Yorgun düşmüş kalpler..
Bugün yine çok değer verdiğim çağdaş Türk şairi Mustafa Akgül’ün henüz yayınlanmamış bir şiirini paylaşacağım. Daha önce de kalbimizi ısıtan şiirlerini...
Bugün yine çok değer verdiğim çağdaş Türk şairi Mustafa Akgül’ün henüz yayınlanmamış bir şiirini paylaşacağım. Daha önce de kalbimizi ısıtan şiirlerini paylaştığım olmuştu. Arada paylaşmaya devam edeceğim. Kalemine ve gönlüne sağlık şairimizin. O zaman şiir yorgun düşmüş kaplere gelsin:
Geceler çökerken karanlığın üstüne
Boş durmuyor insan hafızası
Sarıyor kaseti başa
Mazide arıyor ne arıyorsa
Mutluluğa dair
Bir tek tesellin o da hayalin
Onu da gel acımıyorsan
Sözleri dökülüyor kadife sesli Güllünün ağzından
Yorgun düşmüş kalplere
Seven gönül sözle avutulmaz bilirim
Dağlar gibi yıkılan umutların altında kalmazsak kafidir
Dünlerimiz çalındı eyvallah
Yarınlarımıza dokunmasalar bize yeter
Anamız Kadir gecesi doğurmadı bizi neticede
Saklı seçilmişlerden de değiliz
Bahtımıza düşen kara sevdalarımız
Onları da elimizden almasalar bari..
Not 1: Bir şarkı gibisin dünya!
Çoğu zaman hüzün makamında.
Erdem Bayazıt
Not 2: Rahmetli felsefeci Durmuş Hocaoğlu, eğitimi itibarıyla fizikçiydi. Felsefe ve sosyoloji çözümlemelerinde fizikten kavramları kullanırdı. Mesela, kuvvetli bir mıknatıs alanının etkisine giren bir demir mineralinin içinin, dışarıdaki o güçlü alana göre yönleneceğini söylerdi. Sonra şöyle devam ederdi: Medeniyette ileri gitmiş milletler de kuvvetli mıknatıs alanı gibidir. Geri kalmış ülkeleri etkiler ve onlar da gelişmişlerin hâkim kültürünün etkisine göre kendilerini yönlendirir… Hocaoğlu’nun nefis bir benzetmesidir.
Ben de Hocaoğlu’nu taklit edeyim: Mıknatıs değil de güçlü bir
yer çekimi alanı, Einstein’ın Genel İzafiyet Teorisi’ne göre uzayı
büker. Elastik bir yüzey düşünün. Hani şu jimnastikçilerin üstünde
zıplayıp akrobasi yaptıkları tramplen gibi bir yüzey… Tramplenin
ortasına ağır bir gülle koyun. Gülle yüzeyi bükecektir.
Öyle ki tramplenin üstüne yerleştireceğiniz her şey, şimdi gülleye
doğru kayacaktır. Yer çekimi tıpkı böyledir diyor Einstein. Yalnız
bükülen iki boyutlu yüzey değil dört boyutlu uzayın kendisidir…
Bildiğimiz üç boyut artı zaman.
Ekonomi, edebiyat, eğitim, sanat, askerî güç… Bunlarda dünya
standartlarına göre yüksek bir düzeye ulaşırsanız, dayanılmaz bir
çekim gücü oluşturursunuz. En başta kendi vatandaşlarınıza, “Ne
mutlu Türküm!” dedirmenin yolu budur işte.
ABD’ye bakın. Dünyanın bütün etnisitelerinin toplandığı bu ülkede,
çocuklarına her sabah ellerini kalplerinin üstüne koyarak
“Tanrı’nın altında tek millet!- One nation under God!” diye and
içiren yegâne güç, işte o çekim gücüdür.
Sonra o çekim, sınırlarınızın dışına taşar. Size takdirle,
saygıyla, sevgiyle bakarlar. Size öykünürler.
Kendilerini size en yakın hissedenler sizin çekim alanınıza doğru
kayar. Benim milliyetçilikten de Turancılıktan da anladığım
budur.
Not 3: OVP’deki büyüme tahminlerine bakıp kemerlerde ne kadar bir sıkılaştırma yapılacağını incelediğimizde oldukça ılımlı bir yavaşlama öngörüldüğüne şahit oluyoruz. Programdaki en belirgin soru işareti bence burada. Bir tarafta bu denli kemerler bağlanıp aynı anda nasıl büyüme olacak?Büyümeden feragat etmeden tüm bu hedefler gerçekleştirilmek isteniyorsa eğer… Burada ciddi bir sermaye girişinin hedeflendiği belirtiliyor.
Not 4: Kötünün olmasını istemeyiz tabi ama korkarım 2026’da da
ekonominin düzeleceği falan yok!
Sanırım çok uzun süre bu klasmanda bir ekonomiyle Türkiye yoluna
devam edecek!
Gençler hayallerini yurtdışında aramaya devam edecek!
Geçim sıkıntısı daha büyük toplumsal sorunlara neden olacak!
Gençler bırakın evlenmeyi, mutlu bir yuva kurmayı, kiraya dahi
çıkamayacak!
Sığınmacılar gibi, 8-10 kişi aynı evde kalmak zorunda kalacak!
Doktorlar yurtdışına kaçmaya devam edecek!
Hastalar, dertlerine kendileri derman olmaya çalışacak!
Bir inat uğruna millet heba olacak!
Not 5: Arjantin’de TÜFE oranı yüzde 113,4’tür. Kriz yaşıyor.
İran’da 193’tür. Halk zor durumdadır. Mısır ve Etiyopya ekonomik
istikrar sorunu yaşıyor.
Sonuç;
1-BRİCS ülkelerinin çıkaracağı para dolar endeksinde bir miktar
düşme yaratabilir. Ama dolara alternatif olmaz.
2-Rusya ile ortaklık yapılmaz. Çünkü Rusya, eşit şartlar istemez,
şovenist bir ülkedir, hegemonya kurmak ister.
3-Arap ülkeleri ve İran siyasi açıdan istikrarsız ülkelerdir, yarın
ne yapacakları belli olmaz.
4-Dikta rejimlerinin olduğu ve demokrasinin olmadığı ülkelerde
kalkınma sürdürülemez.
5-Türkiye olarak aklımızı başımıza toplamalıyız. BRİCS’ten uzak
durmalıyız. Dış ticaret verilerine bakarsak ne kadar haklı olduğum
ortaya çıkar.
