Sivri Dil

Sivri Dil

İmamoğlu karşısındaki ittifakı darmadağın etmiş durumda...

Seçim maratonu tam gaz sürerken Ekrem İmamoğlu yalnız savaşçı olarak karşısında Cumhur İttifakı, İyi Parti ve diğer irili ufaklı partiler ile can hıraş mücadele ediyor.

Mücadelesinde kararlılıkla ilerlerken karşı ittifak ve ak parti Reisin de sahaya inmesiyle hata üstüne hata yapıyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın sabah halka oy vermezseniz hizmet gelmez, öğleden sonra kimse halkın oyunu rehin alamaz diyerek dalgalı denizlerde sörf yapmaya çalışan acemiler gibi davranmaktadır.

Normalde Ak Parti ve Cumhur ittifakının kolay şekilde kazanacağı İstanbul seçimi emeklilerin zor hayat şartları ve büyükşehirlerdeki geniş halk kitlelerinin satın alma gücünün düşmesiyle seçim propaganda süreci iktidar için kabusa dönmüş durumda.

Yazının Devamı

Gerçeğin acıtıcı ayazında ayrıcalıklı bir batış hikayesi...

Okullarda yemek verilmesi gerekiyor.

Kaan üreterek olmuyor öyle güçlü olmak.

İlköğretim öğrencilerine yemek çıkaramıyorsan...

Yazının Devamı

Emeklilerin oy hakları ellerinden alınmalı...

Emekliler sosyal atık haline geldi. Akmayan musluğa ağzına dayamışlar içmeye çalışıyorlar. Erken emekliliğin dayanacağı noktanın burası olacağı belliydi. Şimdi ha babam emekli ağlıyor mikrofon görünce. Durmadan zam yapılıyor ama netice hasıl olmuyor. Şimdi yine bir seyyanen zam söz konusu. Gerçi yalanlandı ama seçime doğru yaklaştıkça söylentiler değişiyor.

Emekliye seyyanen yapılacak 4 bin TL zammın 10 aylık bütçeye yükü 640 milyar TL. Bu da bütçe açığının 3 ila 3,5 trilyon TL'ye ulaşması demek. Çıkmaz sokak. Benim naçizane tavsiyem para basmak yerine emekli başına her ay 4 kg kırmızı et ve 4 kg peynir yardımı yapılması.

Maaşlara zam yaparak alım gücünün artmadığını emekliler ve halk ne zaman idrak edecek acaba? Yapılan zam bütçe açığını artırıyorsa bu enflasyon olarak geri dönecek. Örneğin emekli maaşı 10 bin TL. Açlık sınırı 14 bin TL. Emekli maaşı 13 bin TL olsa açlık sınırı da 17 bin TL olacak.

Yazının Devamı

Mazi düşer mehtabına kaçamazsın..

Bir bardak çayını yudumlarken tenha bir kafede Şubat akşamları nasıl yaşanır böyle yalnız ve kırgın, bilemezsin Ve çayın buğusuna karışır sigara dumanı Hazin bir şarkı vesiledir Hep geriye çekersin kürekleri Mazi düşer mehtabına kaçamazsın..

Ben nerede güzelsem orada yenildim Ne kadar aldansam da Gönüllü yenilmiştim kalbe dokunanlara Tanrı’nın testisinde suya olmaz elveda.. Bıraktım meseleleri bir kenara Başladım kıskanmaya Bitki ve hayvanları..

Hüzün çökmüşken içime Bir olasılığın salıncağında Kutsal tapınak fahişelerinin sineleri belirmişken Dünyanın en bedbahtlarına umut verircesine Karanlık çökmüş gecenin sessizliğinde Asılı kalıyorum bir yerlerde Başlamakla bitirmek arasında..

Yazının Devamı

Yaşlıyız, duluz, obeziz ve kafayı yedik...

Haberleri biraz izlerseniz hak verirsiniz. Bir taraftan Feyza Altun gözaltına alınıyor diğer yandan bir siyasetçimiz siyanürle altın arandığını söyleyen vatan hainidir diyor. Nereden baksan kafayı yedirtir ülke gündemi.

Maaşını hiç görmediğini söyleyen bir bakan Bodrumda 25 dönümlük hazine arazisini avanta alıyor üzerine 2 katrilyon hibe teşvik alıyor. Cebinden harcamasına gerek kalmamış. Bakan maaşı devenin kılı değil. İyi ki almıyormuş maaşını. Bir de alsa ne yapacak!

Vatandaş ise tost ayran hesabı yapsın. 2 tost 2 ayran olmuş 400 TL. 10 bin TL alan emekli ne yapsın şimdi? Okula giden çocuklar nasıl karın doyursun!

Yazının Devamı

Muhtarlıklar kaldırılmalıdır...

Dünya dijital çağa geçmiş, temsili demokrasinin tüm kurumları yok olmaya mahkum ve temsili makamların vekillik v.b. iyiden iyiye anlamını yitirdiği, bireylerin etiketleyerek sosyal medya veya diğer teknolojik iletişim kanallarıyla en tepedeki yöneticisine dahi sorununu iletebildiği, köyler dışında şehir merkezlerinde mahalle muhtarlıkların tamamen anlamını yitirdiği, milletin üzerine tamamen yük haline geldiği (şehir merkezleri için) muhtarlık mekanizması ivedi olarak lağvedilmelidir..

Muhtarlık müessesesi büyükşehirlerde acilen kalkması gereken kurum. Maalesef aldıkları maaş devlete lüks, muhtarlıkların masrafları ayrı dert.

