Sivri Dil

Sivri Dil

Asgari ücret artırılmamalı..

ASGARİ ÜCRETE ZAM YAPILMA-MA-LI diyorum ve kendimce nedenlerini aşağı sıralıyorum.

1. Yıllardır uygulanan politika az alana çok zam, çok alana az zam politikasıdır. Maaşı çok olanın çok maaş almasının bir sebebi vardır, nitelikli olması. Böylece niteliksiz iş gücü sürekli değerlenirken nitelikli iş gücü göreceli olarak sürekli değer kaybetmiştir. Sonuçta gelinen noktada gelir dağılımı alt üst olmuş ve herkes fakirlikte eşitlenmiştir. Asgari ücrete ve sadece asgari ücrete şişirilmiş zamlar yapıla yapıla yıllardır çalışan insanlar asgari ücrete düşmüştür. Asgari ücrete sürekli zam politikasına devam etmek ülkede nitelikli iş gücü bırakmamaya zaten başlamışken bunu daha da körükleyerek benzin dökmek olur.

2. Asgari ücreti dolar bazında incelerseniz tarihi rekor seviyede olduğunu görürsünüz. Yani asgari ücret aslında yine göreceli olarak bir şey kaybetmemiş. Öte yandan beyaz yaka asgari ücrete kıyasla sürekli erimiş ve giderek asgari ücrete yaklaşmıştır. Örnek vereyim; ben doktorum ve yıl 2006 asgari ücret net 419,15YTL = 253 USD dir. Aynı yıl stajer öğrenci iken benim maaşım 1500 YTL = 909 USD = 3 Asgarinin biraz üzerinde. 2011 yılı asgari ücret net 658,95 TL = 409 USD aynı yıl aile hekimi doktor 6500 TL = 4000 USD = 10 Asgari 2024 asgari ücret net 17.002 TL = 578 USD aynı yıl aynı yerde aile hekimi doktor 68000 TL = 2140 USD = 4 Asgari

Yazının Devamı

Yumuşama… Her kapıyı ölüm kapar, ölüm açar

Sınıf başkanı edasıyla poz kesen, aslında bir noktadan sonra sevimli de gelmeye başlayan CHP Genel Başkanı Özgür Özel, normalleşme ve yumuşama adı altında sisteme eklemlenmeyi sevmişe benziyor. Gerçi İstanbul’da Ekrem Başkan’dan ayar yiyince biraz kendine geldi. Ve fakat göz önünde olmak, güç sahipleriyle flörtleşme ruhunu okşamış belli. Özgür Başkan’a kızmamak lazım. İktidar çekicidir. İktidara hele uzun yıllardır açsa partiniz ve tabanınız iktidar ve iktidar sahipleri de çekicidir ve imrenilesidir. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda tutuklananları da, askerlik arkadaşı adalet bakanına serbest de bıraktırınca sandığın gücünü de iliklerine kadar hem kendisi, hem de muhatapları hissetmiş olmalı. Yalnız CHP genel başkanının gittiği yol, yol değil. Yıllardır Seferoğulları - Tellioğulları gibi, düşman iki kabile gibi yarışıp, hatta düşmanlık besleyip şimdi hadi yatağa girelim diyemezsiniz. Siz deseniz millet buna izin vermez. Millet size AK Parti’yle ya da iktidarla uzlaşın diye oy vermedi. İktidarı hükümeti hizaya sokun, mümkünse ilk fırsatta erken seçimle devirin siz yönetin diye oy verdi. Sanki milletin tek derdi üç beş tutuklunun serbest kalması, ya da asgari ücret. Memleket yangın yeri. Eğitim göçmüş, yeni müfredat diyerek eğitim öğretimin köküne kibrit suyu dökülmüş, sağlık desen çok fena, zaten adalet sistemi çökmüş, tarım yerlerde sürünüyor, ne alan memnun ne veren. Üstelik memleketin tüm nitelikli evlatları fırsatlarını bulunca hemen dış batı ülkelere kapak atıyor, atamayanlar da atma peşinde. Bizim Özgür Bey normalleşme peşinde. Toplumun sosyal ve ekonomik anlamda daraldığı ve sürekli bir sarkacın içerisinde hapsolduğu bir zeminde toplumun gardını düşürmesi için uygun aparat olarak muhalefete toplumsal algıyı hazırlama görevi biçilmiş gibi duruyor. Olaylar ardı ardına sıralandığında aslında değişen hiçbir şey olmadığını, olanın ise sadece birilerine rollerinin benimsetildiği gerçeğinin ortaya çıkıyor olmasıdır. Yumuşama (detente) siyasi literatürde (dünyada, soğuk savaş dönemiyle birlikte stratejik silahların geliştirilmesiyle başlayan siyasal gerginliğin ortadan kaldırılması siyasası) anlamına gelir. Bir bakıma baltaların toprak altına gömülmesi gibi algılansa da aslında sadece hedeflerin farklılaştırıp farklı yönlere doğru yönelinmesi olarak da okuyabiliriz. Bu durumdan dünya bir fayda görmediği gibi iç siyasette de kimsenin fayda görmeyeceğini geçen heba olan günler göstermektedir. Sadece sürekli ekonominin, halkın yoksullaşmasının perdelendiği bir gündem çarpıtma mühendisliğinden başka bir şey olmadığı gelen ek vergiler, zamlar ve giderek zorlaşan yasam mücadelesinin verileri ortaya koyuyor. Onun için gerçekten bir muhalefet görevi yürütülecekse halkın gündemini içselleştirmek gerekiyor. Yapay gündemlere prim vermemek gerekiyor. Hakkı ve hakikati ortaya koymaktan ödün vermeden bütün yapısal bozukluklara karşı durmak muhalefetin zihnini ve eylemlerini sağlıklı kılacaktır. Anormal, yumuşayarak normalleşmez. Unutmamalı! Ülkede ne normal ki normalleşeceksin. Hangi anormali normalize edeceksin. Yumuşama nedir yahu! Kendinize gelin lütfen. Gençlerin ülkelerinden ve sizden, muhalefetten, siyasetçilerden umudunu kesmesine vesile olmayın. Son söz: Bayramınız bayram olsun. Duayı duaya ekleyerek, bir selama bin selam vererek, bayramımız bayram olsun. Bayramın bayramlığı küçüğün atasına gösterdiği hürmette, güçlünün güçsüze kol kanat gerişinde, sağlıklı olanın hastaya muhabbet ve şefkat ikramında aşikâr olur. Zengin fakiri unutur ve gözetmez ise, haram lokma ile lüksün peşinde koşanlar her yeri işgal ettiyse, liyakat ehlinin eli kolu bağlanır zihnine sansür uygulanırsa, bayramın bayramlığı ziyan olur. Kurban, yaklaşmak anlamına gelir. Belki iletişim kolaylaşmış olabilir ama ruh ve gönül olarak uzak düşmüş insanlığın yakınlaşması için bir vesiledir. Irakları yakın etmektir. Bir yönüyle de kefarettir. Çağın üzerimize boca ettiği onca fenalıktan temizlenebilmek için bir vesiledir.