*2022 yılında; ihracatımızın yüzde 50’sini Avrupa ve ABD’ye yaptık.
11,5 milyar dolar dış ticaret fazlamız var.
*Yine 2022’de ihracatımızın yüzde 7,9’unu Rusya ve Çin’e yaptık.
Buna mukabil bu iki ülkeye karşı 87,5 milyar dolar dış ticaret
açığı verdik. Toplam dış ticaret açığının yüzde 80’ini bu iki
ülkeye verdik. Rusya’dan ithalatımız içinde petrol ve gaz
ithalatının oranı yüzde 37’dir. Petrol ve gaz dışında daha 55
milyar dolar açık var.
*Rusya ve Çin, 20 senedir içeriden kartel ortaklarıyla bizi
sömürüyor. Batı’dan uzaklaşmayalım.
Not 6: Şimdi her şey tek boyutlu ve tek kanatlı. Kimse emanetin emanet olduğunun farkında değil gibi, herkes sahiplik iddiasında ve kimse hiçbir korku taşımıyor emanete halel gelmesi hususunda. İşte tam bu noktada zayıflık başlıyor. Ve herkes bir yerinden güç devşirdiği bir emanetin tek muktediri olarak hareket ediyor. Hiçbirimizde sabrın ve tahammülün ne teorisi ne de pratiği yok. Kelimeleri tükettik, sloganları tükettik, komik ama hamaseti bile tükettik.
Dönüp kendimize, bizi biz yapan şeyleri aramak, bulmak ve yeniden yeşertmek zorunluluğumuzu hatırlatmamız gerekiyor. Yoksa tek boyutlu ve tek kanatlı her şey aksıyor. Ne biz kalıyor ne de ben… Sadece bir şeyi söylüyor olmak o şeyin hakikatini kavrıyor ve ona göre hareket ediyor olmak anlamına gelmiyor. Esas usulle yol alır. Usulsüz esas yolsuz bırakır.
Kardeşliği, duygudaşlığı, eylemselliği ve ümitte-kaygıda ve anlayışta, amaçta birlikte olabilmek uzun bir yolculuk içerisinde sürekli tazeleyerek devam etmeyi icbar ediyor. Böyle olunca bir ufuktan ve gelecekten bahsedebiliriz. Gerisi tembellerin temennisinden başka bir şey ifade etmiyor.
Bir şeye emek veren, ona hizmet eden ettiği hizmetle zaten parlar ona makyaj yapmaya gerek olmaz. Sessizliği bile parlaktır. Boşluğu, ağırlığı her yerden hissedilir. Ancak günün modası olsa gerek her şeye bir iltifat, herkese bir makyaj, cila vurma girişimi almış başını gidiyor. Artık yola ve yürüyüşe odaklanmak gerekiyor. Ne milletin paçasındaki çamura ne de boynundaki etikete… onun için gelmekten daha çok gitmenin, güzelce gidebilmenin imkânına bakmak lazım. Geldiğinde bulduğun ile gittiğinde bıraktığın arasındaki farka bakmak gerekir. Dışını parlatıp, içini çürütmüşsen olsan da bir, olmasan da… Vasat bile olamayan gereksizliklere övgüde bir hastalıktır. Unutulan şiarlardan birisini şuraya not düşmekte fayda var: “Gayret bizden takdir Allah’tan.”
Not 7: Öyle insanlar vardır ki, hiç anlayamayız veya en basit meseleler hakkında bile konuşamayız onlarla. Ama bir de, tamamen farklı olmamıza rağmen, en soyut şeyler hakkında konuşurken bile en derinden ve tüm yoğunluğuyla kavradığımız kişiler vardır ve işte tam da bu gizemli belirsiz temeldir bizi onlara bağlayan.
Not 8: "Bildiğin her şey / Karlar gibi eriyor..." Daniel Norgen’in şarkısında geçer. Bütün yaşanılan ve hissedilen şeylerin, dostluklar, hayaller, hayal kırıklıları, sonu gelmeyen uğraşlar, anlatılan ve anlatılamayan her şeyin karlar gibi eriyip bir akarsuya karışır gibi akıp gitmesi... Belki de yaşamı, hüzünlü olduğu kadar güzel yapan şey de bu akış... Ölümü güçsüzleştirir dostluk, bu akışı çoğaltarak... İsmet abiyi de analım: Neden büyük ırmaklardan daha heyecanlıydı/ Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.
Not 9: Kaygı, 'gerçek'ten duyulan korkudur; bu yüzden adlandırmakta zorlanılır, bastırılır. Bastırılamaz ya da inkâr edilemezse yıkıcı etkileri olur, travmatik bir deneyime dönüşebilir. Kaygıyla baş etmenin yolları öğrenilir, yüzleşilmesi bazen zordur, yardım gerekir. Eğer kişi, içinde utandığı dürtülerin olduğunu ve bu dürtülerin tehlikeli sonuçları olacağı bilgisine sahipse kendi benlik bütünlüğünün bozulması tehdidiyle karşı karşıya kalır. Artık geçerli olmayan önceki imajıyla ne kadar özdeşleşirse o kadar kendisini sahte hisseder. Bu sahtelik hissi, onu daha da katılaştırır, çünkü sahte olan her zaman katı, gerçek olan ise her zaman esnektir. Ama ne kadar katı olurlarsa olsunlar, Marx'ın dediği gibi katı olan her şey buharlaşır.
Not 10: Son yıllarda dünyanın dijitalleşerek yaşadığı hızlı değişim, kültürel açıdan kaygı üreten dinamiklere fazla yük bindirdi. Bu da popülist sağ politikacıların iştahını kabartan bir fırsata dönüşmüş gibi gözüküyor. Uygun siyasi bir ortam da insanların bu korkularını daha açık yaşamalarına neden oluyor. Ama biliyoruz ki, değişmeyen kültürler yok olurlar. Er ya da geç değişecek,..
Not 11: Hepimiz ikiyüzlüyüz, benmerkezciyiz, yalancıyız, hilekârız; aynı zamanda yaralı, üzgün ve yalnızız. Hepimizin binbir yüzü var. Sürekli oynuyoruz, rol yapıyoruz, kendimize bile. Bizi çevreleyen dünyayı fark etmediğimiz, burnumuzun önündekini göremediğimiz gerçeğiyle yüzleşmek istemiyoruz.