Muhtarın hiçbir vasfı yok ama muhtar adayı afişe " destek sizden hizmet bizden " yazmış. Şehir merkezlerinde muhtarların bir fonksiyonu kalmamıştır. Tek görevleri çocuklarını belediyede işe sokmak ve belediyenin verdiği prefabrik yapılarda gün geçirmektir. Köylerin haricinde tüm muhtarlıklar lağvedilmelidir. Şehirlerde bir işlevleri kalmadı.

Yazının Devamı

Çare ne!

İki bin onlu yıllarda Kütahya’da çalışırken bir ara dağa taşa hatta çeşme başlarına “Çare Sarıgül” yazılmıştı. Bilen bilir Kütahya pınarlarıyla meşhur. Az şehri çıkınca hele de yazsa yolcular seyahat edenler pınar başlarında su içerler hem de beleş.

Sarıgül’ün yerinde yatmayacası Deniz Baykalı kongrede deviremeyip yeni bir hareket başlattığı dönemler. Hiçbir siyasetçiye anlık bile olsa böyle rüzgar nasip olmamıştı. Tabii neticeye edemedi murat hasıl olmadı. Türkiye’de partiler derebeylik hatta küçük krallık gibi. Parti dışında siyaset imkansız adeta. Şu anda zaten Sarıgül de CHP Erzincan milletvekili. Yuvasında yani.

Peki konuyu nereye getireceğim? Şu an malum ortada reel anlamda bir kriz olmasa da; enflasyon nedeniyle bozulan gelir dağılımı ve geniş halk kesimlerinden zenginlere devlet eliyle düşük faiz yoluyla servet ve gelir transferi nedeniyle ipin ucu kaçmış, büyüme kalitesi bozulmuş, gini katsayısı 1’e olan yolculuğuna son sürat at sürüyor, diğer deyişle gelir dağılımı iyice bozulmuş. Herkes çare arıyor kendince. Soruyor peki çözüm ne? Nasıl düze çıkacağız telaşı içerisinde azgın azınlık dışında olan herkes. Yani bir sıkıntı olduğu gerçek.

Yazının Devamı

Sosyal çürüme ve ekonomik veriler..

Hayatın her alanında bir sosyal çürüme hâkim olmaya başladı. İnsanlar en değersiz metaları, çok değerli gibi paylaşıyorlar artık. Değeri olmayan şeyler, çok değerli gibi sunuluyor. Bir zamanlar kötü addedilenler şimdi çok değerli gibi pazarlanıyor. Alıcısı da var artık. Tüketim kültürünün yönü değişti. İnsanlar dün, kötü dediklerine bugün taparcasına inanıyorlar. Ekonomi değil aslında konu. Sosyal çürüme yaşıyoruz.

Güney Amerika ülkesi gibi olmaya başladık, kabul etmeliyiz artık; eline silahı alan bir yerlere saldırıyor. Tehdit, şantaj gırla gidiyor. İnsanlar sokağa çıkmaya çekinir hâle geldi; çocuklarının bu mafyavari tiplere özenmesinden korkuyor. Belanın kapısına bağlanmasından korkuyor. İçişleri Bakanlığı son birkaç ay içinde onlarca mafya yapılanmasına operasyon yapıp çeteleri çökertti. Her gün gazetelerde, televizyonlarda boy boy, çökertilmiş mafya ile ilgili haberler görüyoruz. Ama bitmiyor ki.

Dünyada ekonomi illa toparlanır. Kapital kendini yok etmez. Para gider ve gelir. Olan şey, yaşam felsefemizin bir şekilde tüketilmesi. Yaşam felsefemizi kaybediyoruz ve bunu geri kazanmak için kültürel anlamda bir çaba sarf etmiyoruz. Dizilerde, sinemada, edebiyatta; göçmen kültürü, mafya kültürü, bar-pavyon kültürü işleniyor ve insanlar bu konuları tüketiyor. Sosyal çürüme bu.

Yazının Devamı

Cennetten de böyle kaçmıştım.

“Bir gün dünyanın sonunda oturdum aklım bir kuş kadar hafifti seni uçurdum tahtadan bir at geldi penceredeki henüz sevilmiş bir ağaçtan kanser aklıma da yayıldı kaçtım, cennetten de böyle kaçmıştım.” diyor Adil Bir Akşam’da Hasan Bozdaş.

Hasan Bozdaş’ı ilk şiir kitabı Adil Bir Akşam. Şu dizeler beni çok etkilemişti: “ben doğduğumda / çocukları delirmesin diye anneler / hasan dağıttılar / O kadar çok baktım ki uzağa / öldüğüme inanmadılar”

Hasan Bozdaş, belki de yaşadığımız hayatın en âdil imgesi ölüm olduğu için şiirlerinde ölüm kelimesini sıkça kullanıyor. Bozdaş’ın şiirlerini önceki-sonraki bağlamında okuduğumuzda düşsel düşüncenin imgeye baskın durduğunu söyleyebiliriz. Ayağına kadar gelen romantizme yüz vermeyen, düşsel ve düşünsel dünyadan kendine bir şiir atmosferi oluşturmayı bilen bir şiir yazıyor.

Yazının Devamı

Pavyon özlemi ve hayalleri kursağında kalmış tutunamayan kadınların çilesi...

İnci Taneleri adlı diziden sonra pavyonlar ve pavyon dansı gündeme oturdu. Meğer herkes ne özlem içerisindeymiş pavyona ve dansına. Ne matah yermiş de haberimiz yokmuş.