Bütün bu karmaşanın içerisinde insanın kendini bulması adına, gelmiş olan Kurban Bayramı’nın bolluk bereket, huzur ve her türlü hayra vesile olmasını diliyorum. Hoşça bakın zatınıza… Aforizma: Aşırı incelik yetersiz canlılığın göstergesidir; sanatta, aşkta ve her şeyde. Tadımlık: Bin dönem geçti sofra aşk ve ölüm özeti Evrim gelişim devrim gerçekte ne değişti Savaş ve barış hep aşan takati Bir zaman iğnecisi kurcalayan saati Bir toz zerresi Durdurur zembereği Ufacık bir taş kırar dişi en nefis bir yemekte Ve toplar asırlık sofrayı kara bir haber birdenbire En güneşli günde ayrılır yollar Aşk çiçeğini olgunlaşmadan yiyen bin kurt var Her kapıyı ölüm kapar ölüm açar”

(Sezai Karakoç) Not 1: Seksen yaşındaki küçük kardeş, ablasının bakışlarında sanki maziyi seyrediyor. “Aç kaldık. Açık kaldık. Başımızın üstünde bir dam olmadı. Velakin bir gün kırmadık birbirimizi. Malın ardına düşmedik. Yokluğumuzu bölüştük. Olaydı paramız pulumuz, onu da bölüşürdük.” Biri hariç ötekiler kahkahalarla gülüyorken geveze olanı şamata şenlik bağıra bağıra itiraz ediyor: “En kolay bölüşülen yokluktur. Olaydı fındık bahçeleriniz, çaylıklarınız... Bakalım neyi ne kadar paylaşırdınız?” Not 2: Ben denizleri avlıyorum sonsuz ağlarla/ Aşk yordamıyla yürürüm tenhalarda/ Ayrılık bir put/ devrilir/ Karabasan mümbit toprağı nasıl şehvetle devirirse/ İşte öyle. (Mürsel Sönmez) Not 3: İKTİSAT bilimi için, üniversite okumak bence illa şart değil. Üniversite okumadan da, iyi bir İKTİSATÇI olunabilir. Türkiye'de, profesör olup da, hala İKTİSAT bilmeyenler var. Mezun olması ezberle mümkündür. Ama, anlamak çok zordur. Not 4: YURTDIŞI ÇIKIŞ HARCI, zenginin vergilendirilmesidir. Bu açıdan destekliyorum. Ayrıca, bu vergiler daha hiçbir şey. BÜTÇE AÇIĞI devasa seviyelerde. Her şeye ama her şeye vergi gelmek zorunda. Not 5: Buğday, çay gibi ürünlerin taban fiyatı yüksek açıklanırsa enflasyon daha da çıldırmaz mı? Amcam asgari ücretten borçlanarak 3.600 gün ile emekli oldu şimdi devlet bize para vermiyor diye yakınıyor. Bu prime bu maaş bile fazla matematik tutmuyor diyorum anlamıyor. Not 6: Nasrettin Hoca eşeğine hiç yem vermemiş. Komşuları sorduğunda açlığa alıştırıyorum demiş. Eşek açlıktan ölmüş soranlara azıcık dayansa açlığa alışacaktı demiş. Not 7: Çalışanların neredeyse yarısının asgari ücretle çalışması en büyük ayıp. Asgari ücret yeni işe girenlere belki 6 ay, bilemediniz 1 yıl verilmesi gereken, ya da geçici, part-time çalışanlara teklif edilmesi uygun olan bir ücret kanımca. Bu durumda asıl olan asgari ücretin artırılması değil çalışanların asgari ücretin üzerinde bir ücret talep etmeleridir. Not 8: Yapısal reformlar. Onlar yapılmadan bu kaostan çıkamayız. Dolayısıyla çıkamayacağız bu cendereden. Gelenler ya da gelmesi beklenenler umarım yapar. Ve fakat umudum yok. Not 9: Ölmeden önce Mehmet Ali Birand demişti ki; "Türkiye Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir." Ve Türkiye'yi Türklere bırakmadılar. İsmet Özel Not 10: Sevildiğin yere sık gitme itibarın zedelenir. Not 11: Aslına bakarsanız geçen şey “günler” değildir. Söylemler tahmin edemediğimiz bir hızla geçiyor ve buna karşı hiçbir şey yapamıyoruz. Çünkü modernleşmeden etkilenen her şey, zihnimiz bile paramparçadır. İsmet Özel, 6 Zilhicce 1445 (12 Haziran 2024)

Yazının Devamı

İçmek istiyorum...

İçmek istiyorum Kana kana içmek istiyorum Aksın damarlarımda hüzün verici maddenin her bir zerresi Ateş suyu yaksın bedenimin her hücresini Öldürsün beynimin üçte ikisini Düşünemez olayım Bitsin entelektüel esaretim Sığınayım cehaletin mutluluğuna Kurtulayım esaretinden Gece gündüz şakaklarımı zonklatan devrim ateşinin adalet özgürlük kardeşlik vaat eden kıvılcımlarından.. Uzun bir yolculuk özlüyor içim nasılsa Programlanmış geri dönmemeye.. Her his geçmez bilirsin. Zaten ne anlam ifade eder ki özgürlük Ekmeğe muhtaç olanlara Adalete ihtiyaç mı duyarlar ihtiras ateşinde yananlar Neylesin Tanrı diye paraya tapanlar eşitliği kardeşliği Hele sevgiye aç olanlar ne yapsın özgürlüğü Gözü doymaz, gönlü açların dünyasında Biz bırakalım o zaman kendi kaderine zamanı Hürriyet de kalsın entelektüellerin ekmeği olarak geleceğe miras Elbet bir gün yakacaklardır isyan ateşini geleceğin çocukları.. Bu köşemizi çağdaş Türk şairi Mustafa Akgül’ün etkileyici bir şiirine ayırdık. Kalemine, yüreğine sağlık. Bu arada bayram geldi çattı. Zaman su misali. Bayram, paylaşma ve dayanışmanın en diri yaşandığı zamanlardır. Bayram, ümmetin vahdetinin en sarih günlerinden biridir. Bugün İslam coğrafyası Kurban Bayramı’na hazırlanırken milyonlarca Müslüman bu vesile ile hacı olmaya niyet ederek kurban olarak neyi keseceğini planlarken Müslüman kardeşleri ise her gün azar azar kurban edilmeye devam ediyor. Bugün yine bayrammış / Şeker dağıtıyormuş çocuklara uçaklar / Hangi uçak masumdur İsrail’den kalkan, hangi uçak / Umut olur insanlığa / Alıyor şimdilerde şekerler / Şehadet şerbetinin yerini / Bir bayram gününde… Bayram gelmiş! Kurban Bayramınız mübarek olsun o vakit. Rabbim kestiğiniz kurbanları O’na kurban olmanıza vesile kılsın. “Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan ancak sizin O'nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah'ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir. İyilik yapanlara müjde et.” (Hac Suresi, 37. Ayet) Son söz: Bazı şeyler o kadar güzeldir ki seni tüketiyor olsalar da onlardan kurtulamazsın.. Uyarı: Trafikte küçük hata yoktur. Sana göre küçük hata başkasının hayatına mal olabilir. Sollamanın yasak olduğu yerden sollanmaz. ‘Gideceğim yer hemen şuracık’ denmez, ‘Bir an dalmışım’ gibi bir savunma olamaz. Bu ve benzeri ‘ama’ ile başlayan her savunma sizin, sevdiklerinizin veyahut başkalarının hakkını gasp etmek ya da canına kastetmekle sonuçlanabilir. Dikkatini çabuk toplayabilen ve uzun süre aynı noktada tutan bir millet değiliz. Yolda canınız sıkılıyor olabilir, bu demek değil ki al telefonu eline oyna, sosyal medyada gez! Yoldayken yola bakacaksın! Cep telefonu ile varınca, evde oynarsınız. Bir önemli konu da ‘çöpler.’ Camdan yola atılan ya da mola yerinde bırakılan her çöp başka araçların güvenliğini tehlikeye düşürüyor. Biraz medeniyet lütfen! Çöpünü araçta biriktirip, çöp kutusuna atmak zor değil. Aforizma1: Esnaf kendi lahmacunu tatmadan ölmezmiş. Aforizma2: şımarma, akşamı olan bir günsün sen! Aforizma3: Genetik miras kaderdir. Aforizma4: Evlat yetir; ömrünü yitir, aklını yitir... Tadımlık: Bir gün akşam olur biz de gideriz; Kalır dudaklarda şarkımız bizim. Benden söylemesi: Verilen cevap “yapılan her şey usulüne uygundur” ise ortada mutlaka “esasa aykırı” bir şey vardır. Yanlış yaygınlaşırsa doğru doğru yanlış olur. Hatırlatma: Kalkınmaya hizmet etmeyen eğitim harcaması israftır. Taşıma dolarla artan döviz rezervi kalıcı olmaz. Kulağa küpe: Fahriye Evcen çifti yeni 15 milyon TL’lik aracıyla caka satmışlar poz vermişler caddelere çıkmışlar, bir asgari ücret kadar vergi ödemediklerine eminim, bir ortalama çalışan kadar vergi ödemediklerine eminim. Sonra vergide adalet hadi canım sende. Adalet ne zaman olmuş ki . Adalet, ahlak orta sınıfı zaptetmek için üretilmiş kavramlar.

