Vaktiyle bir milletvekili Erdal İnönü’ye “Öyle dil ucuyla ‘iktidara geleceğiz’ denmez” diye üslubundan dert yanmış. İnönü ‘Ne diyeceğiz?’ diye sormuş. Milletvekili de “S. S. iktidar olacağız’ diye bağıracaksınız” demiş. İnönü seçim döneminde İzmir mitinginde konuşurken “Ey İzmirliler iktidara geleceğiz. Nasıl geleceğimizi de…” demiş mikrofonu o milletvekiline uzatmış, “Şimdi A. Bey söyleyecek…”

Fıkra değil gerçek olmalı. Çok kişiden dinledim çünkü. Gerçeğe de uygun. Erdal İnönü’nün, yumuşak üslubu, ılımlı söylemi vardı. Bağırıp çağırmaz, ortalığı inletmezdi. Nitekim kendisine ‘Tam İsveç’e Başbakan olacak adam’ denmişti. Türkiye’de siyaset yapamadı. Kendi isteğiyle aktif politikayı noktaladı. Koltuğu terk edebilen ender örneklerden biridir.

31 Mart seçim sonuçları siyasi yapıyı bütünüyle değiştirdi. İktidar kaybetti, muhalefet kazandı. Özgür Özel’den beklenen 31 Mart rüzgarıyla iktidar değişimini sağlamak ve partisini iktidar yapmak. Bu da iktidarı erken seçime zorlamaktan geçiyor. Evet, Meclis’te muhalefet partilerinin sandalye sayısı erken seçim kararı için yeterli değil.

Peki erken seçime zorlamakta yetersiz kalırken Özgür Özel ve ekibi ülkemizde neler oluyor?

Öylesine kötü yönetiliyoruz ki artık;
Mafya haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Uyuşturucu ticareti haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Göçmen kaçakçılığı haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Altın kaçakçılığı haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Sağlık skandalı haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Eğitimdeki skandal haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Yargıdaki skandal haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Planlı suikast ve cinayetlerin haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Rüşvet, torpil, yalan, talan, kıyak vs. haberlerinin ucu bürokrasiye ve siyasete uzanıyor.

Sosyal eşitsizlikler, toplum arasında sınıf farklarının oluşması, vatandaşın, devlete karşı güvensizliğinin ortaya çıkması neticesini doğuruyor tüm bu yaşananlar.

Peki CHP lideri ne yapıyor! Gazetecilere söylev veriyor.

Özel gazetecilerle bir araya gelmiş, sorulara cevap vermiş. Erken seçim konusunda aynen şunları söylemiş; “Ne kadar erken o kadar iyi. Aday Erdoğan olsun başkası olsun ama seçim hemen olsun. Derhal seçim istiyoruz. Erdoğan seçimden kaçıp anayasa kovalayıp sonra tekrar aday olmak için kapımıza gelecekse, hiç bizi uğraştırma şimdi gel seçimi yapalım, aday ol, bizim temel motivasyonumuz seçimi yaptırmak. Psikolojik üstünlük bizde, onu da çıldırtan bu. Yerel seçim ile altın kemer bizde. Biz bu altın kemeri bozdurup emeklilerle paylaşmak istiyoruz. Ak partinin adayıyla değil seçimin tarihiyle ilgileniyorum…”

Hem üslupta hem de içerikte sorun var. Erken seçim ‘lütfen’ der gibi istenmez. Bir lütuf değildir. Yeni oluşan siyasi yapının sonucudur. ‘Erken seçimi’ zorunlu kılan 31 Mart sonuçlarıdır. Özel’in bizde dediği ‘altın kemer’ seçimi zorlayacak yegane unsurdur. Meseleyi iktidarın lütfuna bağlamak doğru değil. Erken seçim toplumun talebi… Sokak, çarşı pazar, meydanlar erken seçimden daha doğrusu değişimden yana… Çünkü işler kötü gidiyor. Ve iktidardan umut kesildi.