Not 12: Aşırı iyimserlik, gerçekliği iptal ettiği için derin umutsuzluğun kaynağını oluşturur. Hayattaki gerçek fırsatlar aşırı iyimserlik ya da aşırı kötümserlik nedeniyle görmezden gelinir. Bugün iyimser ve umutlu olmak adına gerçekliği çarpıtmak ve anlık iyi-oluşlarla oyalanmak yerine, gerçeklikle yüzleşebilme cesaretine sahip olup hayal kırıklıklarından daha sağlam hayaller inşa edebilmek gerekiyor. İster siyasette, ister özel hayatımızda bunu yapmadığımız sürece derin bir umutsuzluk, gölge gibi bizi takip ediyor olacak.
Not 13: Eğer bir yerde aşırı iyimserlik varsa, orada mutlaka derin bir umutsuzluktan kaçış vardır. Derin umutsuzluksa, gerçeklikle kurulan bağda bir sorun olduğu anlamına gelir. Gerçeklik, hiçbir çağda bu kadar gözden kaybolmamıştı.
Not 14: “Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.”
Mü'min, 19
Not 15: İyi insan karlı bir gece vakti bir dost tarafından uyandırıldığında “Bu saatte de olmaz ki yani!” diye söylenmeden yatağından fırlayıp kalkanlardır.
Not 16; Tanrıyı kaybetmeyi göze almadan tanrı üzerine düşünemezsiniz..
Not 17: Emekli 7500 TL maaşla 4 kişilik aile geçindiremiyor diye şikayet var. Emeklinin tek başına neden 4 kişilik aile geçindirmesi gerektiği nedense konuşulmuyor.
Not 18: Herkes araba alırken farlara, gösterge paneline, orta konsola, cam tavana bakıyor. Bense sadece lastiklere bakıyorum. Lastiği Continental veya Michelin olmayan araba alınmaz. 0 km veya 2. el farketmez.
Not 19: "Ey Hatice ! Ben fakirdim; Allah beni seninle zengin kıldı."
Hz.Muhammed (s.a.v)
Not 20: G20 toplantısında ABD, Hindistan, Avrupa Birliği ve Suudi Arabistan Hindistan'dan Avrupa'ya bir koridor inşa etme konusunda anlaştı. Türkiye Hindistan’ın global önemini arttıracak bu koridorun dışında kaldı.
Not 21: Dilan Polat kimdir nedir diye hesabına bir göz attım, ben bu kadar görgüsüzlük görmedim.
Not 22: Daha sokak köpekleri sorununa çözüm bulmaktan aciz olan bir iradeden mültecileri göndermelerini beklemek hayalperestliktir.
Not 23: Bizim Devlet'in "Ölü Taklidi yapma" gibi çok kötü bir
huyu var.
1) Alan boşalt
2) Alana it kopuğun dolmasını seyret
3) Alandaki it kopuğu kullan.
4) Alandaki it kopuk üzerinden gayr-i resmi bütçeyi büyüt
5) Alandaki it kopuk kendini devlet zannetmeye başlayınca
temizle.
Durula.
Tekrar...
FETÖ'ye yaptılar; yedi.
PKK'ya yaptılar; yedi.
Mafya'ya yapıyorlar; yediler.
Not 24: Hedef çoksa, hedef yoktur..
Not 25: Orta vadeli programda öngörülen bu yılın enflasyon
tahmini yüzde 65. Bu oran bile aşılacak gibi ya, diyelim yüzde
65’te kalındı.
Bankaların verdiği faiz kaç, yüzde 40.
Bankada KKM hesabınız olsa, dövize sırtınızı dayamışsınız,
aldığınız faiz en az yüzde 25 ve daha da artacak, bundan vazgeçip
yüzde 40 dolayında bir faize razı olur musunuz?
Bu soruya “Evet” diyorsanız Merkez Bankası’nın KKM’nin azalması
yönündeki düzenlemesi işe yarar...
Not 26: Bugün nüfusumuzun yüzde doksanından fazlası şehirlerde
ikamet ediyor olsa da çoğunluğu hala “köylü refleksleri” veren bir
toplumuz.
Yeniliklere kapalı olmak, çeşitliliğe tahammülsüzlük, kendinden
görülmeyene düşmanlık, köylülüğün önde gelen alamet-i
farikalarından.
Yeni ufuklara açılıp daha önce görmediği bilgilerle beslenerek
gelişen dimağların, ilk hareket ettikleri noktaya
“yabancılaşmaları” kaçınılmaz… Eşyanın tabiatı gereği bu böyle.
Mesela yurtdışında ilahiyat doktorası yapan, birkaç dil bilen,
dünyanın en önde gelen ilahiyatçıları ile oturup kalkan birinin
Anadolu’daki herhangi bir kasaba imamı ile aynı bilinç ve bilgi
düzeyini paylaşması beklenebilir mi?
Yahut Marx, Simmel, Weber, Durkheim, Spencer, Pareto, Parsons,
Goffman, Mills, Foucault, Veblen, Bauman, Baudrillard, Beck, Bell
gibi düşünürlerin fikirleri ile senelerce haşır neşir olan bir
sosyal bilimcinin dünyayı imam hatip mezunu bir kasaba
politikacısının gözüyle okumaya devam etmesi mümkün olabilir
mi?
Olamaz…
Yetişsinler, bizi içine düştüğümüz fasit daireden çıkarsınlar diye
eğitimlerine para döktüğümüz, yurtdışına gönderdiğimiz üstün
zekalar, bir şeylerin ucundan tutmak, topluma borçlarını ödemek
motivasyonuyla dönüp vatanlarına geldiklerinde, kendilerini
şeytanlaştıran kitlelerle karşı karşıya kalıyorlar.
Ortalama zekaya sahip kimseler kolayca ve hızlıca, kafalarındaki
köhne kalıplara, ezberlere aykırı şeyler söyleyen okumuşların
“satın alındıklarına”, “devşirildiklerine”,
“ajanlaştırıldıklarına”, “mankurtlaştırıldıklarına” kanaat
getiriyor.
İktidarı ele geçirmek ve mümkün olduğunca elde tutmaktan öte bir
motivasyonu olmayan politikacıların da kitleleri bu yönde
kışkırttığını göz ardı etmemek lazım.
Çünkü politikacılar yetişmiş insanlarda kendileri için siyasi bir
tehdit potansiyeli görüyorlar.