Bir de bu ne görgüsüzlük yahu, az biraz parayı bulan, az biraz halk tarafından şımarılıp şöhretin koltuğuna oturan az biraz siyasi olarak bir partide yer alıp bir yerlere gelen ya da siyasiler sayesinde atanan koltuk kapan belli bir mevkiye sahip olan herkes halkın şu yoksulluk çektiği dönemde ekmeğe muhtaç olduğu dönemde peynir alamadığı dönemde etin lüks olduğu bir dönemde 15 milyon TL’lik araçla poz vermeyi kendisinde nasıl hak görüyor. Burada şunu da diyemez para benim harcarım hayır kardeşim para senin değil zaten de haksız kazanç hepsi büyük ihtimal kara para aklama ya da vergisi ödenmemiş haksız kazanç her şekilde haksız kazanç o. Hadi hak ettinse bile o para seninse bile ya; bunu gösteremezsin kardeşim, yok öyle bir dünya. Halk yokluk içerisinde iken para benimki; o paranın da nasıl kazanıldığı meçhul belli değil, ayrıca vergisiz kazanç haramdır; bunu yanı sıra muhtemelen 15. yüzyılda gelsen acından öldürdün yani muhtemelen ne olacaktı en fazla yeniçerilerin Azaplar kısmında olurdun önde bir savaşta ölür giderdin. Yani böyle bir dünya var mı ya para benim deyip işin içinden sıyrılmak. Gösteremezsin kardeşim insanlar sabahtan akşama kadar karnını doyurmak için çalışacak buna rağmen kirasını zor ödeyecek, ev alma araba alma hayalleri bitmiş evlenemiyor evlense çocuk yapamıyor, çocuk yapsa bir yapıyor o bir çocuğu da nasıl büyüteceğim diye şah damarı çatlıyor. Ondan sonra sen bana diyeceksin ki göster. Gösteremezsin kardeşim eğer devlet devletse senin boğazına çöker kuruşuna kadar o vergiyi alır. Bir de ben olayım devletin yerinde ya, devletin bir gün bir yönetme fırsatım olsa yani karar merciinde yönetme fırsatım olsa, yani öyle ev yani ebem yok, vali yok, kaymakam yok, belediye başkanı falan değil. Bunlar değil, milletvekili değil, bir devlet başkanı olarak yönetme fırsatım olsa gösteriş vergisi diye bir şey koyarım, ya gösteriş vergisi servet vergisini getiririm. Böyle bir şey olabilir mi ya yani hasbelkader bu çağın getirdiği bazı imkanlarla şartlarla bir yerlere gelmişsiniz; yani medya var, televizyon var, internet var. Yahu siz 17’nci yüzyılda yaşasaydınız ne iş yapacaktınız ya acınızdan öldürdünüz ya Allah lütfetmiş böyle bir çağda dünyaya gelmişsiniz yaptığınız iş hiçbir katma değer üretmiyor. İnsanları tabii rica ise geçici olarak eğlendirmek dışında hiçbir fonksiyonunuz yok. Hiçbir üretim faaliyetiniz yok. Somut hiçbir katkınız yok. Ama buna rağmen krallar gibi yaşıyorsunuz bir de utanmadan bunu halkın içine gözünün içine sokuyorsunuz vergi kaçırıyorsunuz! Yahu bu nasıl edepsizliktir. Not 1: Soğuk kâğıtlarım özlüyor seni. Ne yazarım ki ışıksız, sensiz? Boğuk harflerim bekliyor seni. Geri getirecek misin ellerimi? Kırık sözcüklerim özlüyor seni. Ne yazarım ki elsiz, sessiz? Yıkık tümcelerim bekliyor seni. Not 2: Sık dişini, yılma sakın, vazgeçme bu umuttan Elbet bir gün insanlar hasretle kenetlenir Gör işte o zaman, devranını küskün dünyanın Bilinmedik cemrelerle bak nasıl çiçeklenir. Not 3: Garip bir sessizlik var. Bilmiyorum herkes mi böyle hissediyor ya da sadece bu durum benim için mi geçerli ama tuhaf bir durgunluk ve değişik bir sessizlik var memlekette. Yani şöyle de düşünebilirim aslında; uzunca bir zamandır pek çok açıdan yaşadığımız yoğun gündem ve gürültüden çıkmış olmanın verdiği bir hâl de olabilir bu. Sanki şimdiye kadar herkes, her şey için çok fazla konuştu hatta söylememesi gereken çok şeyi bile söyledi de geriye neredeyse hiçbir şey kalmadı gibi. Konuşmak istese de konuşacaklarını tüketti ya da kimsenin kimseyi dinlemeye tahammülü bile kalmadı. Bilmiyorum öyle mi ama ben tam olarak böyle bir durum hissediyorum. Sessizliğin ve sükûnetin güzel olduğuna inananlardanım aslında. Ama bu işte bir gariplik var. Bu susmak, sessiz olmak ya da sükûnet değil. İllaki bir isim bulacaksak bana daha çok atalet gibi geliyor. Bir boş vermişlik, umursamazlık durumu sanki. Özellikle son seçimlerden sonra -taraf düşünmeden ve ülkedeki herkesi kastederek söylüyorum- herkeste bir durgunluk var ki bence “durgunluk” bu durum için hafif ve insaflı bir kelime. Vazgeçmiş gibi insanlar.