Özel ne yapabilir? Çok şey… Gazetecilere demeç vermekle, grup konuşmasıyla sonuç alınmaz. Erken seçim mitingleri yapabilir mesela. İktidarı seçime zorlayacak her yolu deneyebilir. Türk siyasi tarihi bunun zengin örnekleriyle dolu. Hiçbir iktidar kendiliğinden erken seçime gitmez. Şartlar zorlar. Bugün de zorladığı gibi. Muhalefete düşen toplumsal talebi siyasi alana taşıyarak sonuç almak. Matematiği lehe çevirmek.

Türkiye demokrasi, insan hakları, hukuk ve adalet başta olmak üzere birçok alanda geriye doğru gidiyorsa, bunda iktidar kadar muhalefetin de sorumluluğu var. Özgür Özel’in üslubunu ve söylediklerini görünce ‘muhalefet boşluğunu’ derinden hissettim.

Hukuksuz köyde her şey çürüyor. Ortalığı haşereler kaplıyor ve hiçbir şey yetişmiyor.

Yanlış trene bindiyseniz bir an önce inmeniz lazım. Ne kadar geç inilirse maliyet ve batık emek o kadar fazla olur; hatta bir süreden sonra inemezsiniz; çünkü inmek ve vazgeçmek bir noktadan sonra kendini inkar etmek anlamına gelir. O nedenle Özgür bey bir an yanlış yoldan dönüp trenini değiştirmeli.

İnsanı kendisinden başka kimse kurtaramaz:

Dinin önündeki en büyük engel kiliseler, sinagoglar, din adamları ile onları ve dini dünyevi çıkarları için kullanan politikacılardır.

Bütün bunlar dinleri, batıp denizin dibine çökmüş ve üzeri su yaratıkları ile kaplanmış tekneler gibi, işlevini yerine getiremez hâle getirdi. 
Bir başında dikenlerden taç, üstü yırtık pırtık, kan revan içinde çarmıhta "su" diye inleyen İsa’yı düşünün, bir de ipekliler giyen, altın haç ve elmas yüzük takan göbekli piskoposları.

Ya da sübyancı Katolik papazları.
Veya zalim ve bozulmuş Suudları veya İran ve Afgan molları

Dinler insanları terbiye edemedi ve dünyayı yaşanılmaz hâle getirmelerini önleyemedi. İnsanı iyi bir dünya yaratığı yapamadı.
Yapacağı da yok.

Gerçekten dindar olanlar veya olduğunu sananlar istisnadır ve onların birçoğunun da dini tamamen terk edenlerden daha iyi olduğu tartışmalıdır.

Dinler kurtuluşu, ahlakın en üst düzeyini temsil ettiklerini iddia etmeye devam ediyorlar ama inandırıcılıklarını kaybettiler.

İsa, Musa ve Muhammed yeryüzünde yürürken vardı getirdikleri dinlerinin özü ve saf uygulanması.

Bu cümleyi bile "belki" ile takviye etmek gerek.
İsa’nın Havarileri bile ihanet ve korku içinde değil miydi?

Yehuda değil miydi İsa’yı bir kese gümüş para karşılığında onu kırbaçlayarak Golgotha’ya götüreceklerin eline veren? Ve daha sonra İsa’dan fazla İsa’cı olacak olan Petrus değil miydi İsa yakalanırken üç defa "Onu tanımıyorum," diye bağıran?

Tevrat ve İncil’in Tanrı’sı değil miydi insana "yürü ve çoğal," buyuran ve bütün canlılara "kâhya" atayan?

İşte yürüdüler ve çoğaldılar. Başka yaratıklara yaşam alanı bırakmadılar ve kâhyası oldukları canlıları yok ediyorlar.

Denizleri ve havayı zehirlediler.

Dünya İsa’nın "devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin bir adamın Tanrı'nın krallığına girmesinden daha kolay" dediği zenginlerle doldu.

Belki kabahat dinlerde değil insanlarda, terbiye olmalarının, zararsızlaşmalarının mümkün olmayışındadır.

Ama terbiye edilmesi mümkün olmayan insanı da Tanrı yaratmadı mı?