Hayatımda beş kez pavyona gittim. Üçü İzmir’de iksi Ankara’da. Kafa dağıtmaya bire bir. Yalnız fiyatlar tuzlu. Konsomatrislerle oturup bir kaç kadeh bir şey içmenin bedeli sabit ücretlerle size en az 8-10 bin tl ye mal olur.

Benim gittiğim pavyonlarda genelde orta Asya’dan gelen kızlar yoğunluktaydı. Elleri ayakları düzgün boyları posları yerinde arzulanır bedenlere sahip nesnelerdi. Hemen hemen hepsi ya yüksek kazanç ve kolay yaşam nedeniyle ve zor şartların esiri olarak çalışıyorlardı. Acılı, hüzünlü tutunamayan kadınlardı ekseriyeti. Pavyona gelen erkekleri konuşmaya gerek yok. Hepsi saklı cennetin peşindeydiler. Çıktıkları ana rahminin sıcaklığını genç taze bedenlerde arayan çoğunlukla parayı sonradan bulmuş, sahte de olsa ışıltılı bir kadının şehevi sıcaklığını tenlerinde hissetmek isteyenlerde. Hayvani yönleri çok olanlardı gelen erkek tipler genelde.

Yazının Devamı

İyi ki deprem oldu, villa sahibi olduk...

İyi ki deprem oldu, villa sahibi olduk.. Bu cümleyi kuran depremzede bir vatandaşımızmış. Çevre Bakanımız deprem bölgesindeki çalışmaları anlatırken yaptıkları köy evinden bahsederken kullanmış vatandaşımız bu cümleleri.

Belli ki bu vatandaşın çekirdek ailesinden ölen kimse yok; akrabaları ölmüşse de onlardan nefret ettiği kesin. Peki depremde ölen 53 bin vatandaşımıza hiç mi üzülmemiş. Belli ki hiç üzülmemiş. Bu nasıl soysuzluk ve bu nasıl vicdansız bakış açısı ve duygu halidir ki; asrın felaketinde en az 4 kent virane ölmüş, binlerce insan ölmüş binlercesi yaralanmış, insanların hayatları kaymış. Peki o neye seviniyor villa sahibi olduğuna..

Depremin olduğu aynı günün 6 Şubat 2023 akşamı 10.40 sularında Kahramanmaraş’a ulaşıp orada canla başla 3 ay çalışan ve ailesi de depremzede bir fert olarak şunu dilerim: Umarım binlerce ölü insanın üstünde tepinerek villa sahibi olmayı kutsayan bu ahlaksız, vicdansız insan müsveddesi ölüm hak vaki olmadan Yüce Rabbimin eşsiz adaleti ile tanışır. İnsan kahroluyor. Biz hangi ara bu hale geldik. Böyle ayrıksı insanlıktan nasibini almamışlar hangi ara türedi. Maalesef her şey biz yaşarken oldu.

Yazının Devamı

Sevda kanatsız bir kuş...

Sevda kanatsız bir kuş Aerodinamik de bilmez Uçmak ister sadece Sığınmak ister eteklerine İhtişamlı bulutların.. Sevda, yüreğimizden göklere doğru uçan kuş sürüsü idi bir zamanlar... Bir zaman geldi ki doldurdu içimizi Enkaz yığını yaptı hayat Evrimin neşteri Dayandı boğazımıza.

Son söz: Kişinin, teveccühünün bekleme odasında uzun süre beklettiği tüm insanlar ya mayalanırlar ya da ekşirler. Karışık Kanılar ve Özdeyişler, Nietzsche

Aforizma: Bir yalanın inandırıcılığı onu söyleyenin güzelliği kadardır.. M.A.

Yazının Devamı

Çanlar orta sınıf için çalıyor...

"Sayıları ne çok olursa olsun, bu güçsüz ve korkak varlıkların ayakta duramayacağı; tam da bu özelliği yüzünden ortalarda dolaşan kurtlar karşısında bir kuzu sürüsü rolünden öteye geçemeyeceği açıktır. Kimin yaşam yoğunluğu böyle zayıf bir nitelik taşırsa, dünyanın hiçbir ilacı artık onu ayakta tutamaz."

Nereden bu sözler? Herman Hesse'nin Bozkırkurdu'ndan...

Orta sınıf için sarfediyor bu sözleri ve ekliyor: “İlahi olana sevdasını verip karşılığında vicdan rahatlığını alır; özgürlüğü verip konforu alır, yakıcı ateşi bırakır tatlı sıcaklığı alır. Bu yüzdendir ki, orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır; korkaktır; kendisini kaybedeceğinden o kadar korkar ki, başkaları tarafından kolayca yönetilmeyi tercih eder."

Yazının Devamı

Kurunun yanında yanan yaşların hak edilmiş çilesi...

Kurunun yanında yaş da yanar. Yaş da hak etmiştir aslında çorbada direkt tuzu olmasa da.

Niçin hak etmiştir peki? Her şey göz önünde olurken konforundan taviz vermeyip bana ne dediği için, kendi başına gelene kadar hiçbir kötülüğe karşı gelmediği için; kötü şeylerin hep başkalarının başına geleceğini zannettiği için. Yasak elmadan ya bir ufak da olsa bir ısırık almıştır ya da alma ihtimali olduğu için umursamaz olduğu için. Pireye kızıp yorgan yaktığı için, toplu hareket edemediği, ekip ruhu olmadığı için, sendikaları küçümsediği, bencil bireyci olduğu için toplu helak deryasında boğulmak kaderidir ve aynı zamanda helalidir.

