailedeki hem de okuldaki eğitimin öncelikle bu yetileri güçlendirmesi gerekiyor.

Not 28: Ekonomi yönetiminin negatif reel ticari kredi faizi sevdasından vazgeçmeden enflasyonda sürdürülebilir bir düşüşü gerçekleştirebileciğine inanmıyorum. Ticari kredi faizleri reel olarak pozitif olmak zorunda. Reel ticari kredi faizlerinin sürekli olarak negatif olması isteniyor. Ancak toplam kredilerin de daha az büyümesi gerekiyor. Bu durumda toplam krediler içindeki oranı yüzde 20 civarında olan tüketici kredileri ve kredi kartlarında kısıntıya gitmek isteniyor. Yanlış yol.

Not 29: Allah kem gözlerden korusun, ağzımızın tadını bozmasın, kaldıramayacağımız imtihanlarla sınamasın, sevdiklerimizle huzur ve muhabbet içerisinde yaş almayı nasip eylesin.

Not 30: Âh şu denize inen güzel yollar insanı mest ediyor..

Not 31: Türkiye'de en büyük sorun, GECEKONDU ya da TARLALARA verilen imarlar ile, haketmeyen insanların zenginleştirilmesi olmuş.

Ev sahiplerine bakıyorsun, %80 KEKO.

Kiracılara bakıyorsun.

Çoğu eğitimli.

Böyle bir tabloyu başka ülkede göremezsiniz.

Bir de, evlerine çöküyorlarmış!

Not 32: Pozisyonlarınızın vadesi neyse, o vadeden daha kısa vadeler için TRADE yapmayın.

Neden?

Yürüyeceği zaman, ZİKZAK çizmiyor, direkt gidiyor ve malı kaptırdığınız ile kalıyorsunuz.

Not 33: Ülkeye KAÇAK akını başlayınca, EVİME ÇÖKTÜLER diye ağlayan ev sahibi bozuntuları.

Not 34: Türkiye'de YASALAR korumasa, kiracıları mahvedecek ev sahipleri, hala etmeye çalışıyorlar da; Allahtan devlet var.

Ev sahipleri, kendilerini feodal toprak ağası falan zannediyorlar. Öyle ahlaksızlarki ev sahipleri; öldürüldüklerinde bile insanda merhamet hissi uyandırmıyorlar.

(Ama deprem olunca, havaları sönüyor. Çünkü, hava attıkları evler ağırlıkla çürük.)

Not 35: iPhone ve otomobilin satış fiyatı vergisiz fiyatını geçebilir mi? Neden geçemesin? İlaç değil temel gıda değil. Zorunlu ihtiyaç kalemi değil.. Ve %80-100 ithalat bağımlılığı var. Cari açık bu kadar yüksek kaldığı sürece kimse lüks ithal ürünlerde vergi indirimi beklemesin..

Not 36: iPhone ve otomobilin satış fiyatı vergisiz fiyatını geçebilir mi? Neden geçemesin? İlaç değil temel gıda değil. Zorunlu ihtiyaç kalemi değil.. Ve %80-100 ithalat bağımlılığı var. Cari açık bu kadar yüksek kaldığı sürece kimse lüks ithal ürünlerde vergi indirimi beklemesin..

Not 37: Dünya çapında 30 ülkede ve 36 bini aşkın kişi ile yapılan bir ankete göre 18 ila 35 yaşındakilerin üçte birinden fazlası parlamentoyu ve seçimleri ‘takmayan’ güçlü bir lideri desteklemekte sakınca görmüyor. Oran Türkiye’de yüzde 50’yi buluyor.
Türkiye’de yüzde 27’lik kesim otoriter rejimlerin vatandaşların isteklerini demokrasilerden daha iyi karşıladığı görüşünde.

Bir çoğumuz için çok şaşırtıcı bir sonuç bu. Çünkü son birkaç yüzyılın perspektifinden baktığımızda tam tersi bir tablo görüyoruz… Dünyada demokratik fikirler, eşitlik ve özgürlük talepleri her geçen gün daha fazla yayılıyor ve kabul görüyor. Yüzlerce yıldır devam eden bir süreçte insanlık artık dikey yönetim modelleri yerine yatay yönetim sistemlerinin daha iyi ve daha yararlı olduğu görüşünü ortak bir kanaat olarak paylaşıyor...

Burada bir çelişki yok mu? Bir taraftan demokrasi ve bireysel özgürlükler giderek daha fazla talep görürken, diğer taraftan insanlardaki otokrasi özleminin bir türlü dinmemesi nasıl mümkün oluyor?