Hadi çık işin içinden çıkabilirsen!

Son olarak; milletleri yalnız ve ancak öğretmenler kurtarabilir, sözünün muhatabı tüm elleri öpülesi öğretmenlerimizin gününü kutlarım.

Son söz: İktidar dünyanın en sağlam tutkalıdır.

Kulağa küpe: Doların uykusu ağırdır ama uyandığı zaman kükreyerek uyanır.. Faiz indirirken tetiğe temkinli basmak lazım..
Aforizma: Sen onları meyvelerinden tanırsın..

Özdeyiş: Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır.

Özdeyiş iki: Bedava sirke baldan tatlıdır.

Özdeyiş üç: Gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur..

Tadımlık: Takıldım bir güzelin peşine, isterim ki yol bitmesin. M. Akgül

Eskimeyenlerden: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.

"Gökyüzü, dörtbaşı bayındır bir ülkedir."

Tadımlık iki: Sorumluluğu inkâr, insan özgürlüğünü de inkâr etmektir. Suçu daima anne babamıza, bilinç dışımıza, yaşadığımız topluma atmakla kendi seçimlerimizin ve irademizin sorumluluğunu üstlenmemiş oluruz. 

 ‘Özgürlük ayrıcalıklardan değil sorumluluklardan oluşur.’

Tadımlık üç: Ayaktakımı öyle aşağılık bir yaratıktır ki boş vakti kalırsa tehlike arz eder; onu düşünemeyecek kadar meşgul tutmak daha güvenlidir

Paris ve Londra'da Beş Parasız,
George Orwell

Tadımlık dört: Kendimize neyin daha skandal olduğunu sormalıyız: Güçlülerin iktidarda kalma konusundaki provokatif inatçılığı mı, yoksa ülkenin onların varlığını kabul etme konusundaki apolitik pasifliği mi?

Pier Paolo Pasolini

Batı Notları/Nuri Pakdil

Tadımlık beş: Desem ki vakitlerden bir Kasım ikindisidir./ Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.

Not 1: “…kelebekler zamanı gelince buradan ayrılıp giderler. Öldüklerini bilirim, ama ne kadar ararsam arayayım ölülerini bulamam. Sanki havaya karışmış gibi, bir iz bırakmadan kaybolup giderler. Kelebekler her şeyden daha kırılgan, naif canlılardır. Bir anda doğar, sınırlı ve çok az şey ister, sonra da sessizce kaybolup giderler. Muhtemelen buradan başka bir dünyaya” diyor ‘1Q84’ isimli kitabında Haruki Murakami. Selam olsun kelebek ömürlülere..

Not 2: “Eğlence modern insana önemli bir kaçış aracı sağlar. İnsan televizyona, videoya vs. gömülmüşken stresi, endişeyi, hayal kırıklığını, tatminsizlik duygusunu unutabilir. Birçok ilkel insan (buna belki modernlik öncesi insan demek daha doğru olur. gö), çalışmak zorunda olmadığında, hiçbir şey yapmadan saatlerce oturmaktan oldukça memnun kalır; çünkü kendisi ve dünyası ile barışıktır. Ama modern insanların çoğu sürekli olarak meşgul olmalı ya da eğlenmelidir, yoksa ‘sıkılır’, yani huzursuz ve asabi olur” diyor ‘Sanayi Toplumu ve Geleceği’ ismini verdiği kitabında John Kaczynski. 