Reel olan her şeye günah bulaşıyor. İnsanların duru güzellikleri açılan sandıklarda kayboluyor. Sıralanan her şey, biraz daha saf olanı tüketiyor. Sıra sıra sıralanarak bir kötülüğün ardına her şeyi normalleştirerek, bayağılaştırarak kayboluyorlar. Vicdan sahibi akıl sahibi diğerkam insan bilincine sahip olanlar bu kötü gidişata dur demediler bugüne kadar. Şimdi kötülük enselerinden yakalayınca feryadı figan ediyorlar. Her şey biz yaşarken oldu maalesef.

Yazının Devamı

Anlar

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,

İkincisinde, daha çok hata yapardım.

Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.

Yazının Devamı

Portakal bahçelerindeki gülüşün hiç solmamış sanki...

Yine geçiyorum eski sevdaların kıyısından... Mazi dört köşe içimde en güzel haliyle, Portakal bahçelerindeki gülüşlerin hiç solmamış sanki; Ya gözlerin, düşündükçe bin kurşun yiyor yüreğim..

Uzaklardan Truva prensi Parisin günahkar ve utangaç sözleri yankılanıyor Feleğe sırt çevirmiş kulaklarımıza Gül solarken de güzeldir, diyor Getiriyor aklımıza, Helenin yıldızları baştan çıkaran güzelliğini.. Bir de hüznünü Ömrünün sonunda mutsuzluk adası Rodos’a sığınmış bahtsız güzelin İçimden hüzünlenmek bile gelmeyecek kadar yorgunken..

Yaşayan çağdaş şairlerimizden Mustafa Akgül’ün bize gönderdiği son şiirine yer açtık bu hafta köşemizde. Kalemine yüreğine sağlık.

Yazının Devamı

Adın geçiyordu izlediğim bir filmde...

Adın üç kere geçti netfliksde öylesine açıp izlediğim saçma sapan bir filmde yalnız olsam çok ağlardım ama kızım bakıyordu otoban dolusu gürültüyü sıkıştırıp beynime kızım dedim, hadi çay koy da içelim... Varsa bir de biskrem koy tabağa Ağzımın tatlansın biraz Açlığımız yatışsın..

Son söz: Parasızlık tüm kötülüklerin anasıdır. Aşırı para da tüm şerefsizliklerin, bencilliklerin, sapkınlıkların ve ahlaksızlıkların babası.

Tadımlık: ‘Görülmemenin, fark edilmemenin, hep geride kalmanın acısıyla yaşadım’ diyor. Ona ‘bu yarış sana göre değil’ diyorum, ‘sadece yarışanlar mağlup olur. Bu yarıştan çekil’.

Yazının Devamı

Baş ol da istersen soğan başı ol!

Bu topraklarda iktidara verilen sınırsız önemi anlatan çok sararmış bir öğüttür bu. Askerde onbaşı atanan, kendini Napolyon sanır. İş ortamında “müdür” olmak neredeyse tapılacak bir mevkiye kavuşmaktır; o “müdürlük” ne kadar külüstür olursa olsun.

Hele “koca devlet içinde bir yerlere gelmek”, öyle kolay anlatılacak bir coşku değildir. Bir de kentlerin, devasa kurumların, “yüce” bakanlıkların, hükümetin başına yükseldiysen... Artık orada söz biter; bizim gibi sıradan ölümlülerin pek anlayamayacağı “tanrısal” bir ruh hali oluşur.

Bizim memlekette en çok iktidara, güce tapılır. Kim baştaysa ve en güçlüyse o sevilir ve sayılır; en sık o affedilir ve en çok ondan korkulur. En çok ona yağ çekilir.

Yazının Devamı

Aziz şehitlerimize ve onların sıvası dökülmüş evlerde ısıtıcısı olmayan çadırlarda yaşayan ailelerine vefa...

İşte isimleri:

Piyade Sözleşmeli Er Müslüm Özdemir, Piyade Sözleşmeli Er Emrullah Gülmez, Piyade Üsteğmen Gökhan Delen, Piyade Uzman Çavuş Serkan Sayin, Piyade Sözleşmeli Er Kemal Batur, Piyade Uzman Çavuş Hakan Gün, Piyade Uzman Çavuş Ahmet Köroğlu, İstihkâm Sözleşmeli Er Murat Atar, İstihkâm Sözleşmeli Er Muhammed Tunahan Evcin.

Şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit…

Yazının Devamı

Aman ne olursa olsun, kim gelirse gelsin...

İçinde yaşadığımız absürd süreç aklıma farklı şeyler getiriyor. Adalet, liyakat, eğitim ve refahın bitirilmesi, istenerek alınan büyük göç, üstüne yaratılmak istenen çatışma ortamı...

Sanki birileri halka, “aman ne olursa olsun, kim gelirse gelsin” dedirtme gayretinde. 12 Eylül öncesi sol-sağ çatışması vardı, şimdi sol kalmadı, başka şekillerde çatışma zorlanıyor. 85 milyonluk ülkenin bu hale düşürülmesini ve kötüye gidişte ısrarı acaba böyle mi yorumlamak lâzım? Yerine ne konacak da, ona rıza üretiliyor, ayrı konu.