Her ne yapıyorsa ondan vazgeçmiş gibi. Yeteri kadarını ve mecburen yapar bir hâli var herkesin. Ve bu durum sadece bir yerde ya da sadece birilerinde de değil. Nereye gitsek, kiminle konuşsak hep böyle ya da bana denk geliyor, bilemiyorum. Bunun ne veya neden olduğunu açıklayacak pek çok cümle kurabilirim aslında. Bir kısım insan umudunu kaybetti diyebilirim, bir kısmı da maksadını kaybetti ya da amacına ulaştı da derdini kaybetti ama bunların hepsinin dışında, bir kısım insan kendini kaybetti gibi geliyor bana. Hissiz, tepkisiz ve sessiz kalıyor bazıları ve sanırım bunu bile isteye yapıyorlar. “Aman artık ne olursa olsun” cümlesini duymasam da pek çok kişinin yüzünde görebiliyorum bu cümleyi. Korkutucu da bir şey bu aslında. Çünkü standardında devam eden bir ülke ve bir hayat kimseyi rahatsız etmiyor. Oysa bence standart sorunludur. Aykırı sesler ve ayrı renkler arar insan ve onlarla doğan hareket neticede bir fayda sağlar. Başaramasanız da denedik dersiniz. Evet, doğru yer burası bence; başarmak meselesine o kadar çok takıldık ki ve o kadar çok önemsedik ki; denemek denen durumun kıymetini unuttuk ve sonuçta da denemekten yani belki de gayret etmekten vazgeçtik. Not 4: İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Cemil Tugay’ın, yerel seçimler öncesi söz verdiği Yapay Zekâ ve Akıllı Şehirler Müdürlüğü, belediye iştiraki İzmir İnovasyon ve Teknoloji A.Ş. bünyesinde kuruldu. Tugay; “Yeni birim akıllı teknolojiler yardımıyla İzmir'i daha yaşanabilir ve sürdürülebilir bir kente dönüştürme misyonuyla çalışacak” dedi. Yapay Zeka ve Akıllı Şehirler Müdürlüğü, öncelikle akıllı ulaşım sistemleri için çalışacak. Trafik yönetimi ve toplu taşıma hizmetlerinin optimizasyonu ile kentteki ulaşım sorunlarının azaltılması öncelikli hedef olacak. Birincisi verilen sözün yerine getirilmesi güzel bir şey... İkincisi bu birimin öncü ve örnek işler yapmasını dilerim. Dilerim kağıt üstünde değil; hayatın içinde de bu uygulamaların faydalarını görürüz. Not 5: Yalnız kalabilme kabiliyetimiz, çocukluk çağımızda, 'yanımızda olmasalar da içimizde olmaya devam eden' ilgili ve müşfik ebeveynler sayesinde oluşuyor. Bu güvenlik duygusuyla büyüyen çocuk, yetişkin hayatında yalnızlıktan korkmuyor. Not 6: Elbet bir gün insanlar hasretle kenetlenir/ Buluşurlar bir kuş ağacının dalında. Not 7: Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,/Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye.. Not 8: Yol uzun, yorgunluk verir, usanıp bırakırsın./ Gönlün geçer, vazgeçersin./ Böyle gitmez./ Gitmez bu böyle, bu böyle yürümez!/ Bir gün/ Durulur bu çalkantı, doğarsın güneşe. Not 9: ABD dahil tüm batı bloğunun Çin arabalarına ve mallarına getirdikleri ek gümrük vergisine Türkiye olarak bizim de iştirak etmemiz, muhtemelen dış politikada eksen değişikliğine işaret olmakta, Avrasya bloğundan Batı bloğuna tekrar dönüş olarak okunabilir. Büyük ihtimal Rusya ile ilişkilerimiz de eski içtenlikten ve yoğunluktan uzak kalacak. Bunun neticesinde ülkeye batıdan döviz ve sermaye girişi devam edecek. Sıcak paranın ardından yavaş yavaş soğuk para ya da doğrudan sermaye yatırımları akacak. 2003-2007 gibi bir Lale devri olmasa da Fetret devrinden çıkacağız yüksek olasılıkla. Not 10: Seni dağladılar değil mi kalbim, Her yanın, içi su dolu kabarcık. Not 11: ‘Boynunda duran elmas kolyeyi aramak için odadan odaya koşturup duruyorsun.’ Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî Not 12: İngiltere-Amerika ilişkileri bilinenin aksine 1773te Hürriyetin Çocukları olarak nam salmış bir grup vatansever Amerikalının Boston’da 3 İngiliz gemisini basarak 342 kasa çayı denize döktüğü ”Boston Çay Partisi”den beri inişli çıkışkıdır. Günümüzde “Çay Partisi” yeniden kuruldu. Benim ruh dünyamda İngiltere ABD ilişkisi gibi. İnişli çıkışlı.. Not 13: Ben bundan sonra Meral Akşener’in son bir buçuk yılda, salt rasyonel siyasi çıkar kaygısıyla hareket ettiğine pek inanmıyorum. Genel başkanlıktan ayrıldıktan hemen sonra soluğu öncesinde çok muhalif olduğu imajı çizdiği Erdoğan’ın yanında alıyorsa, o kişinin öncesinde de gerçekten ne kadar muhalif olduğu sorgulanır. Nitekim bu dile getirdiğim şüpheler sadece bana ait de değil.