Not 3: Seyircisi olduğumuz şeylerden bir dünya kuruyoruz kendimize. Ekranlardan önümüze konulan şeylerden bir zihinsel menü oluşturuyoruz. Doğrudan ekranlara bakmadığımız zamanlarda da uzun uzun, gerçekten çok uzun zamanları bunları boş boş konuşmaya ayırıyoruz. Herkesin zaten seyrettiği, gördüğü, izlediği şeyler hakkında anlamsızca laf çevirip duruyoruz aramızda. Yorucu bir tarafı var bütün bu işlerin, gerçekten bir şeyler yapıyormuş, bir şeylere taraf olunuyormuş, bir şeylere tepki veriliyormuş, seçkin beğeniler ve ilgiler ortaya konuyormuş hissi veriyor insana bütün bunlar. Yazık ki durum pek öyle değil! Hepsi belli bir hesap kitapla, belli bir kurguyla, çoğu zaman ticari bir öngörüyle gündemimize getirilen (gelen değil yani) şeyler bunlar… Bizim hayatımız değiller! Bizim seyircisi, takipçisi, müşterisi olduğumuz şeyler bunlar sadece. Günün o kadar büyük bir kısmını bunlara ayırıyoruz ki, geriye pek zaman kalmıyor. Ne yaşıyoruz, nereden nereye gidiyoruz, bütün vaktimizi bu boş beleş işlere harcayıp neleri eksik bırakıyor, neleri yaşamaktan, hissetmekten, içimize çekmekten vazgeçiyoruz? Dönüp bakmadığımız sorular bunlar… Hatta daha yakıcı biçimde söyleyelim; kaçtığımız sorular bunlar! Kendi hayatını yaşamak yerine, zihinlerimizi sürekli meşgul edecek ve yormayacak, oyalayacak, eğlendirecek şeylere doğru firar eden hayatsız insanlar olduk ve görünüşe göre buna bir itirazımız da yok! Eğlenelim, oyalanalım, gelip geçen şeylerden sarhoş olalım ama kendimize dönüp bakmayalım, yeter ki hayatımıza, hikayemize geri dönmeyelim, kendi gerçeklerimizle, iç meraklarımızla, insanca arayışlarımızla baş başa kalmayalım. Yeter ki kendimiz olmayalım, tenhaya düşmeyelim ve kendimizle yalnız kalmayalım!

Not 4: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.

"SEZAİ KARAKOÇ'UN ÇAYI

çayı kıra kıra 
içimi yaka yaka içiyorum
sezai karakoç'un çayı 
Taş gibi çay 

gazze'ye bakan gözlerinin ateşinden demlenmiş 
sezai karakoç'un çayı 
Kan gibi çay 

kör oldu hepimizin gözleri 
gazze bir çay bardağında
hepimizin gözleri 
kör gözlerimiz 
gazze ve çay 
sezai karakoç'un gözleri"

Arif Ay/Yedi iklim 
Sayı: 416 
Kasım 2024

Not 5: Biri her birimizin yaşadığı yerlere kameralar koysa ve çektiklerini yayınlasa da, kendi hayatımıza geri dönebilsek biraz ve kendi hayatımızın seyircisi olabilsek hiç değilse! Ve yüzleşebilsek az biraz hayatsızlığımızla!

“Gözünü meşgul eden şeyler, özünü sana bırakır mı sandın?”

Not 6: “Kendimize olan bakışımızı belirleyen şey başkalarının bizimle ilgili ne düşündüğüdür. Kimlik bilincimiz bir arada yaşadığımız insanların yargılarına hapsolmuştur. Yaptığımız esprilere gülerlerse eğlenceli bir insan olduğumuza inanmaya başlarız. Bizi överlerse nitelikli biri olduğumuzu düşünürüz. Ve eğer bir odaya girdiğimizde kafalar bize dönmezse ya da ne işle uğraştığımızı açıkladığımızda yüzlerinde sabırsız ve ilgisiz bir ifade belirirse kendimizi değersiz hissetmeye, kendimizden şüphe etmeye başlarız” diyor ‘Statü Endişesi’ kitabında Alain de Botton.

Not 7: “Üzüm üzüme bakarak kararıyormuş” dedi tabaktaki iki elmadan büyükçe olanı diğerine. “Neyse ki biz pembeyiz” dedi diğer elma hiç oralı olmadan.

Not 8: Herkesin uyuduğu bir evde uyanık olmak, uyuyamayan için sorundur. Hareket alanı kısıtlanır, ses çıkarmamak için hassasiyet göstermek gerekir. Kimsenin hiçbir şey düşünmediği yerde ise düşünüyor olmak aynı etkiyi yaratıyor.

Not 9: Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor." 