Bir nevi öğrenilmiş çaresizliğe sürükleniyoruz. Öğrenilmiş çaresizlik, bireyin sürekli olarak olumsuz sonuçlarla karşılaşması durumunda, gelecekteki olumlu sonuçlara ulaşma yeteneğine olan inancını yitirmesi olarak tanımlanır. Bu psikolojik kavram, bireyin kendini bir durumu kontrol edemez, değiştiremez veya etkileyemez olarak algılaması sonucunda ortaya çıkar. Öğrenilmiş çaresizlik, anksiyete, depresyon ve motivasyon kaybı gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir.

Yazının Devamı

Tutkunun bedeli ve enflasyon lobisi...

Tutkunun bedeli çok büyüktür. Sıradan tavuklara ve horozlara imrenirsiniz. Bizim neslimiz bir kızın bile elinden tutmadı gençliğimizde. Halkın içinde olmazsanız ruhunuz hastalanır. Sıradan insanların içinde olmak boyunuzun ölçüsünü almak zorundasınız.

Mağarada aydınlanma olmaz. Aydınlanacaksak toplum içinde olacağız. İnsan toplumsallığın dışında yeteneklerini kazanamaz. Steril ortamlarda büyümenin bedeli ağır olur.

Tutkusu olmayan insan insan mıdır diye sormak gerekir.. Hangi büyük iş coşkunluk olmadan gerçekleştirilebilir! Mesele tutkuyu halk içinde içselleştirip beceriye dönüştürebilmek, o dengeyi bulmak. Sıradan halkın vasatlığında sıra dışı olmak tüm mesele.

Yazının Devamı

Pornografik çağ ve utanma duygusu...

Pornografinin gerçekle veya hakikatle hiçbir bağı yoktur. Hakikat keşfedilmesi gereken sezilmesi gereken bir şeydir. Erotizmde estetik vardır çünkü üzerinde az da olsa örtü vardır yaşananların. Yaşam erotiktir, erotik olmalıdır grafik değildir. Yaşam tümüyle açıkta değildir, keşfedilmesi gerekir. Gönül çıplak değildir. Gönül her şeyi paylaşmaz.

Pornografide gösterilecek bir şey kalmamıştır, saklamaya değer bir şey yoktur, her şey göz önündedir ve estetikten mahrumdur. Dijital çağ sürekli görme ve görülme açlığını zirveye çıkarmıştır. Herkes her şeyi gösteriyor. İçinde bulunduğumuz çağ grafik çağdır. Saklanacak bir şey bırakılmamıştır.

Hakikatsiz tezahür duyarsızlaştırır. Hiçbir şey sizi heyecanlandırmaz. Göz alıştıkça şaşkınlık kalmaz. Savaş bile ruhunuzu hırpalamaz. Gazze’de ölen çocuklar umurunda olmaz insanlığın. Her şey grafik sunuma dönüştüğünde eninde sonunda skandalize olur. Kabe’den verilen fotoğraflar eninde sonunda rahatsız düzeye gelebilir gelecekte. Sadece güzel sahneler aktarılmayacaktır bir noktadan sonra. İyi olan şeyler izlenmez.

Yazının Devamı

Teknoloji elitleri...