Yazının Devamı

Çin’e gelen ek gümrük vergileri…

ABD dahil tüm Batı bloğunun Çin arabalarına ve mallarına getirdikleri ek gümrük vergisine Türkiye olarak bizim de iştirak etmemiz, muhtemelen dış politikada eksen değişikliğine işaret olmakta, Avrasya bloğundan Batı bloğuna tekrar dönüş olarak okunabilir. İç siyasette MHP- AK Parti ittifakı bitebilir eksen dönüşü neticesinde. Başkan Erdoğan’ın tüm hamleleri MHP ile biten ittifak sonucunda yanına çekebilecekleri ile sürdüğü pazarlık. Akşener’le olan görüşme de sınıf başkanı edasıyla gezen Özgür Özel ile diyaloğu da, hepsi yeni eksen yürüyüşünde destek bulma faaliyetleri. Büyük ihtimal Rusya ile ilişkilerimiz de eski içtenlikten ve yoğunluktan uzak kalacak. Bunun neticesinde ülkeye batıdan döviz ve sermaye girişi devam edecek. Sıcak paranın ardından yavaş yavaş soğuk para ya da doğrudan sermaye yatırımları akacak. 2003-2007 gibi bir Lale devri olmasa da Fetret devrinden çıkacağız yüksek olasılıkla. Özetlersek dövizde aşağı sarkma baskısı devam edecek, enflasyon istenilen seviyeye gelmese de düşecek, biraz canımız yanacak ama 2026 yılına biraz rahatlamış olarak gireceğiz. Eğer CHP-AK Parti yakınlaşması ve yumuşama ortamı devam ederse 2027 ve 2028 yılları Türkiye’nin son 10 yıldaki en rahat yılları olabilir, tabii bir Çin, ABD veya Rus, Avrupa harbi kopmazsa. Doğu-Batı çekişmesinin ekmeğini bir süre yemeye devam edeceğiz. Umarım bu arada yapay zekâ çağının dinamiklerini yakalayıp gelişmiş ülkelere bir nebze yaklaşırız. Son söz: Gelemeyeceğiz kendimize. Arada doğrulacağız ama kendimize gelemeyeceğiz. Aşk sarsacak bazen, ruhumuzu alevlendirecek sonra o da sıradanlaşınca yine mum gibi erimeye, çıra gibi yanmaya başlayacağız. Ta ki bir sonraki heyecana ya da ölüme kadar. Bazı şeyler o kadar güzeldir ki seni tüketiyor olsalar da onlardan kurtulamazsın. Tadımlık: ''ben sende yaşıyorum, sen bende hüküm sürmektesin.'' Cahit Sıtkı Tarancı Kulağa küpe: “Gönlümde simsiyah ve çok ağır bir his ile yaşadım.” Ahmet Hamdi Tanpınar Not 1: Borç, suçluluk hissi yaratıyor ve geri ödemezseniz bu sizin suçunuz. Bankalar bizi tahrip ediyor ama bir yandan da çok ahlaklılar. Sömürülen olma günahınızdan dolayı bağış dilemek size düşüyor. (P. SOLLERS / Güzellik) Not 2: Mevcut derin devletin derinliği kalmamıştır; her şeyiyle ortadadır! Yapının bir numarası Erdoğan, iki numarası Bahçeli’dir. Şimdi bir numara, iki numarayı sırtından atmak istiyor. İki numara da “yok öyle yağma, beni diğer kavga ettiklerinle karıştırma” diyor. Not 3: İngilizce ile arası iyi olan bir millet değiliz. Amenna. Bunun en önemli sebebi İngilizce’nin Türkçe'ye yapı olarak çok uzak olması. Kendi berbat eğitim sistemimiz de önemli faktör. Fakat gönül rahatlığıyla şunu söyleyeyim; Ruslar, Çinliler, Koreliler, Japonlar ve Meksikalılardan iyiyiz. Not 4: Rekabetçi kur diye bir şey var mı? Bence TR için yok çünkü ihracatımızın %70-80'i ithalata dayalı. Kur alıp başını giderse bu sanayi yapısıyla cari fazla sadece 6 ay veya 1 yıllığına veririz. Sonra yine cari açık. 2001 krizi sonrası bunu yaşadık. %100 devalüasyon olmuştu. Not 5: Utanmayı kendinde katletmeyen her insan utanılacak duruma düşmekten ve utandırılmaktan korkar, çekinir. Utanabilen utanmayanının utancını üstlenir. Başkasının adına da utanır insan. Ama Türkiye'de utanmazlık kültürleştiriliyor. Not 6: Oral kültürlerde kültürün odağı oralite oluyor. Toplantılarda, tartışmalarda yiyerek, içerek, konuşarak meşgul ediliyor. Haz da bu kültürlerde oralite üzerinden yaşanıyor. Yemekler, davetler… Cennetin sınırsız yenilip içilen ve bolca da seksin olduğu yer olarak kurgulanması tesadüf değil. Sadece oralite ve seks üzerinden hazzın yaşanması… Not 7: Yoksulluğun olduğu ailelerde zamanı boşa geçirmek ideal bir durum değil. Keyif yapmak zamanı boşa geçirip bundan da zevk almak, zamanı böyle yaşadığı için de suçluluk duymamasıdır galiba. İşte kaynakların sınırlı olduğu durumda zaman bu sınırı genişletmek, zorlamak ve yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanılmak zorunda. Hâlbuki ilk insanın hayatında iş yok. Tarımın gelişmesiyle iş başlıyor. Yani iş doğada olmayan kültürle kurulan şey.

Tanrı cennette tembellik vadediyor. Yiyip, içip, yatıp, seks yapmak… Yani tembellik en normalimiz. Tembelliğin çok kötü sayılması, tembelliğe yapılan haksızlık adeta. İşte bu normalde haz, keyif, arzu, eğlence öne çıkıyor. Eğlenmek, oynaşmak zamanın öldürülmesi yani zamanı boşa geçirmek demek. Dans etmek, davul çalmak avarelerin işi yani. Duran topa vurmak giden topun ardından koşmak yakalayıp gene vurmak. Saçma, aptalca… Ama hazzı katınca saçma zevk oluyor ve çok anlamlanıyor da. Not 8: İlk insanlar avcı ve toplayıcıydı. O dönemde sürpriz, macera ve beklenmedik olaylar istenmeyen şeylerdi. Yemek için domuz avına giden avcının veya ot ve meyve toplamaya giden birinin aslan ya da mamutla karşılaşması sevindirici değildi. Olaylar ve etkinlikler (event) ilk insanlar için eğlenceli değil, heyecanlı, ürkütücü ve çoğu zaman ölümcül facialardı. İnsanların heyecan yaşamaları bir olaya ya da etkinliğe bağlı değildi; uyurken bile vahşi hayvanlara yem olabiliyorlardı. Kısacası, macera ve heyecan istenilen değil, kaçınılan şeylerdi. Not 9: İlk insanların hayat bayağı maceralı. İlk insanlar avlanmayı bilmiyorlar ve etle beslenmeleri de leş yiyerek başlamış. O zamanlar insan, etle beslenen vahşi hayvanların besin deposu. İnsan olmak bayağı ürkütücü yani. Besin zincirinin en zayıf halkası. Hayvanlara bakarak avlanmayı öğrendikleri tahmin ediliyor. Avlanma teknikleriyle aletler kullanmayı ve silahlar geliştirmeyi öğreniyorlar. Ateşi kullanmak, ateşi terbiye etmek insana büyük avantaj sağlıyor. Kültür değdiğimiz şey ateşin silah olarak kullanılmasıyla başlıyor. Not 10: Mitolojide Prometheus ateşi tanrılardan çalarak insanlara veriyor. Bu suçtan ötürü de Zeus tarafından cezalandırılıyor. Kültür ateşin kontrolüyle ve insana verebileceği zararı engellemeye başlayınca ivme kazanıyor ve insanı hayvanlar karşısında avantajlı hale getiriyor. Ama zamanla ateşli silahlar geliştiren insana zarar veriyor ve yok ediyor. Buharlı makine icat edildiğinde ateş kullanılıyor. Ama bu yeraltı ormanlarının (kömür) yok edilmesi doğanın geri dönülmez biçimde kirlenmesini getiriyor. Not 11: Toprağın işlenmesi avcılığa gereksinimi azalıyor. Ayrıca insan yiyeceği hayvanları evcilleştirerek, besleyerek avcılığa, kontrol edilemez olana, biraz da şansa olan bağımlılığını azaltıyor. Dağ taş dolanıp hayvan avlamak yerine av hayvanlarını evinde besliyor. İlkel olan ama bu değişimle insanın içinde de değişmiyor. Avcılık spor olarak eğlence dünyamıza katıldı. Yarışmalarda bu ilk insanın avlanma, av, avını izleme ve yenme istekleri gideriliyor. Karanlıkta bazı avcı hayvanlar insandan çok daha iyi gördüklerinden insan karanlıkta kolay av… Karanlıktan hâlâ korkmanın tarihi çok gerilere dayanıyor. Bugün çok saçma olan karanlıktan korkmanın insanın geçmişinde bir karşılığı var. Bilinçötesi bir hafızadır. Bilinçötesi geçmişte yaşananları ve bu yaşananın bıraktığı izi de depolar. Yani bilinçötesi bilincin değişme hızına ayak uydurmaz. Not 12: İnsanın sürekli ateş üzerinde oturması, sürekli etrafını kolaçan etmesi, vahşi hayvanlardan korkması. Mitolojide ilk tanrıların da hayvanlar olması şaşırtıcı değil yani. İnsan korktuğuna saygı da duyuyor. Saygı ve korku iç içe. Otoriteyi, tanrıyı, babayı, devleti seviyor muyuz yoksa korkuyor muyuz çok da belirgin değil. Not 13: Türkiye’den konuklarımız geldi. Akşamları, beş yarışmacının katıldığı ve her gün birinin yemek pişirdiği bu programı heyecanla izliyoruz. Konuklarımız çok bilgili insanlar ve kafalarını dağıtmak için saatlerce bu programı izliyorlar. İnsan, bu kadar değerli bir organı, yani kafayı neden dağıtır ki? 'Eğleniyoruz' diyorlar. Gerçekten eğleniyorlar. Yarışmacıların birbirini acımasızca aşağılaması, sadomazoşist hazzın bu kadar yoğun yaşanmasına katkıda bulunuyor. Aşağılanmayı/acısını her insan biraz bilir. Uzağımızda, bize zararı dokunmayan aşağılamaların izleyici olmak. Televizyondaki yarışmacılara itiraz etmeleri, diyaloğa girmeleri. Programı izlemiyorlar, adeta yaşıyorlar. 'Yaşıyorlar' diyorum, çünkü duygusal olarak katılıyorlar. Tuttukları, taraf oldukları yarışmacılar var.