Ahmet Hamdi Tanpınar

Not 10: "Tek kişilik bir tartışmaya dönüştü yaşamım. Her şey benim içimde başlayıp bitiyor..."

Burada Gömülüdür, Ahmet Erhan

Not 11: "1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugün huzurum yoktur. Biyografim bu kadar."

Cemal Süreya

Not 12: Tek ihtiyacım olan şey; bir deniz kıyısında sabaha kadar oturup, olanı biteni gözden geçirdikten sonra kafasında her şeyi aşmış bir insan olarak ölüp gitmek.

Not 13: Denizde balık bitmez sandılar. Denizde balık da biter, su da biter. Bakmazsan, su gibi harcarsan toprak da biter, hava da biter. Dünyada sersebil harcarsan bitmeyecek şey yok. Dünyada her şey biter. Akıl bitince dünyada her şey biter.

Bir Bulut Kaynıyor, Yaşar Kemal

Not 14: Sonra içime ve hatta dışıma kapandım. Küsmek gibi bir şey.
...
Bir çeşit olmayan hayat. Zaten hiçbir şeyi kararında bırakamamak ve ortasını bulamamak gibi bir sorunum var benim. Epeyce göçebe yaşadım, sadece iki valizim oldu. Bir yığın insan tanıdım. Ama hep yalnızdım.

D. Madak

Not 15: Dünyanın en kısa hikayesi Ernest Hemingway’e atfedilir ve rivayete göre Hemingway, bunu bir öğle yemeğinde arkadaşlarıyla 6 kelimelik bir hikaye yazabileceğine dair girdiği iddia sonucu yazmıştır:

"Satılık:
Bebek ayakkabısı. Hiç giyilmedi."

Not 16: "Sen iyi bir adamsın."
"Onun için seni çok öldürmüşler."

Karıncanın Su İçtiği / Yaşar Kemal

Not 17: Kadınları korumaktan vazgeçmeniz lazım, onlara farklı işler farklı uğraşlarla baş başa bırakın; izin verin asker olsunlar, denizci olsunlar, otomobil sürsünler, liman işçisi olsunlar...
"Kadınlık korunmaya muhtaç bir varoluş olmaktan çıkınca her şey olabilir."

Virginia Woolf

Not 18: "Müthiş sıkılıyorum. Daha kötüsü, insanlardan soğuyorum galiba... Oysa ben onlarsız, onlara güvenemeden edemem. Ama elimden ne gelir. Sevgiden, yakınlıktan, insanca davranmaktan 
anlayanlar o kadar az ki... Büsbütün kabalaşmaktansa, uzaklara gitmek daha iyi."

Edip Cansever

Not 19: Eskiden adanmış insanlar vardı, öğretmen ya da doktor, Anadolu'nun ücra köşelerine gidip halka hizmet etmek isteyen. 19. yy'dan kalma bir coşkuydu belki bu. Bilim, sanayi, teknoloji, sanatta devrimci gelişmeler yaşanmış, bütün bu ileriye doğru sıçramalar ve gelişmeler halkların başını döndürmüştü. Anlamlı bir yaşam, o zamanlar daha kolaydı, hatta kendiliğindendi. Bir ebeveyn, arkadaş veya bir topluluk üyesi olarak ya da bir meslek yoluyla anlam kendiliğinden gelirdi.

Not 20: Mütevazı insan, kendisinden bahsetmeye ihtiyacı olmayan, kendisini neredeyse unutmuş, dikkatini kendisinden uzaklaştırmış insandır. O kadar zor ki bunu yapmak, insan ancak tertemiz bir kalple başarabilir.

Not 21: Çocukken edinilen 'sağlıklı mahcubiyet hissi' vicdanın sac ayaklarından birisidir. Çocuklarımızı 'daimi bir haklılık duygusu' ile değil, yanlış yaptıklarında mahcup olabilecekleri şekilde eğitmeliyiz.

Not 22: Kalbi kırıklar içimizdeki en cesur kimselerdir, zira sevmeye cüret etmişlerdir.