“Geçmişi anımsayamayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdur.” George Santayana Yapay zekânın farklı kullanımlarından söz ettiğimiz, dijital teknolojilerin gündelik yaşamın her alanına yayıldığı ve artık dijital okuryazarlıktan dijital istismara dek farklı konuların gündeme yerleştiği bir dönemde, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden (MIT) ekonomistler Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’ın İktidar ve Teknoloji (Power and Progress) kitabı Cem Duran’ın çevirisiyle ve Doğan Kitap etiketiyle kısa süre önce yayımlandı. Teknolojinin 1.000 yılını mercek altına alan kitap, aslında bizi dijital gelişmelerin günümüzde yarattığı o masal dünyasından uzaklaştırıp kar soğuğu gibi sert bir gerçeklikle yüzleştirmeye çalışıyor: Teknolojik gelişmeler, paylaşılan ve daha adil bir refah ortamı doğurur mu? Yoksa bu gelişmeler, en tepede bir eli yağda bir eli balda yaşayan küçük bir “teknoloji eliti” ile onun altında nüfusun çoğunluğunun sefalet içerisinde yaşadığı ikili bir toplum modelini mi körüklüyor? Dijital teknolojilerin büyük şirketleri ve antidemokratik hükümetleri güçlendirmek için kullanılmaması için neler yapmalı? Teknolojik ilerleme, toplumlarda eşitliği artırabilir, ancak doğru politikalar uygulanırsa… Yani, teknolojiye dair doğru tercihlerde bulunursanız yeni iş fırsatları yaratırsınız, gelirleri artırırsınız, eğitimden sağlığa dek farklı alanlarda iyileştirmeler başlatırsınız ve toplumların yaşam standartlarını yükseltirsiniz. Ama bunun için de örneğin sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı toplulukları teknolojik gelişime ve ekonomik ilerlemeye dahil eden politikalar uygulamanız, teknoloji şirketlerinin davranışlarını denetlemeniz, işgücü piyasasını düzenlemeniz gerekiyor. Değirmenlerden Günümüze Bu konuda Orta Çağ’da yaygınlaşmaya başlayan değirmenlerden örnek veriyor Acemoğlu ve Johnson. Bu değirmenlerle birlikte tarım ürünlerinin işlenmesi, un üretimi gibi önemli iyileşmeler yaşandıysa da, köylülerin yaşam koşullarında çok büyük iyileşmeler olmadı. Zira değirmenler halen arazi sahiplerinin ve kiliselerin kontrolündeydi. Yani kazançları sadece dar bir elit çevre elde ediyor ve değirmenleri kimin kullanabileceğini belirleyerek rekabeti ortadan kaldırıyordu. Bir yandan da bu çevreler elde ettikleri gücü sergilemek için devasa katedraller ve kiliseler inşa ederek teknolojik ilerlemeden sağlanan ekonomik gücün neredeyse beşte birini bu inşa süreçlerine ayırıyorlardı. Ayrıca yeni tarım teknolojileriyle birlikte yeni makineler kullanılıyor, üretkenlik artıyor, ancak feodal lordlar daha fazla işçi istihdam etmek yerine mevcut köylüleri daha fazla sömürüyor, çalışma saatlerini uzatıyor, reel gelirlerini düşürüyordu. Benzer şekilde, çırçır makineleri icat edildiğinde ABD, dünyanın en büyük pamuk ihracatçısına dönüştü, ancak bir yandan da Güney Amerika’da kölelik sistemi daha da yaygınlaştı. Yani bir açıdan bu işçilere dendi ki: “Tüm bu teknolojik iyileştirmelerden sizin büyük büyük büyük torunlarınız faydalanacak, ama sizler biraz zor zamanlardan geçip açlıkla ve sömürüyle sınanacaksınız, daha uzun süreler daha zor koşullarda çalışacaksınız.” Tarım teknolojilerinin iyileşmesine rağmen emekçilerin yoksulluğunun artmasının sebebi ise, gerek aristokrasinin şiddet araçlarını kontrol etmesi, gerekse ruhban sınıfının bu kesim üzerinde ikna gücünü kullanması ve var olan hiyerarşinin meşruluğuna karşı itiraz etmelerini sağlamasıydı. Yani dini ve seküler elit bir araya gelerek yeni teknolojilerin sadece küçük bir zümrenin yaşam standartlarını artırmasını sağlamıştı. Acemoğlu ve Johnson, Orta Çağ Avrupası’nda köylüler sefil halde yaşarken elitlerin konforlu bir hayat sürmelerini, yani bu dengesiz sosyal güç dağılımını, teknolojinin sosyal sınıflar arasında taraf tutan doğasıyla ilişkilendiriyor ve “teknolojinin kullanılma biçimi, gücü elinde tutanların vizyon ve çıkarlarına göre şekillenir” diyorlar. Bilgisayar Devriminden Günümüze Dolayısıyla dijital teknoloji, gücü elinde bulunduran küçük bir zümrenin kontrolü altında, bu yüzden de teknoloji her zaman toplumun yararını gözetmiyor. Örneğin, bilgisayar devrimi sonucunda 1970’lerin ortalarından sonraki ekonomik büyüme işçilerin reel ücretlerine yansımadı; oysa işçilerin ortalama üretkenliği artmaya devam etti. Yani, ABD’de 1950’ler ve 1960’lardaki refah paylaşımı modeli sönümlendi, teknolojik gelişim emek-karşıtı bir yöne savrulurken iş yerleri yeniden yapılandırıldı, “yönetim danışmanlığı” gibi bir iş alanı ortaya çıktı ve basit, rutin, vasıf gerektirmeyen işler azaldı. Bunu öncelikle “çaycılık” gibi bir iş kolunun ortadan kalkarak yerini herkesin kendi çayını kendisinin aldığı bir modele geçilmesiyle gördük. Ama iş burada da kalmadı. Üniversite eğitimi olmayan işçiler, artık iyi ücretli işlere ulaşamaz hale geldi; düşük ve orta vasıflı ofis işlerinde ücretlerde düşüş yaşandı. 