Hasedin ve kıskançlığın bu kadar rahat ve ulu orta sergilenmesi hayret verici. Utanılması gereken hallerden utanılmıyor ve hiçbir şey olmuyor. Utanmayı kendinde katletmeyen her insan utanılacak duruma düşmekten ve utandırılmaktan korkar, çekinir. Utanabilen, utanmayanın utancını üstlenir. Başkasının adına da utanır insan. Utanmazlık, ahlaksızlık, suç bilincinin oluşmasını engelleme. Programların format bu galiba. Kültür kuramlarında suç ve arlanma kültürü ayrımı var. Bizim kültürümüz utanma kültürü. İnsanlar arası ilişkiler, sınırlar, eğitim utanma (saygı, şeref, namus, paylaşma) konseptleri üzerinden regüle ediliyor. Son yıllarda utanma ortadan kalktı. Hırsızlık, arsızlık, haksızlık, rüşvet, torpil ayıp değil ve bu eylemelerin hukuksal, kamusal ve toplumsal negatif bir sonucu da yok. İşte bu utanmazlık hali toplumda çok yaygın ve olağan. Not 14: Arlanma kültürlerinde utanma yok olunca, insani değerlerin ve birlikte yaşayabilmenin koşulları da yok oluyor. Bu ve benzeri programlarla utanmamanın yolu açılıyor. Utanmazlık kültürleştiriliyor. Bu tür kendi içinde sansasyonlar yaratarak oluşturulan formatlar programlar ilerledikçe katılımcılar ve seyirciler daha da aptallaştırılıyor. Ne kadar aptalca o kadar izleyici. Televizyonlarda hırsızların gözümüzün içine bakarak konuşmaları, izleyenlerin utanmasına sebep oluyor. Yalan söylemenin yüz kızartıcı olmaması, haksızlıkların hukuksuzların espri konusu yapılması televizyonların konusu. Yarışma programı. Not 15: Bir yerlerde okumuştum. Neoliberalizm rekabeti bir erdem gibi sunmayı ve bunu kabul ettirmeyi başarabiliyor. Sosyalleşme rekabet ve dayanışmayı öğrenme sanatıdır ama son yıllarda dayanışma unutulmuş durumda ve bu durum toplumun zombileşmesine yol açıyor. Rekabet ve rekabetin getirdiği kazanma, yenme isteği empatiyi yok ediyor. Empati kişinin kendisini rakibinin yerine de koymasını, perspektif değiştirmesini de beraberinden getirdiğinden insanlaşmaya/yumuşamaya ve böylece de yenilmeye yol açabiliyor. Not 16: Rekabette empati de unutuluyor. Okulda not istemi üzerinden, ‘kim daha biliyor, kim daha akıllı’ üzerinden rekabet ederken, yarışırken insan dayanışmayı da öğrenir. Yemeğini okula getirmeyi unutan arkadaşınızla yemeğinizi paylaşırsınız. Yağmurlu bir havada şemsiyenizin altında bir arkadaşınızın da durmasına izin veririsiniz. Ders notlarınızı gösterirsiniz. İşte son yıllarda bu dayanışma sürekli saldırıya uğruyor. Dayanışma aptallık, kullanılma/uyanıklık üzerinden tanımlanıyor. Sosyal medyada, televizyonlarda rekabet üzerine kurulu yarışmacıların saldırgan olduğu programlar var. Aşıklar bayramında yapılan atışmalarda ‘ayak’ çok önemlidir. Burada ayak atışmanın konusu anlamına gelir. Zuhal Topal durum sakinleşince yarışmalara kapışmaları için arada bir yeni ayak veriyor. Rekabet, yani aşağılama, saldırganlık yeniden kızışıyor. Not 17: Bu programdaki her yarışmacı aynı zamanda jürinin bir üyesi. Yani yarışan kişi aynı zamanda puan da veriyor. Birbirlerine karşı acımasızlar. Para ve ün için, yani narsistik bir teşhircilik üzerine kurulu bir format. Yoksul yarışmacılar, filmlerde gördükleri burjuva tavırlarıyla konuşuyorlar. Hepsi, çeşitli ülkelerin mutfağını tanıyan uzmanlar gibi davranıyor. İnsanın ikiyüzlülüğü ve faydacılığı, yani olumsuz özelliklerinin çekici kılındığı bir format bu. Görgüsüzlüğün iticiliği ve çekiciliği... Programda kendini inkâr eden, kendinden kaçan yarışmacıların itici olmaları, ama programı çekici yapan da belki bu iticilik. Televizyon programları, insanların duygusal ve psikolojik yönlerini keşfetmek ve kendilerini ifade etmek için bir araç haline geldi. Bu tür programlar, insanın temel dürtülerini ve zayıflıklarını gözler önüne sererken, aynı zamanda izleyicilere bir tür rahatlama ve kaçış sağlıyor. Bu yüzden, konuklarımız gibi insanlar bu programları izleyerek eğleniyor ve kafalarını dağıtıyorlar. Not 18:Günümüzde görgüsüzlüğü bile görgüsüzleştiriyorlar. Görgüsüzlüğün sevimli ve masum bir yanı vardı. Bunu iyi bilirim çünkü benim edindiğim görgü, kentle, metropole ve yaşadığım hayata uyum sağlamak için yetersizdi.