Not 23: Kuşlara ve güle ayarlı sesin
müjdedir en uzak okyanuslardan
Kelebek kervanı can gülüşünle
yıkadın zamanı karanlığından
Göğüme yıldızlar dağıtan gölgen
yorgun günlerimin kutlu limanı
Baharı bir tohum gibi izlerim
saçlarının yumuşak ışıklarından
Ellerin yıldızlar yansımasıdır
onlardan okunur hikayelerim
Bir bahar yağmuru bana hitabın
cennet kıyılarından haber getiren..
M. Akif İnan

Not 24: Sınırsızlık bugünün en başat sorunlarından biri olarak karşımızda duruyor. Herkes bir sınırsızlık içerisinde yol almak istiyor. İnsanlar hep kendi sınırlarına uyulsun, saygı duyulsun istiyor ancak söz konusu başkalarının sınırları olunca aynı saygıyı, aynı duyarlılığı göstermiyor. Kendi dünyasının sınırlarını o kadar korunaklı kılmak isteyen insanın bir diğerinin sınırlarına, hak ve hukukuna sıra geldiğinde adeta gözü dönüyor. Bu hemen hemen bir karakter haline geldiği için her bir insan az ya da çok bu durumu yaşıyor ve yaşatıyor.

Not 25: “Anladım gözlerin yol bitti dedi
Ne kadar saklasan boşuna artık 
Gözlerin dilinden önce söyledi 
Suçlu bir veda bu merhaba değil
Besbelli sönücek titreyen kandil
Renginden vazgeçti diye karanfil
Gözlerin dilinden önce söyledi
Can gibi çekilip ayrılsan tenden 
Gitme kal dememi bekleme benden 
Ayrılık kararı verilmiş dünden 
Gözlerin dilinden önce söyledi”
(Yıldız Kenter)

Not 26: Bir insanı tanımak için: umursadıklarına, gündemine ve elinde imkân ve yetki olduğunda ne yaptığına bakın.   Çünkü insanların sözleri çoğu zaman aldatıcı olur. Onun için bir insanı tanımak için ortaya konulan ölçütlerden biri de yolculuktur. Çünkü yolculukta sözcükler değil davranışları kişiyi, kişinin özelliklerini ortaya çıkarır. Zahmet-rahmet dengesi ortaya çıktığında kişinin sıkletini, çapını, yolculuk ortaya koyar. Bu nedenle insan sadece sözlerinden tanınmaz. Camus der ki “insan kararları ve eylemleri ile kendini inşa eder.” Bir insanın ne olduğunu, sahip olduğu imkanlar karşısında ortaya koyduğu kararlar belirler. Kişinin gerçek doğası ancak özgür olduğu durumlarda, kendi tercihlerinde belirginleşir.

Not 27: Karar mekanizması çöken her insan, bir şekilde sürekli müdahaleye ve sömürüye açık hale gelir. Sistemler devamlılıklarını sağlamak için sürekli bu noktalardan insani yakalamaya çalışır. İrili ufaklı her sistem böylesi sisli, puslu anlarda karar verilmesini ister. Bu süreye kadar da insanın karar mekanizmasını yorarak, yıpratır. O nedenle insanın kendi özünü koruması için, önce insanı tanıması gerekir. İnsanı tanımak huzurlu bir yaşamın da ön koşuludur. Kişinin hakikati tanıklığındadır. Hoşça bakın zatınıza…

Not 28: Zaman her şeyi yok ediyor. Sevdiğimiz her şeyi. Ama hakkını teslim edelim. Nefret ettiğimiz ve bizden nefret eden herkesi ve acıları da yok ediyor. (M. TOURNIER / Dışsal Günlük)

Not 29: "Gelecektim ama daha kötü bir hatıram olsun istemedim..."
C.Zarifoğlu

Not 30: "Çok az insan yürüyüş yapmayı bilir. Nitelikler dayanıklılık, sade kıyafetler, eski ayakkabılar, doğaya karşı bir göz, iyi mizah, engin bir merak, iyi konuşma, iyi sessizlik ve hiçbir şeyin çok fazla olmamasıdır."