İnsanlık gelişiyor, anlayışlar değişiyor ama bizim arzu ettiğimiz kadar da hızlı olmuyor bu iş. Zira dönüşüm dediğimiz süreç bir bünyedeki her şeyin tamamen ortadan kalkması demek değil. Uzun zaman gerekiyor bunun için. Üstelik artık her şeyin değişmiş olduğunu düşündüğümüz aşamalarda bile geçmişin birtakım kalıntıları veya tortuları yeni yapıda da varlığını sürdürebiliyor. Çalkantı anlarında ise bu tortular suyun yüzüne çıkabiliyorlar. Bugün yaşanan şey de bu galiba.

Not 38: 15 Temmuz’da TRT’nin önüne çağrılmış meğer, kalaşnikoflarla gelmiş oraya, yine adamlarıyla… Meğer “15 Temmuz kahramanlarından birisi” imiş kendi ifadesine göre… Çağıran Soylu muydu, Soylu’ya yakın insanlar mıydı, öyle bir silahlı gurubun hîn-i hacette (ihtiyaç durumunda) devletin yardımına çağrılacağı gibi bir hafıza mı vardı devlette? Bunları süreç aydınlatacak.
Neyse…
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya operasyondan sonra, “operasyona sahiplenme” diye okunabilecek şöyle bir mesajı paylaştı:
“Aziz Milletimizin huzur ve güvenliğini tesis etmek için gece gündüz demeden görev yapan, tüm suç ve suçlulara hayatı dar eden, her an enselerinde olan, nefeslerini kesen güvenlik güçlerimizi yürekten tebrik ediyorum.”
Bakan şu ana kadar eski bakan Soylu ile ilgili bir değerlendirme yapmadı. Soylu’nun süreçten rahatsız olduğu biliniyor.
Bu işin derinleşmesinden endişe etmesi de normal. Çünkü bu işe bir kere el atıldı mı, zincirleme “iltisak”ların ortaya çıkması kaçınılmaz. Ah şu iltisaklar! Tabii sadece Soylu ile de kalmayabilir bu iltisaklar… Şimdi adam bir yargıtay üyesine villadır, lüks arabadır, bilmem nedir hediye ettiğini itiraf etmiş.
Emniyet’te bağlantıları olduğu, bizzat Emniyet cenahının altını çizdiği bir konu. Yine Emniyet’ten birilerinin yardımıyla kimi evlere çökülmüş, tirilyonluk servetler edinilmiş…
Nelere nelere nelere çöküldü bu dönemde… Hele şu “Kayyım dosyası” açılsın bir…
“FETÖ örgütü”nü ortaya çıkararak meşhur olan bir savcının “FETÖ borsası”nda at oynattığı bilgisi kamuoyuna yansıdı ya, varın gerisini siz hesap eden…
Şimdi sorayım: Vatandaş şu olayın neyini merak ediyor acaba?
Sorayım: Vatandaş bu olayın ne kadarını duyuyor acaba?
Sorayım: Bu olay vatandaşın siyasi kanaatini ne kadar etkiliyor acaba?

Not 39: Vergi avantajı ve ayrıcalıklarından kim yararlanıyor peki?
Teşvik edilen sektörlere baktığınızda, işverene istihdam desteği ilk sırada. Peşinden de inşaat, enerji ve finans piyasası geliyor.
Bu sektörlerin ayrıcalıklı vergi mükellefleri kimler? Ödül gibi kıyak mı, genel teşvik mi?
Kamu müteahhitlerine sağlanan vergi kolaylıkları, zaman zaman haber oluyor.
Ama vergi harcaması şeffaf değil. Kimlerden, hangi vergilerin alınmadığı bilinmiyor.

Vazgeçilen vergiler toplansa tuvalet kâğıdının KDV'si, benzinin ÖTV'si, arabanın MTV'si ikiye katlanmayacaktı.
Başka yolu var, demek.
Hazine arazileri satışa çıkarılıp halka ek vergiler, vergilere de zam konacağına muaf tutulan müteahhitlerden vergileri tam alınabilirmiş. Niye alınmıyordur ki?

Not 40: Düne kadar Kürt demek Kürtçü olmak demek iken bugün kabinede hiç olmadığı kadar Kürt ağırlığı var.
Dünün kahramanı Süleyman Soylu’ya yakın isimler kameralar eşliğinde göz altına alınıyor. Halbuki Soylu’nun hukuksuzluğu neredeyse Türkiye’nin güvenliğinin teminatı idi.
Hülasa seçim öncesi ve sonrasında ülkedeki değişim en fazla açık gri ve biraz daha açık gri arasındaki fark kadarken hem muhalefet hem iktidar o zamanki felaket söylemlerinden ya vaz geçtiler ya da öncelikleri değişti.
E böyle olunca en azından söylemde seçim ülkenin sorunlarını çözmüş olmuyor mu? Vatandaş da dün neyle mücadele ediyorsa bugün belki daha fazlası ile mücadeleye devam ediyor. Siyasilerin kendi dertlerini bir kenara bırakıp tekrar vatandaşı hatırlayacağı zamana kadar.