“Adam yetiştirmek” deyince kendilerine her alanda sadık, destekçi,
muti sekreterler, kesin inançlı militanlar yetiştirmeyi
anlıyorlar.
Hasılı seçmeniyle, siyasetçisiyle değişimden korkan, “eski köye
yeni adet” istemeyen, statükocu bir toplumuz.
Bir zihniyet değişiminin elzem olduğunu, bunun da ancak toplumun
önünde giden iyi yetişmiş zekaların getireceği açılımlarla
olacağını hissediyoruz ama bir yandan da onlara güvenmiyoruz.
Bu şizofrenik hâlden eninde sonunda kurtuluruz elbet.
Ama bu ne zaman olur tahmin etmek güç.
Not 27/ Zengin ve fakir “ülkelerin yöneticileri”ni birbirleriyle
karşılaştırdığınızda aralarında önemli bir fark bulamazsınız. “Irk
ve deri rengi” de önemli değildir: Kendi ülkelerinde tembel olarak
tanınan işçiler aslında zengin Avrupa ülkelerinin arkasındaki ana
üretici güçtür. Peki; o zaman aradaki fark nereden gelmektedir?
Fark; uzun yıllardır kültür ve eğitim ile içlerine işlenen değişik
“bakış açısı”dır. Zengin ve kalkınmış ülke insanlarının
davranışlarını incelediğimizde, büyük bir çoğunluğun şu prensiplere
kalben inandığını görüyoruz: Temel ahlaki kurallar, dürüstlük,
sorumluluk, kanun ve kurallara saygı, başkalarının hakkına saygı,
çalışkanlık, tasarruf ve yatırıma inanç, irade, dakiklik...
Fakir ülkelerde “nüfusun çok küçük bir azınlığı” bu prensiplere
inanır. Bu ülkeler, doğal kaynak olmadığı için veya tabiat zalim
davrandığı için fakir değildir; “doğru bakış açısına sahip olmadığı
için” fakirdir.
Not 28: Kitle fonlaması, çok sayıda bireyin küçük miktarda
bağışlarına dayanan yeni nesil bir yatırım ve fonlama sisteminin
adı… Bu sistemde, bireyler internet üzerinden bağış yapar, küçük
bir hisse satın alır ya da üretilecek ilk ürünler karşılığı ödeme
yapar. İyi de bunun bizim halka arzlarla ilgisi nedir?
İlgisi şudur; burada çok sayıda birey, bağış yapmıyor ama bağış
miktarınca halka açılmalardan pay alıyor. Kitlenin ilgisi öyle
yoğun oldu ki katılımcılara düşen hisse miktarı kimi zaman 1-2
adete kadar indi. Aslında sermayeyi tabana yayma rüyası, ilginç bir
zamanda ve tuhaf bir şekilde gerçekleşiverdi.
Yığınca kriter var yerine getirilmesi gereken… Ancak borsanın kaynağa, hükümetin borsa rallisine ve yatırımcının da enflasyona karşı direnmeye ihtiyacı varken SPK halka arzlarda “ince elemedi, sık dokumadı.” Bir bakıma içinden açılmak geçiren şirketleri, ölçeğine, KOBİ’sine OBİ’sine bakmaksızın halka arza mezun kıldı.
Bir yandan sermaye tabana yayılmış olacak diğer yandan hükümet; “borsa ekonominin barometresidir, endeks 10 bine koşuyor, ekonomi tıkırında” diyecek. Kaldı ki cebinde 3-5 kuruşu olanın da enflasyona karşı cephe oluşturma umudu canlı tutulmuş olacak. Fakat tüm bunlar Borsa’nın bildik hastalıklarının nüksetmeyeceği anlamına gelmez. Yüksek kazancın yüksek risk barındırdığını asla akıldan çıkarmamalı…
Serengeti düzlüklerinde sürekli gözü yırtıcılarda olan, en küçük
tedirginlikte hızlı hareket eden, araştıran, gözlem yapan bir kitle
bu ve çoğu Z kuşağı… Hissesini aldığı şirketin mağazasını ziyaret
edip; “İyi çalışıyor musunuz diye bakmaya geldim” diyecek kadar da
naif…
Hükümetin tırmanan borsayı seçime propaganda malzemesi yapmaması,
OVP’ye delil diye kullanmaması gerekiyor. Sayıları 6,5 milyonu
bulan bu kitlenin, “fonlayayım” derken “kitle silkelenmesine” maruz
kalmaması gerek. SPK bu kitleye gözü gibi bakmalı, korumalı,
küstürmemeli.
Not 28: Gıdanın süpermarket raflarında yetiştiğini sanan yeni
nesli anlayabilirim de üretimsiz fi yat indirmeyi düşünebilen
komitecileri anlayamam. Çare belli, tarıma akıl katmak. Elinde
sopayla etiket dövmek, mahsusçuktan aracıya sayıp sövmek değil…
1973 Ferit Melen Kabinesi’ne sunulan tarımda çözüm önerilerinin
hiçbiri yapılmadı. Hayati soru budur.
Elindeki tek araç çekiç olan, tüm sorunları çivi görürmüş. Bizim
Gıda Komitesi de öyle… Üreticiyi örgütlemek, arazi bütünleştirmek,
kooperatifleşme, ürün ekim planlaması, girdileri dolardan kurtarmak
şart ama komitenin yaptığı; gıda fiyatlarıyla mücadele ediyormuş
gibi yapmak…
Yumurtaya can veren rabbim; yumurta fiyatlarını zıplatan
akılsızlığımıza çare verir inşallah…
Not 29: Mülakat olmaz ise 70 IQ ile dandik bir üniversiteyi
bitirmiş bir partili çocuğunu, bir cemaat evladını, bir partili
yakınını nasıl olacak da en iyi okulları bitirmiş, 140 IQ’lu bir
çocuğun önüne geçirip onun amiri yapacaklar?
Büyük ihtimalle Milli Eğitim Bakanı gidip bunu anlatmıştır
Cumhurbaşkanı’na. Mülakatı kaldırırlarsa başlarına gelecek
felaketi.
O da “devam” demiştir. Yoksa mümkün mü, bir bürokratın
Cumhurbaşkanı’nın dediğinin tersini yapması, tercih kullanması?
Zaten ülkeler de tercihlerini yaparlar.
Ya liyakat ile bir yere gelir o ülkenin gençleri.
Ya mülakat ile.