Yazının Devamı

Gitsinler…

Bir zaman sonra; Şiirler seni yazar şarkılar seni anlatır gibi olursun Vuslata erenler onlar bu hikâyenin dışında şanslıdır... Senin masanda Müslüm baba ile Cemal Süreya ile oturursun ve başlar baba konuşmaya “Ah özledim" ve diğer taraftan da Süreya şöyle der;

"Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler...” Son söz: LGS, TYT ve AYT (lise ve üniversite geçiş imtihanları) sıralamalarının lig sıralamasından farkı olmayacak muhtemelen. Üstte elit % 2 lik bir grup, orta inek karnı gibi geniş, alt ortaya yakın fena. Elitler hariç sıralama averajla (yaş, not ortalaması, boy, güzellik vb.) belirlenecek. Not 1: Mayıs 2023 yenilgisinden sonra siyasi muhalefet dağıldı. Birlikte hareket etmenin fayda etmediğini düşünen siyasi partiler kendi kabuklarına çekildiler ve halkın kantarında ne kadar çekeceklerini görmek istediler. Ancak partilerin bu tavrına itibar etmeyen muhalefet seçmenleri, iktidar karşısında bir güçlü bir merkeze sahip olunması gerektiğini düşündüler. Seçmenlerin tabanda birliği korumaları ve Cumhur İttifakı’na karşı CHP şemsiyesi altında toplanmaları, partilerinden bağımsız davranan seçmen sayısının arttığına işaret ediyor. Seçmenin parti bağımlılığının azalması, muhtemelen gelecek seçimlerde de en belirleyici faktörlerden biri olacak. Çünkü parti bağımlılığında zayıflama, seçimleri bir nevi “kimlik sayımı” olmaktan çıkarıyor ve sürprizlere açık hale getiriyor. Not 2: 31 Mart’ta bir yerel seçim yapıldı, bir genel seçim değil. Tahlillerde bunu sürekli hatırlamak gerekir. Mamafih seçim yerel olmasına rağmen genele dair bazı sonuçlar da üretti. Bilhassa muhalefet cephesinde! Muhalefette bir sadeleşme meydana geldi. İYİ Parti dibi boyladı; geçen seçimde CHP ile birlikte yol yürüyen muhafazakâr-dindar partilerin (SP, GP ve DEVA Partisi) ise adları dahi geçmez oldu. Gelecekte ne olacağı bilinmez, fakat bu partilerin içine düştükleri karanlıktan aydınlığa çıkmaları çok ama çok zor. SP, bir gelenek partisi, kör topal da olsa varlığını sürdürebilir ama o kadar, daha fazlası yok. İYİ Parti, GP ve DEVA Partisi için ise deniz bitti gibi. Artık bu partiler ne bir siyasi bir cazibe oluşturabilir ne de bir ağırlık merkezine dönüşebilirler. Meclis’te olabilirler ama bir siyasi geleceğe sahip değiller. Not 3: Her seçim, yapıldığı dönemin yapısal ve konjonktürel şartları altında değerlendirilmeli. Mesela AK Parti açısından düşünüldüğünde; iktidarın şahsileşmesi, 2017’den beri büyükşehirlerde zemin kaybetmesi ve sivil kimliğinden uzaklaşarak devletleşmesi partinin birçok yapısal sorunla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Keza ekonomik kriz, kira fiyatları, emeklilerin feryatları da AK Parti’yi konjonktürel olarak baskı altında tutuyor.

Seçmen kararını verirken bu yapısal ve konjonktürel durumu göz önünde bulundurduğundan seçimleri ve sonuçlarını bu koşulları merkeze alarak analiz etmek gerekir. Seçmen davranışları, birtakım ezberler üzerinden okunamaz. Nitekim büyük bir özgüvenle dile getirilen “Türkiye’de seçmenin yüzde 70’i sağ, yüzde 30’u soldur”, “Milliyetçilik yükseliyor” ve “İç Anadolu asla CHP’ye oy vermez” gibi ezberlerin, aslında mevzuu anlamaya pek de yardımcı olmadığı 31 Mart’ta bir kez daha ortaya çıktı. Not 4: Erdoğan, mevcut yolda yürüdüğü takdirde gün gittikçe kendisinin ve partisinin kan kaybedeceğini, kutuplaşmayı sürdürmenin kendi aleyhine işleyebileceğini gördü. CHP ile normalleşme ya da yumuşama yönünde atılan adımın sebebi bu. Fakat normalleşme ihtiyacını görmek başka, bunun gereğini yerine getirmek başka. İktidarın mevcut ittifak mimarisi bir normalleşmeyi kolaylaştırmıyor, aksine zorlaştırıyor. Zaten seçimden bu yana geçen sürede verilen sinyaller de iktidarın normalleşme limanından çok uzak olduğunu gösteriyor. Not 5: Seçim kaybetmiş, kendi tabanını küstürmüş bir AK Parti iktidarının muhalefete karşı sertleşmesi, kaybettiği oylara yenilerini ilave ederek üzerlerine toprak serpmesi demek. Ekonomik krizin başlattığı mutfaktaki yangın daha çok uzun süre devam edecek.

Yazının Devamı

Keşke sevilebilecek çağlarda çıksaydınız karşıma…

Keşke sevilebilecek çağlarda çıksaydınız karşıma;

Zamanın sahteliğinde sevemezdim sizi...