Ralph Waldo Emerson

Not 31: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.

"İyiye, doğruya ve güzele yandaş olmalıdır insan. Ruhça ve maddece ilerleme bu yandaşlıkta gizlidir. Bu yandaşlık, ileriliğin harareti ve alevidir, nuru ve meşalesidir. Gözlemde, hüküm vermede ne kadar yansız olmak gerekliyse, değer hükümlerine sahip olmakta ve gözlemlerden yararlanmakta, erdem sitesini inşada o kadar yanlı olmak gereklidir."

(1933-2021)

Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi-III/Sezai Karakoç

Not 32: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.

"Diriliş disiplininde, nefsler, kendilerini, mümkün olduğu ölçüde dâva yolunda, erimemiş ve hazmedilmemiş bırakmamaya, hakikat aşkı içinde neşvünema bulma deneme ve sınamasını açtıracak ülküye adama onuruna kavuşturacak bir planda tutmaya özen gösterirler. 
Diriliş ülküsü, nefslerin, babil kulesini, ya da ihramını inşa için birbirlerini ezdikleri bir toplum gerçekleşimine (hayır), fakat, hakikat kâbesinin tarafında, uyum, ağırbaşlılık ve güven içinde, saf saf tavaf için dönmeye (evet) diyen bir hakikat ve insanlık ülküsüdür.
Diriliş disiplininde, buyurucu, insanın içindedir daha çok. Dıştan bir buyruk olmasa da, diriliş insanı, her tavır ve davranışında, belli bir çekidüzen içinde olacaktır. Bir artistin film çekiminde, bir askerin savaşta gösterdiği iç ve dış disiplin gibi bir disiplin ve bu disiplinler arasındaki uyum gibi bir uyum. 
Diriliş disiplini, çağın dış disiplinlerine karşın, temelde, iç disiplini simgeler. İğreti olmayan, özbenlikle kaynaşmış, (ben)e işlemiş, kişilikle bütünleşmiş bir sıkı düzendir diriliş içdisiplini.
Mü'min'in görevi, Âmentüyü bir ilâç prospektüsü gibi ezberlemek değil, acı gibi gelse de ilâcı içer gibi onu ruhuna geçirmesidir, onunla ruhunu özdeşleştirmesidir, ruhunu âmentüleştirmesidir. İçilen ilâcın bir süre sonra, kanda, damarlarda ya da uzuvlarda kendini belli etmesi gibi, ruha geçirilen İslâm bildirisi de, insanın tutum ve davranışında, ahlâk ve eyleminde kendini gösterecektir. Ve bildirinin ruha belki yavaş yavaş, fakat derinden işleyen etkisi yerleşiklik kazanıp süreklileşti mi, bir iç disiplin hâlini alacaktır.
Diriliş disiplini olmaksızın, diriliş erlerinin, erenlerinin ve pirlerinin sökün edip gelmeleri ve çağı diriltmeleri mümkün olamaz."

Diriliş Muştusu/Sezai Karakoç

Not 33: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.
Sezai Karakoç’a Dair
I
biz çok kardeştik
siyah, sarı, beyazdı yüzlerimiz
bir yağmur bulutuyduk
Ergani’den İstanbul’a geldik

Taha gibi ben de bir çocuktum
siyah önlüğümle okula giderken
radyo tamircisi amcadan
Sesler’i aldım
sesimi Sesler’de buldum
Taha gibi
ben de bir çocuktum

tüm resmigeçitlerde
başını hiç çevirmedin
yüzün kıbleyi gösteren pusulaydı
saçların kıvırcık ve karaydı
Ulu Cami avlusuna düşen güneş
sokakları dolduran o ses
sesindi
gözleri her an Bilâl’le buluşan
okul aşılarından kaçıp
Kıyamet Aşısı’na koşandın
bakımlı tayların
kınalı kuzuların
içtiği sulardan içtin

sizin bağın duvarı
bizim bağın da duvarıydı
salkımların biri size
biri bize sarkardı
leylâ üzümlere baka baka Mecnûn
Mecnûn Leylâ’ya baka baka çöl olurdu
sizin bağın duvarı
bizim bağın da duvarıydı