Mülakatı tercih edersen, 70 IQ’lu bir yönetimin olur.
Diğerleri ise başka ülkeler için masrafsız yetiştirilmiş iş gücü,
bizim için ise beyin göçü.
Not 30: Darbe Anayasası denilen Anayasa’nın 134 maddesi, yani
yüzde 75’i AK Parti tarafından değiştirilmiş, bu değişikliklerin
bazıları da üç kez referanduma gitmek suretiyle yapılmıştır.
134 madde değiştirildiği halde, bu Anayasa hâlâ darbe Anayasası
ise, sorun Anayasa’da değil, değiştirendedir.
Sadece AK Parti döneminde 12 kez değiştirilen, 3 kez referanduma
götürülen, 134 maddesi ve yüzde 75’i değişen Anayasanın 13.
değişiklikle “demokratik” olacağına inanmak için gerçekten ahmak
olmak gerekir.
Zaten halk da artık bunu anlamıştır.
2010 referandumunun siyasi kargaşa, 2017 referandumunun ise
ekonomik çöküş getirdiği aşikardır.
AK Parti’nin ilk değişikliği yüzde 68, ikinci değişikliği yüzde 57,
son değişikliği ise yüzde 51 ile kıl payı geçmiştir. Millet bu
uyanma eğilimini sürdürürse “dürüst” bir referandumda, yeni bir
değişikliğin geçme şansı yoktur.
Çünkü artık herkes hedefin daha demokratik bir Anayasa olmadığını
anlamıştır.
Not 31: Yapay zekanın ilk ortadan kaldıracağı işlerden biri
zannederim mütercim tercümanlık ve İngilizce dışında bir dili
öğrenme gerekliği olacak.
Bunun çok da uzak olmayan bir gelecekte gerçekleşeceği, Google ilk
çeviri programını kullanıma açtığı zaman belli olmuştu.
O sıralarda farklı diller öğrenmek için çabalayan kızıma
“Öğrenmende bir mahzur yok ama bence gerek duymayacaksın. Bir
kulaklık ile her dil İngilizce olarak sana gelecek” demiştim.
Bugün artık bu noktadayız.
Yapay zeka ile artık tüm diller İngilizceye, İngilizce tüm dillere
çevrilebiliyor.
Şimdi artık yapay zeka sadece duyarak değil, dudak okuma
yöntemiyle de çeviri yapmak üzere eğitiliyor ve çeviriler artık
gerçek zamanlı olmaya, milisaniye gibi bir farkla yapılmaya
başlanıyor.
Tüm gelişmiş ülkeler, kaynaklarının önemli bir bölümünü artık AI,
Yapay Zeka gelişimine ve uygulamalarına aktarıyorlar.
Not 32: Norveç’te muhalefet 99 yıl sonra seçimi kazanmayı başarmış.
Not 33: İktidarın itibarına sahip gazeteler-kanallar ile onların
bünyesinde bulunan yazarlar ve yorumcular her yapılana sahip çıkma
ihtiyacı duydukları için, keskin dönemeçlerde okurlarını
şaşırtıyorlar.
Faiz ve nass üzerine dün yazdıkları ile bugün uygulanan politikalar
birbirine taban tabana ters.
Ne oluyor, bütün bu hay huy içerisinde medya güvenilirliğini
yitiriyor.
Medya içerisinde veya çevresinde yer alanlar bu gerçeğin farkında
değiller mi?
Galiba değiller.
Farkına vardıklarında iş işten geçmiş olabilir.
Not 34: Eğitim alanında karşı karşıya kalınan sorunların sadece
bize özgü olduğunu sanıyor değilim; Batılı ülkeler sorunun
farkındalar ve arayış içerisindeler; bizde ise, sorunların
farkındalığında da sorun var.
İş geliyor bu alanın sorumluluğunu sırtında taşıyan yetkililerde
düğümleniyor.
Bakan yeni olduğu için görevini nasıl sürdüreceğiyle ilgili
öngörüye kalkışma haksızlığını göze alamam; ancak yine de
açıklamalarına bakıp sorunların tam farkında değilmiş, eğer
farkındaysa onları kendi döneminde çözme kararlılığından uzakmış
hissine kapılmadan edemiyorum.
Radikal kararlar alınması gereken bir zaman diliminden geçiyoruz ve
o kararlar şimdi alınmazsa geleceğin tehditleriyle baş edemeyecek
hale gelecek ülkemiz.
Galiba da öyle olacak.
Ne kadar yazık.
Not 35; Buna özgüven denmez.
Aman ha, özbeğeni hiç değil.
Bu düpedüz şımarıklık...
Kimle röportaj yapılsa, kime mikrofon tutulsa, hatta eş dost
muhabbetlerinde bile aynı pazarlama stratejisi, aynı böbürlenme,
aynı trajikomik haller...
Neymiş?
En iyi şarkıyı o söylermiş, en iyi romanı o yazarmış, en iyi
yönetici oymuş, en güzel o sever, en güzel o nefret edermiş...
Çok özelmiş, çok sıra dışı bir kişilikmiş.
Not 36: İyi olanın iyiliği sözünden değil, işinden belli
olurdu...
Önemli değil, değerli olmaktı esas olan...
Ne oldu da...
Kimliğimizi ve yapıp ettiklerimizi bir reklam metni gibi kurma
yakışıksızlığını marifet sanmaya başladık?
Şimdi herkes kendi çapında ünlü.
Bir "like" her şeyi hallediyor.
Beğenilmek dediğiniz, öyle bir "tık" işte!
"Başkası"nın bakışı mı?
Uzakta, tıklayan varlığın saniyelik bakışı, hepsi o kadar!
Değer bilmenin derinliği kaybolalı çok oldu.
Levinas, "Bir insanla karşılaşmak, bir gizem tarafından ayık
tutulmaktır" demişti.
Şu deyimin sarsıcılığına bakın: Ayık tutulmak...
Yani varlığımızı dolu dolu hissedebilmenin tek yolu somut olarak
başkalarıydı.
Not 37: Şimdi kitlesel bir "uyku" hâli içindeyiz.
Uzaktan uzağa haberleşiyoruz birbirimizle...
Yalandan çok yakınmış gibi mesajlaşmalar yetiyor hepimize...
Özgüven, özbeğeni diyeceksiniz...
Bunlardan bahsetmemiz için "öz"ümüz kaldı mı?