1980’lerde başlayan otomasyon eğilimi sonucu insan emeği “gereksizleşti”. Hep verilen bir örnek vardır: 1984 yılında doğan Amerikalı çocukların sadece yarısı ebeveynlerinden daha fazla para kazanırken, bu oran 1940 yılında doğanlarda yüzde 90 idi. Ayrıca birçok orta vasıf gerektiren mavi yakalı işin de ortadan kalkması, eşitsizliği artırdı. Yani bu iddiaya göre, küreselleşme ve otomasyon birbirini eşitsizlik lehine besledi. İşgücü maliyetleri düştükçe işçiler devreden çıktı. “Amerikan Rüyası”nın gerçeğe dönüşmesi peyderpey zorlaştı, gelir dağılımı dünyanın her yerinde en zengin kesim lehine dengesizleşti; işçi haklarını savunan güçlü sendikalar olmaması da işçilerin teknoloji karşısında söz haklarını yitirmelerine yol açtı. Kısaca, ABD’de teknolojinin yönünü büyük şirketler belirler oldu ve bu şirketler de insanların kusurlarına bağımlılıklarını azaltacak yazılımları tercih etti. Tesla da Aşırı Otomasyondan Vazgeçti Ancak son dönemde Elon Musk’ın elektrikli otomobil şirketi Tesla fabrikasında da fark ettiği bir durum ortaya çıktı ve başlangıçta tüm imalatı otomatikleştirme niyetine rağmen maliyetler artıp gecikmeler başlayınca kendisine “Aşırı otomasyon hataydı. Benim hatamdı. İnsanların önemini fazla küçümsedik” dedirten bir noktaya gelindi. Çünkü otomasyonun da bir limiti vardı ve insanların yaptığı birçok ince işi yapamıyorlardı. Öte yandan, örneğin kitapta da atıfta bulunulan Silikon Vadisi girişimcisi Paul Graham’ın buram buram elitizm kokan şu sözü oldukça sembolik: “Ekonomik eşitsizliği artırma konusunda uzman oldum. Geçtiğimiz on yılda bunu yapmak için çok sıkı çalıştım. Gelir eşitsizliğini engellemek için insanların zengin olmasını engellemeniz gerekir. İnsanların zengin olmasını engellemek için de yeni şirketler kurmalarını engellemeniz gerekir.” Yani, Acemoğlu ve Johnson’ın ifadeleriyle, “Çalışanların çoğunu ütopya değil distopya bekliyordu: İşlerini ve geçim kapılarını kaybettiler”. Ancak, aynı dijital devrim sürecinden geçen diğer Batılı ülkeler, daha farklı tercihler yaptı: Dengeleyici bir karşıt güç olarak sendikaları devre dışı bırakmadılar, işçi temsilcilerinin rolüne önem verdiler, ellerindeki eğitilmiş mavi yakalıların marjinal verimliliğini artıracak teknolojik ve organizasyonel düzenlemeler yaparak otomasyonun eşitsizlik üzerindeki etkisini azalttılar, gelişmiş makineler kullanırken bir yandan da işçileri eğittiler, esneklik ve inisiyatif alma gibi beceriler kazandırdılar. Bu noktada ilginç bir örnek de var kitapta: “Endüstriyel işçi başına düşen robot sayısı ABD’nin iki katından fazla olan Almanya’da endüstriyel otomasyon daha hızlı olduğu halde şirketler mavi yakalı işçileri yeniden eğitmeye özen gösterdiler ve onları teknik, denetleyici veya beyaz yakalı mesleklere kaydırabilmek için çaba sarf ettiler.” Bir diğer deyişle, dijital programları iyi eğitimli işçilerin kullanmasını sağlayarak, örneğin fabrikalarda tasarım ve denetime katkı sunmalarının önü açıldı. Benzer şekilde Japonya’da da hem otomasyon yaygınlaştı hem de çalışanlar için komplike ve iyi maaşlı yeni iş alanları yaratıldı. Teknolojik Devrim ve Pembe Gözlükler Doğru; teknolojik ilerlemeler sayesinde yaşamlarımız çok daha “zengin”, çok daha “konforlu”, çok daha fazla “çoktan seçmeli”. Doğru; teknoloji sayesinde ortalama insan ömrü uzadı, mesafeler kısaldı, yaşam standartlarımız iyileşti; bilgisayar devrimi yaşandı. Ama teknoloji konusunu toz pembe görmeksizin, iktidar ile teknoloji arasındaki geçişkenliğin yeniden ele alınması şart, çünkü ancak bu şekilde teknolojinin bir gözetim aracı olmaktan çıkıp demokratikleşmeye fayda sağlaması mümkün olur. Teknolojiyle birlikte üretkenlik artışının doğurduğu refahın toplumda genele yayılması için, yeni teknolojilerin işçilerin marjinal üretkenliğini artırması ve kazanımların da şirket ile çalışanlar arasında paylaşılması gerekiyor. Yani, bir otomasyona giderek işçi maliyetlerini azaltabilirsiniz, işçilerin topluca işten çıkarılmasına da yol açabilirsiniz, üretim sürecinde yeni görevler yaratarak işçileri daha verimli de kullanabilirsiniz. Dolayısıyla teknoloji refah paylaşımını da sağlayabilir, eşitsizliği de artırabilir. Burada belirleyici olan, teknolojiyi, bilimi, inovasyonları nasıl bir vizyonla kullanacağımız. Bir diğer deyişle, nereye varmak istiyoruz? Bu hedefi izlerken hangi yollardan geçeceğiz? Önümüzde ne tür alternatifler var? Eylemlerimizin artı ve eksilerini nasıl hesaplayacağız? Arap Baharı’nda Facebook ve Twitter üzerinden koordine olan protestocuların bu dijital araçlar sayesinde özgürleşme hareketlerini başlamasından yana mı olacağız, yoksa belirli bir zümreyi güçlendirmek adına sosyal medyayı yanıltıcı bilgilerin aşırılık yanlıları tarafından pompalandığı alanlar haline mi getireceğiz? Yurttaşlarının internette neler görebileceklerini ve kimlerle iletişime geçeceklerini sınırlamak için başlatılan Çin Güvenlik Seddi’nden mi yana olacağız, yoksa daha cesur bir yeni dünya mı kurgulayacağız? Bunun için Acemoğlu ve Johnson tarihsel perspektiften ve 1.000 