II

bir gemi denizi yararken
kanı da yarıyordu
kurulan bir köle devleti
halk veba gemisinin demir attığı limana baktı
yalnızca baktı
bakmayı unutarak baktı
o kent her gün azar azar çöktü
uyuz köpekler gibi çöktü
dans kıvraklığında sen
o kenti ve limanı geçtin
çünkü sen sözcüklerin, kitapların ve tarihin
dansını iyi bilendin

elmada aşkı
kirazda hasreti
incirde savaşı
narda bir bebek gülüşü
zeytinde hüznü
hurmada biatı
Nemrut’ta putu
Meryem’de doğum saatini
İsa’da kaderi
Taha’da kavisleri görendin

ayı cep aynası gibi yüzüne tutup
horozların ibiğinde tan kızıllığına dalan
ellerinde yalnız göğe doğrulan
bir kartalı tarak gibi saçlarından geçiren
bir sözcükten bin şiir düşüren
kapısı hep kalbine açık
bir şövalyeden su gibi akan
kılıçları yontan
her akşamı iftar gibi açan
orucu gül gibi tutan
antik vazolara antik çağlar koyan
yazıyı dağ sularıyla yuyan
ekmeği bölerken açlarla bir olan
“Sedye taşımaktan kolu tutulan”
Hızırla Kırk Saat
bin yıl ekinini biçtin
başaklardan Sütun’lar diktin
 
III

dinmeyen yağmurlardan
kara kışlardan geçirdik aşkı
kuş uçmayan göklerden
Davud’un sesinden başka
süt sağdın bulutlardan
veba hastalarına şifa sütü
Meryem’in sütü
Halime annenin sütü
Romalının hiç emmediği sütü
Dicle’nin Fırat’ın sütü
Peygamberin sütdişi beyazlığında
bir güvercin ağzında mağaranın
aşkı geçirdik
Musa’nın Kızıldeniz’i yaran âsâsından
İbrahim’in ateşi gül bahçesine döndüren
aşkı geçirdik alınyazısından
atların nallarıyla mühür vurduğu topraklara
duvarları mutluluk, çatısı mahyalar olan
kandiller gibi evler kurduk

biz çok kardeştik
siyah, sarı, beyazdı yüzlerimiz
bir yağmur sonrasıydık
sıcak denizlere indik

IV

ah kara gözlü yalnızlık
dedemin cep saati yalnızlık
Yusuf kardeşimle büyüttük seni
Ali’de bir Ehl-i beyt hüznü
gibi ah kara gözlü yalnızlık
şimdi bir kış atını yemliyoruz
demli çay gibi demliyoruz
ah kara gözlü yalnızlık
samanyolunda kapalıçarşı
kapılar ki sonsuza açık
selâm olsun Mekke’de doğan aya
selâm olsun Medine’ye göçen güneşe
selâm olsun adı ışık olan dağa
selâm olsun Kudüs’te Mirac’a
selam olsun Sezai Karakoç’a

Güne Doğan Koşu-Dokuz Kandil-/Arif Ay

Not 34: "İnsan, kendini, Ebedî Tanrı karşısında olduğu bir konumdan kurtarmış sanınca, eşiti bulunan varlıklarla bir diyalog içinde sayıyor. O zaman tümüyle sorguya çekilemiyeceği, bütün varlığından hesap sorulamayacağı duygusuna kapılıyor. Ruhunun bir bölümünü iyice mahrem tutma çabasına girişiyor. Bu bölgenin giderek boşaldığının farkında olmuyor. Böylece, oraya davranışlarının bir gölgesini, simetrik bir bütün halinde düşürüyor zamanla. Sonra da insan o gölgeye baktığında onu bir kuram gibi, bir bildiri gibi görüyor. Bu bir ruhî illüzyondur. Politikanın öte yakadaki görüntüsü, bir din veya felsefe biçiminde görünerek insanı aldatabiliyor."
İnsanlığın Dirilişi/S.Karakoç