Not 38: Eylülü hüzünsüz seviyorum artık...
Kaç eylülüm daha var, bilemiyorum. O yüzden sadece eylüle özgü
ikindiye doğru gitgide sararan ve akşam üzerleri camları kızıla
boyayan gün ışığını yine dikkatle izleyip zihnime kaydedeceğim.
"Bırak bu lacivert lafları!" diyecek olanları da tanıyorum; bir kez
bile koşuşturmalarından başlarını kaldırıp o güzel ışığa
bakmamışlardır. Baksalardı, böyle söylemezlerdi.
Not 39: Milli Eğitim Bakanı "Sabah ders başlamadan 15 dakika
fiziksel aktivite, egzersiz yapılacak" dedi.
Umarım, öğretmenler işi sıkı tutup abartmazlar ve çocuklar kan ter
içinde sınıfta oturup sonra hastalanmazlar.
Sayın bakanım, 20. yüzyıl ortalarına ait Alman ve İskandinav okul
modellerine dönmesek ne iyi olur.
Hele ilkokul çocuklarının egzersize falan ihtiyaçları yok; buna
ihtiyacı olanlar yetişkinler.
Not 40: Tolstoy, şöyle der:
"Rostopçin, Moskova'nın Napolyon ordularına terk edileceğini çok
uzun zamandır biliyordu; ancak bunu aklıyla biliyordu, ruhuyla buna
bir türlü inanamıyordu."
Bana öyle geliyor ki...
Yaklaşan dünya karşısında...
"Yeni Dünya Düzeni"nin bir çığ gibi üzerimize yuvarlanması gerçeği
karşısında...
Bir büyük çağ dönüşümünün giderek kaçınılmazlığı ve dönüşümün orta
sınıflar üzerinden silindir gibi geçeceği konusunda...
Hepimiz biraz Rostopçin'iz...
Aklımız biliyor yaklaşmakta olanı...
Ama ruhumuz istemiyor, itiyor, uzaklaştırıyor, inanmıyor.
Napolyon'un Moskova seferini konuşup, üstelik bir de Kont Feodor
Rostopçin'den açtık ya...
Biraz tarihten dem vurmamak olmaz.
Takvimler 7 Eylül 1812 gününü gösterirken Moskova'ya 110 km
mesafede, Borodino Köprüsü'nde Ruslar ezildiler.
Artık Moskova, Napolyon'un elinde sayılırdı.
Ama nasıl?
Ruslar savaşarak ölelim diyorlardı.
Mareşal Kutuzov karşı çıktı: "Ya Rusya'dan ve ordumuzdan
vazgeçeceğiz ya da Moskova'dan."
İşte o zaman şehrin valisi Kont Rostopçin, her şeyin yakılması
emrini verdi. (Başka bir konudur, belki bir gün açarım ama siz
aklınızın bir köşesine yazın; şehrin tarihi eserleri ve belgeleri
dahi yakıldı, yok edildi.)
Napolyon'un aldığı Moskova, gerçekten Moskova mıydı?
Fransızlar bir ay sonra küçük birliklere ayrılarak çekilmeye
başladılar.
Sonrası malum...
Not 41: Mesele sadece Mısır değil, üstelik ilişkilerin
düzeltilmesi de doğru. Türkiye’yi krize sürükleyen politikalara,
yolsuzluklara, ‘gri liste’ olayına, Türkiye’nin tefeci faiziyle
dışarıdan kredi almasına, bütçedeki 600 milyar lira faiz ödeneğine
muhafazakar camiadan hiçbir eleştiri gelmemesi, hatta müzakere
konusu bile edilmemesi gibi pek çok örnek vermek mümkün.
Mesele, Karl Popper’in “demokrasi, yanlışları hür eleştirilerle
kendi içinde düzeltebilen bir sistemdir” sözündeki zihnî ve siyasi
mekanizmanın bizde işlememesidir.
Temeldeki sebep, analitik, eleştirel düşüncenin eksikliğidir. PISA
sınavlarındaki halimizin sebebi de aynıdır. Aynı sebepten bugünkü
muhafazakar iktidarın iç işleyişiyle 1925-1946 dönemindeki Tek
Parti’nin iç işleyişi birbirine benziyor.
Ahmet Davutoğlu’nun, uzun bir mülakatı yayınlandı. “Hz. Ömer’e
hutbe esnasında itiraz eden ve hesap soran sahabe örneğini anlata
anlata büyüyen bir neslin…” iktidar gücünü elde edince nasıl
dönüştüğünü şöyle anlatıyor:
“Nihayetinde elimizde kalan dışlayıcı bir milliyetçilikle bezenmiş
içe kapanmacı, savunmacı, söylemsel, sembolik, sığ, reaktif ve
yozlaşmış bir muhafazakârlık oldu.”
Not 42: Esas endişemiz, bugüne kadar olduğu gibi şimdi alınan tedbirlerin sonunda da başka bir ‘sabır’ tavsiyesiyle karşılaşmak… Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan 2022’nin Haziran ayında demişti ki: “Aralık ve Ocak gerçekleşmeleriyle enflasyonun sırtımıza bindirdiği kamburdan kurtulacağımız 2023 Şubat ve Mart aylarından itibaren önemli ölçüde geride bırakmış olacağız.”
Şimdi görüyoruz ki daha sabretmemiz gereken yıllar varmış, olsun
yine sabrederiz, yeter ki sabrın sonu selamet olsun…
Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki Mehmet Şimşek’in rasyonelleşme
politikalarının, önümüzdeki sabır yıllarında özellikle orta ve dar
gelirliler için acı reçeteleri olacak.
Çünkü Türkiye çok zaman kaybetti ve hiç hak etmediği bir
yoksullaşma yaşıyor.
İktidarın şu ana kadar izlediği ekonomik politikaları hatırlayalım;
neo liberal politikalardan ‘epistemolojik kopuş’ olarak nitelediği
ve yeni bir büyüme modeli olduğu iddiasıyla Heterodoks politikalara
yöneldi.
İktidar bu Heteredoks modelle “ekonomik kurtuluş savaşı”
verdiğimizi söyledi ama ne hikmetse bir türlü kurtulamadık…
Ve bütün ‘fantezi modelleri’nin sonunda ekonominin evrensel
gerçeklerine döndük ama çok geç kaldık.
Doğal olarak bugüne kadar boşa harcanan zamanın bir faturası
olacaktı, işte şimdi fatura ödeme zamanı…
Neyse zararın neresinden dönülürse kardır.