yıllık insani gelişim sürecinden çok çarpıcı örnekler veriyor ve şunu diyorlar: “Geçmişteki geniş tabanlı refah, otomatik veya garanti edilmiş teknolojik ilerlemenin sonucu değildi… Bugün dünya genelindeki çoğu insan, atalarımızdan daha iyi durumda çünkü daha önceki endüstri toplumlarında vatandaşlar ve işçiler, teknoloji ve iş koşullarıyla ilgili elit yönetim tarafından belirlenen seçeneklere karşı çıktılar, teknik gelişmelerden kaynaklanan kazançları daha adil bir şekilde paylaşma yollarını zorladılar.” “Batmak İçin Çok Büyük” Acemoğlu ve Johnson’ın vardığı bir başka nokta ise, teknolojik gelişimi ilerlemeyle eş tutanlar, aslında bu söylemi topluma dayatma gücü olanlar. Yani toplumu bu yönde ikna edebilen kişiler, örneğin Wall Street bankacılık krizinde bazı bankaların “batmak için çok büyük olduğu” söylemine de herkesi inandıran kesimlerin ta kendisi. Kitapta ayrıca yapay zekâ ve otomasyonun mutlaka iş kaybı ve eşitsizliğe yol açacağı iddiası da tartışmaya açılıyor ve insan-makine işbirliğinin faydalı yönlerine dikkat çekiliyor. “Makine yararlılığı” (machine usefulness) kavramı üzerinden, kâh yapay zekâ kâh makineler ve algoritmalar sayesinde insanların yeteneklerinin geliştirildiği, yeni istihdam alanlarının yaratıldığı, üretkenliğin arttığı ileri sürülüyor. Bu açıdan, örneğin bir mimarın bilgisayar destekli tasarım programına erişimiyle üretkenliği artıyor veya elinin altındaki makinenin tasarımını geliştirdiklerinde insan becerileri yükseliyor. Elbette, yapay zekâ konusunda büyük teknoloji şirketlerinin yaptığı mevcut harcamaların önemli bir kısmının maliyet düşürme odaklı olduğu ve kişileri gözetlemeye yöneldiği de kabul ediliyor. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde yapay zekâ ile birlikte yüksek vasıflı işçi talebinin artacağı ve bu ülkelerin bu açıdan dezavantajlı olacağı ileri sürülüyor. Dolayısıyla yazarlar saf bir teknoloji iyimserliğine de kapılmıyor. Sonuç itibarıyla bu 560 sayfalık kitabın manifestosu bize temel olarak şunu söylüyor: İlerleme iyidir, ama paylaşılan bir refaha hizmet ederse toplumun geneli açısından iyilik doğurur. Teknolojinin gidişatı kontrol altına alınabilir. Teknolojiye dair tüm büyük kararlar, kendi iktidarları ve prestijlerini sağlamlaştırmak isteyen bir avuç teknoloji liderinin eline bırakılmadığında, işçi örgütleri güçlendirildiğinde, teknoloji kararları karşısında emekçi “sesini duyurabildiğinde”, daha işçi dostu teknolojiler için piyasa teşvikleri getirildiğinde, çalışanlar için yeni işler yaratan teknolojiler geliştirildiğinde, teknoloji devrimi mevcut becerileri ve refahı artıran ve demokratikleştiren bir araca da dönüşebilir. Yani insanlık, öncülük ettiği teknoloji devriminde yeniden sürücü koltuğuna oturup denetimi eline almalı, teknoloji devlerinin topluma dayattığı “gelecek” ve “ilerleme” biçimi sorgulanmalı ve “anlatı”nın toplum yararına değişmesiyle birlikte ilerlemeden herkes faydalanır hale gelmeli. Yoksa tarih tekerrürden ibaret kalacak. 
Tüm bunlar biraz da Alman filozof Hegel’in 1807 yılında yayımladığı Tinin Fenomenolojisi kitabındaki o meşhur “Efendi-Köle diyalektiği”ni anımsatıyor. Bu eşitsiz güç ilişkisine göre; tamamen özgür olan Efendi, başkalarının emeğine hükmedip o emeğin meyvelerinden faydalanır. Hayatta kalmaya çalışan Köle ise, özgürlüğünden vazgeçerek Efendi’ye her daim itaat eder ve emekçiliğin getirdiği tüm zorluklara katlanır. Her biri varoluş nedenini ötekinin varoluşuna bağlar. Ama bir süre sonra Köle birçok beceri kazanır ve bu yabancılaşma haliyle başa çıkmak için başkalarıyla işbirliğine gider ve yaptığı işte mükemmeliyete varır. İşte o anda Efendi’nin aslında Köle’ye bağımlı olduğu anlaşılır, çünkü Köle’nin sahip olduğu becerilere Efendi sahip değildir. Bu bir diyalektiktir, ancak günümüzde insan-makine ilişkisi açısından ne şekle bürüneceğini öngörmek için erken. Ama tarihin akışını da bu diyalektiğin yeni dijital çağda ve yapay zekâ devriminde ne yöne evrileceği belirleyecek. Son olarak şunu söylemem gidilen noktayı ve teknolojinin nasıl servet ve gelir eşitsizliğine yol açtığını özetler:Elon Musk, 2023 yılında servetini 108,4 milyar dolar artırarak 254,9 milyar dolara yükseltti. Tehlike büyük. Devletleri idare edenler sermayedarlara halkın efendi olduğunu hatırlatmalı ve servet vergisini ivedi uygulamaya koymalıdırlar.

Güncele dair: Olağanüstü kötü yönetilen bir sürecin sorumluları bulunur, cezası verilir ve dersler alınır.

Açıkçası aklıma gelen ilk şey, "100. yılda, Ankara'da oynanması gereken bir kupanın Riyad'ta ne işi var?" sorusuydu. Gömlek baştan yanlış iliklenmişti.

Yazının Devamı

Bebeğim, Fas tatilin nasıl gidiyor?

"Bebeğim, FAS tatilin nasıl gidiyor? Hava sıcak mı? Neler yapıyorsun?"

"Aşkım şarjım bitmek üzere... Ben seni yarın ararım!"

Bir fenomenimiz kocası olmadan kankalarıyla Fas tatiline gidip bir de üstüne bunu savunununca linç yemiş. Yukarıdaki diyalog da Fas’a ait bir iletişim biçimi olarak yazıldı.

Yazının Devamı