Ancak geçmişe dönük hafızalarımızı tazelediğimizde, yarın orta
ve dar gelirlilerin ‘acı Fatura’ya karşı çığlığı yükselmeye
başladığında iktidarın bu politikaların arkasında kararlılıkla
durup duramayacağından da çok emin değiliz. Zira iktidar bugüne
kadar öylesine çok karar değiştirdi ki yarın başka tür popülist
politikalara sapmayacağının garantisi yok. Ayrıca bu yanlış
politikalar yüzünden yaşanan ekonomik krizin bir sorumlusu da yok,
sanki bazı gizli güçler gelmiş ve ekonomimizi batırmış…
Umarız yolun bir yerinde bütün faturayı Mehmet Şimşek’e keserek
‘affı’nı kabul edip, milleti ikna etmek için yeni sabır seansları
düzenlemek zorunda kalmayız…
Not 43: Demokratik sistemlerin ilerleyen dönemlerinde, ülkenin sorunlarını yakinen bilen, ikna kabiliyeti iyi, halkın içinden karizmatik bir lider iktidara geliyor. İlk yıllarda halkı mutlu ve müreffeh kılan bu lider, iktidar sahibi olmanın tadına varınca, gücünden ve halkın kendisine itaat etmesinden yararlanarak toplumun genel çıkarlarını değil, kendi çıkarlarını öne almaya başlıyor. Halkı endokrine ederek, tek adamlığını halka örtülü olarak kabul ettiriyor.
Tek adamın, şahsi çıkarlarını öncelemesinden rahatsız olan
etrafındaki nitelikli, karar verme bilgi ve tecrübesine sahip,
onurlu ve iyi niyetli kişiler birer birer uzaklaşıyorlar. Lider
kendine sadık kişilerden oluşan oligarşik bir yapı kuruyor.
Ehliyetli kişiler yerine yeteneksiz ama kendine sadık kişilerden
oluşan bir kadro etrafını sarıyor, evet efendimciler, kifayetsiz
muhterisler, menfaatçiler, sessiz itaatkarlar çoğalıyor.
Ülkede önce adalet, sonra ekonomi bozuluyor, vergi gelirleri
azalıyor, devlet bütçesi zarar ediyor, para ihtiyacı çok artıyor.
Usulsüzlükler, yolsuzluklar artıyor, halk rüşvet ve bağış
zorlamalarından bizar oluyor. İş adamları önce yatırım yapmamaya,
sonra başka ülkelere göç etmeye başlıyor
Hangi rejimi tercih ederseniz bilemem; tek adam rejimini asla
düşünmemenizi, denge ve fren sistemi içinde çalışan bir demokrasiyi
tavsiye ederim?
Not 44: Bir liderin başarısı yanındaki arkadaşlarının başarısından gelir, iktidarını kabul ettirmek için başarılı olmak gerekir, bunun da için de ehliyet ve liyakat sahibi kadrolara ihtiyaç var. Yöneticinin aklı yardımcılarını isabetle seçmesiyle ölçülür. Bir yöneticinin değeri görevlendirdiği insanlarla, gönderdiği elçilerle ortaya çıkar.
Not 45: Bir yöneticinin kendi yardımcılarına değil de onların yardımcılarına veya başka kurumun çalışanlarına doğrudan emir vermesi, yönetimin ‘Kumanda Birliği İlkesi’ne aykırıdır. Öyle durumda en basitinden daha üst kademelerle temas halindeki çalışan kendi yöneticisini hafife almaya ve onun emirlerine kulak asmamaya başlar. Bu tüm kurumlar için ciddi bir maliyet oluşturur, etkinliğini azaltır. Daha da önemlisi toplum veya kurumun kültürünü yozlaştırır, iklimi bozar.
Not 46: Darbe geçmişimizle yüzleşme, hesaplaşma iddiasında bir
parti var iktidarda.
Dün de yıl dönümü vesilesiyle devletliler, 12 Eylül darbesinin
bütün günahlarını sayıp döktüler.
Darbecilerin, muhtıracıların, cuntacıların ne 'kanlar döktüğü'ne,
'halka namlu doğrultup ne acılar çektirdiği'ne, 'milli iradeyi
nasıl çiğnediği'ne, ülkeye ne karanlık dönemler yaşatıp ne 'korkunç
işkenceler yaptığı'na dair mesajlardan geçilmiyordu.
Gözaltında kayıpları, faili meçhul cinayetleri aydınlatmak, üstüne
gidip hesabını sormak, yetkisini kötüye kullanan ve hukuk dışına
çıkan derin devlet çeteleriyle mücadele etmek de AK Parti'nin
boynunun borcuydu.
1990'da, CHP'nin Kürt Sorunu raporunda bile terörün ekmeğine yağ
süren yanlışlardan, sivil halka baskı ve 'devlet terörü'nden söz
ediliyordu.
1991'de, Refah İl Başkanı Erdoğan'ın hazırlattığı raporda da halka
dışkı yedirilmesi ve 'devlet terörü' gibi terörle mücadele
yanlışları eleştirilmişti.
1997 28 Şubat'ı askeriyesine tepkileri, 28 Şubat Davası'ndan hâlâ
içeride yatırılan yaşı geçkin ve hasta generalleri, Ergenekon ve
Balyoz suçlamaları-tutuklamalarıyla Genelkurmay'ın kozmik odasına
girilirkenki antimilitarist edebiyatı hatırlatmaya gerek var
mı?
CHP'li Sezgin Tanrıkulu; bir canlı yayın tartışmasında 1994'teki
olaydan, helikopterden atılan köylülerden, AİHM kararıyla da
doğrulanan gözaltında kayıplardan, TSK'nın üstünden bu tür
şaibelerin kalkması için sormaktan, TSK'nın her yaptığının
eleştirilemez ve sorgulanamaz olmadığından bahsetmiş.
TSK'ya iftira diye kıyamet koparılıyor. Cezasız
bırakılmayacakmış.
Pardon da suçu, adının Sezgin Tanrıkulu olması mı?
Not 47: Sol söylemlere baktığımızda çoğunlukla gelir dağılımı
sorununa çok sık eleştiriler geliyor... Lakin çözüm nedir diye
sorduğunuzda hala “Sümerbank kurarak, işçiler istihdam etmek” gibi
vasfını yitirmiş önerilerden başka bir şey duyamıyoruz.
İktidara gelecekler, kamuya bir ton işçi alınacak ve onlara yüksek
ücret verilecek... İyi ama ülkede toplam ücret seviyesi ve toplam
işsizlik nasıl azaltılacak? İşte ona akli bir cevap
bulamıyorsunuz.
Herkes bir neo-liberalizm düşmanlığı ile varlık oluşturmaya
çalışıyor ama 80 sonrası neo-liberalizmin neden ihtiyaç olduğunu
söyleyemiyorlar. Bir toplumda gelir dağılımının düzelmesi ne kadar
zaruri bir ihtiyaç ise sermaye birikimi ve girişimciliğin oluşması
da bir o kadar ihtiyaçtır. Arz İktisadı, yani “girişimciyi destekle
ki işyeri açıp istihdamı artırsın ve bu sayede ücretler artsın”
anlayışının neresi yanlıştır. Tabii ki burada girişimci dediğimiz
olay gayrimenkul ve/veya finansal rantçı mı yoksa istihdam
oluşturan yatırımcı mı?
Not 48: İnsanları hem de en verimli çağlarında emekli etmek
ve/veya kamuda-belediyede yüksek ücret vermek ekonomide sorunları
çözmüyor; tersine ayrımcı bir yeni zümre yaratıyor.
Hep söylediğim iki cümle ile bitirmek isterim:
Bu ülkede 2 şey vaat edildiğinde peşine koşacağım:
1- Çalışmayı ve kazanmayı vaat edenin (erken emeklilik yerine) ve
de 2-Suç işleme özgürlüğünü kardırıp en küçük suçlara dahi suçlara
oranla ceza verenin...
Özgürlük sorumluluktur... Unutmayalım.
En temel sorun belirli kesimdeki ücretlerin ve belirli kesimdeki kişilerin zenginliği yerine topyekün bir kalkınma ve topyekün bir zenginlik.
Not 49: İsmi bende kalsın, yıllar önce tuğla kalınlığında bir kitabımız -edebi yönden başarılı olmasa da- üstün pazarlama teknikleri ile ilkokuldan üniversiteye tüm gençlere öyle bir pazarlandı ki bu eserden milyonlarca satıldı. Bugün işlediği konu ile ilgili bir araştırma yapacak olan ya da bir şeyler okuyayım diyen hiç kimsenin aklına o kitap gelmiyor ve eminim o kitaba para veren milyonlarca insanın içinde de bu eseri baştan sona okuyanların oranı yüzde 15’i 20’yi geçmez. Ama sabun köpüğü gibi hayatımızdan geldi geçti.
Akademik kitaplarda ise durum çok daha vahim. 1000 bilemediniz
2000 bin basan kitapların ikinci baskılarını yapmaları bazen hiç
mümkün olmuyor. Tabii burada akademik yazın dilimizi ve tarzımızı
da sorgulamamız lazım. Bazı eserler çok önemli bilgiler ihtiva
etmesine rağmen rahat okunamayacak derecede kötü bir dile sahip.
İlgi alanlarım nedeni ile bu tür pek çok kitabı okumaya çalışıyorum
ama üzülerek gördüğüm şeylerden biri de şu, pek çok akademisyenimiz
doktora tezlerini hiçbir kritikten geçirmeden aynen yayınlıyor.
Halbuki doktora tezlerinin en az %50’si genel geçer şeylerin kuru
bir tekrarından ibaret, geri kalan kısmın %10’u bilemediniz %15’i
size yeni bir şeyler sunuyor. YÖK Veri Tabanından herhangi bir
konuda üniversitelerimizde yapılmış ve açık durumdaki tezlerin
üçünü beşini okuduğunuzda tuhaf bir şekilde çoğu kez aynı metni
okuyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Ve bu tezler maalesef bu
halleri ile kitap olarak okuyucuya sunuluyor.
Halbuki tezler yazılırken hoca baskısı, kabul alıp-alamama endişesi
ve çeşitli dış etkenler nedeniyle geçiştirilen ya da görmezden
gelinen pek çok önemli şey olabiliyor. Hele hele sosyal bilimlerde
bu durum çok fazla.
Çok dağıttık mevzuyu sanırım ama geldiğimiz noktada maalesef
kaliteli yayıncılık ile bozuk eğitim sistemimizin ürettiği
yayıncılık arasında sıkışmış durumdayız. Dünya ve Türk klasikleri
olmasa belki pek çok yayınevi kapıya kilit vuracak.
Not 50: İstanbul Kantinciler Esnaf Odası yeni eğitim öğretim dönemi için bir fiyat listesi hazırladı. Bu listeye göre simit 13, kaşarlı tost ise 30 TL. Farklı gramajlara ve bölgelere göre bazı okullarda fiyatların değiştiği biliniyor.
Çocukların karnını doyurmak gerçek bir sorun olarak önümüzde duruyor. TÜİK’in hazırladığı çocuk, yoksulluk ve yaşam verilerine göre ülkemizde 0-17 yaş arası 9.4 milyon çocuk, yani her iki çocuktan biri yetersiz besleniyor.
Türkiye’de her geçen gün derinleşen yoksulluk ve küresel ekonomik eşitsizlik nedeniyle açlık büyüyor. Tuhaf bir inat uğruna yıllarca sürdürülen ve seçim sonrası vazgeçilen ekonomi deneyi de bir nesli kantine küstürdü. Uzmanlar bu yoksullaşmanın kısa bir süre içinde azalmasının mümkün olmadığını söylüyor. Okula aç giden çocukların sayısının artacağı anlaşılıyor.
Not 51: Ders kitaplarının devlet tarafından dağıtılması küçük bir devrim gibiydi. Sanılanın aksine uygulaması son derece kolaydı, buna ayrılan kaynak devleti batırmadı. Üzerinden tam 20 yıl geçti. Şimdi devletin öğrencilere sıcak ve sağlıklı yemek dağıtması gerekiyor. Bunun uygulaması da son derece kolay ve buna ayrılacak kaynak da devleti batırmayacak.
Bu uygulama bir gün mutlaka başlayacak, bu sesin yankısını büyüterek projeyi hızlandırabiliriz. Bir çocuk daha sıcak yemek yese, bir aile daha beslenme çantasını düşünmese fena mı olur?
Not 52: Ev bir köpekbalığının ağzı olmadığı sürece kimse evden ayrılmaz.