Ziyankar olurdu düşlerim,

Yazının Devamı

Pınarbaşı’ndan bulanır oy…

AK Parti’de erime durdurulamıyor. 31 Mart‘ta itirazlar üzerine üç ilçe, dört beldede seçimler yenilendi. 60.000’e yakın isim oy kullandı. Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde Alpaslan Türkeş’in memleketinde 31 Mart‘ta CHP adayı kazanmış, MHP Milletvekili Baki Ersoy’un adliyeyi basarak hakime küfrettiği iddia edilmişti. Yüksek Seçim Kurulu MHP’nin itirazını haklı buldu ve seçimlerin tekrarlanmasına karar verdi. Ayrıca Şanlıurfa’nın Hilvan ilçesinde de DEM’in adayı ipi göğüslemiş, AKP itiraz etmişti. Aksaray Güzelyurt‘ta da bir oy farkla İYİ Parti’nin adayı önde çıkmıştı. Pazar günü yeniden sandık kuruldu. Bu arada dikkat etmiş olmalısınız. Yüksek Seçim Kurulu’nun seçimlerin tekrarlanmasını istediği bütün seçim bölgeleri 31 Mart‘ta muhalefetin kazandığı yerler. CHP ve diğer muhalefet partilerinin de itirazı oldu ancak dikkate alınmadı, bu bile YSK‘nın üzerine AK Parti’nin gölgesinin düştüğünün kanıtı; yoksa niye sadece AKP ve MHP’nin itirazları kabul edilsin. Sadece iktidar partileri mi itirazlarında haklı sadece onların itiraz ettikleri bölgelerde mi şüpheli bir durum var, böyle bir şey olabilir mi? 31 Mart depremi siyaseti çok şiddetli sarstı. Ayrıntılar üzerinde pek durulmadı. 31 Mart AKP‘de 8-9 şiddetinde bir deprem etkisi yaptıysa, 2 Haziran‘da artçısı oldu, artçının büyüklüğü ve şiddeti de 31 Mart’ı aratmaz. AKP’ye teselli ikramiyesi var ama yetmez, niçin mi onu izah etmeye çalışacağım. Evet seçmen sayısı düşük ama sonuçlarını basit ve sıradan görmemek lazım, her sandığın mutlaka bir mesajı olur. 2 Haziran mesajsız bir seçim değil. AKP ve MHP iktidar bloğuna çok şeyler söylüyor. Ben bu ara seçimleri, küçük belde seçimi gibi değerinin düşürülmesini doğru bulmuyorum, seçim bölgesi az ara seçimlerde iktidar partileri büyük avantajla gider, sandığa iktidarın bütün imkanlarını serer. Kesinlikle seçmenin tek tek kapısı çalınır, devletin nimetleri pay edilir ve karşılığında tabii ki oy. Onun için iktidarlar birkaç ay önceki seçimlerden umduğunu bulamasa da ara seçimde sandıktan zafer çıkarmayı bilirler. Türk siyasi tarihi ara seçimleri hep iktidarların kazandığı sayısız örneklerle doludur. Üç ilçe, dört beldenin seçim rakamlarını yorumlarken bu gerçeği göz ardı etmemek lazım. Benim için sonuçlar büyük sürpriz. AKP ve MHP’nin bütün seçim bölgelerinde silip süpüreceklerini sanıyordum, hele AKP’nin 31 Mart’ın şokunu bir parça hafifletmek istememesi mümkün mü? AKP imkanları nimetleri ve vaatleri seçmene yağmur gibi yağdırır seçimi mutlaka kazanır diye düşünüyordum, psikolojik etkisi için yapar bunu hem kendine moral verir hem de muhalefete gözdağı. Seçmen bir kez daha “hayır” dedi. Erimeyi durdurduk tekrar ayağa kalktık demeye o kadar çok ihtiyacı var ki AKP’nin, ara seçime yüklenmemiş olma ihtimalini sıfır görüyorum. Küçük zaferler ve ufak umutlar hava ve su gibi AKP için. O yüzden sonuçlar üzerine beklentiye girmedim tarihin tekerrür edeceğini düşünürken baktım ki küçük seçim büyük sonuçlar doğurmakta. MHP rahmetli Başbuğ Türkeş’in memleketinde yani Pınarbaşı ilçesinde ikinci kez kaybetti, ipi yine CHP’nin adayı göğüsledi. MHP kaybedince AKP’nin kaybetmiş olduğunu söylememe gerek yok herhalde seçmen iktidar nimetlerine hayır dedi. AKP ve MHP iktidarına güven oyu vermedi 31 Mart’taki pozisyonunu güçlendirerek korudu ama seçimde devlete iktidara karşı seçim kazanmak kolay değildir. CHP’nin 31 Mart Zaferi’nin geçici değil kalıcı olduğu görüldü. Özgür Özel seçim sonuçlarını belediye sayısını artırdık diyerek duyurdu. Siyasette sembol şehirler önemlidir, buna parti kalelerini de ekleyebilirsiniz. Pınarbaşı’nın MHP açısından ne denli siyasi ve sembolik anlamı olduğu 31 Mart akşamı belli oldu. MHP milletvekilleri her türlü yolu denedi, ikinci kez sandıktan boynu bükük ayrılmak zorunda kaldılar. Pınarbaşı sonucunu seçimin tekrarlanmasını seçmenin tepkisi olarak değil, toplumun 31 Mart’ta iktidar bloğuna verdiği dersin devamı olarak görmek gerekir. Hilvan’da fark daha da açıldı. Şanlıurfa’nın Hilvan ilçesinde de benzer durum var.

Büyükşehir’i açık farkla kaybeden AK Parti, DEM’in adayının kazandığı Hilvan’ı gözüne kestirdi, Yüksek Seçim Kuruluna itirazını kabul ettirmeyi başardı.

Ara seçimde ne beklenir? AKP’nin Hilvan’da seçimi çok kolay kazanması, bölgenin devletin hizmetlerinden mahrum olduğunu görmek için Hilvan’a gitmeye gerek yok normal şartlarda vaatler bile seçim kazandırır, bu da AKP’nin en iyi bildiği yoldur. AKP’nin sandık uğruna veremeyeceği bir şey yok, nimetleri seçmenin ayaklarının altına serer, imkanları Hilvan’a yağar, gökteki yıldıza kadar vaatlerde bulunur. Hilvan’da seçimi kaybetti. 31 Mart’ta DEM Parti’nin adayı 6960, AKP’nin adayı 6439 oy almıştı, 2 Haziran’daysa DEM Parti 10.731 oy alırken; AKP 7420 oyda kaldı, fark daha da açıldı yine DEM’in adayı kazandı, DEM gibi partilerin çok güçlü olduğu bir bölge değil. AKP itirazının ve seçimi tekrarlamasının sonucunu alamadı, sandık yine hüsran yine eziyet oldu Pınarbaşı ve Hilvan küçükler diye düşünülebilir. Doğru sonuç olarak bir il değil, ama sonuçları siyasi ve psikolojik açıdan çok büyük, bunu siyasi parti merkezleri iyi bilir. 31 Mart‘ta başlayan Cumhur İttifakı’ndaki erime durdurulamıyor, artarak sürüyor. Başkan Erdoğan’ın “Güneşin altındaki kar gibi eririz” sözü boşuna değilmiş ama seçim sonuçlarının canını fena sıktığını tahmin etmek için Başkan Erdoğan’ı tanımaya gerek yok. O, seçimle rakamlarla nefes alır, alkışlarla ayakta durur, her ikisinde de eski halinden eser yok. AKP’nin kazandığı yer yok mu? Var. Aksaray’ın Güzelyurt ilçesinde bir oy farkla kaybettiği seçimi kazandı, rakibi İYİ Parti’yi de. İYİ Parti 31 Mart’tan sonra liderini değiştirdi, insicamını ve iddiasını büyük oranda kaybetti, dağılma ve çözülme süreci içinde. Güzelyurt belki bir teselli ikramiyesi, bir iktidar partisini kesinlikle tatmin etmez; sanmayın ki AKP’de Aksaray’da kazandık diye bayram neşesi var aksine Hilvan ve Pınarbaşı’nda kaybetmesinden dolayı hüzün havası vardır, buna belde ve köylerde kazandığı yerleri de ekleyebilirsiniz. Evet seçim küçük ama sonuçları kesinlikle küçük değil. AKP’ye iktidar imkânlarını kullanmak, nimetlerini yağdırmak ve vaatler de yetmedi. Tek cümleyle ifade etmek gerekirse, AK Parti yaz güneşinde altında eriyen kar gibi. Her geçen eriyor. Erimeye de devam edecek. Belediyelerin denetime takılmayan usulsüz işleri: Son günlerde RESSAM - YAZAR - SANATÇI - GAZETECİ adı altında bir çok kimsenin, bizim vergilerimizle dolan BELEDİYE KASASINDAN saltanat sürdüklerini görüyoruz. Bu kişilerin SANATÇILIKLA - SANAT İLE- KİTAP YAZARLIĞI İLE - RESSAMLIKLA ilgi ve alakaları yok. Siyasette birilerini bulmuşlar ya da Başkan’a yakın isimleri, etraflarına yuvalanmışlar, uyduruk işleri ESER diye gagalayıp parasını Belediye’den çıkartıyorlar. Eğer sen bir resim sanatçısı isen, yap resmini aç sergini millet gelip alsın. Yâ da gönder satış alanlarına, satın alsın. Belediye bu tiplerin resim adı altında yaptıkları uyduruk tabloları neden alıyor? Yazarım diyor. Ne yazmış? Yazdığını bir kitabevine götürse, kendini kapıdan kovarlar, ama bu alıp belediyeye götürüyor, belediye bunu güzelce bastırıyor, masrafı çekiyor, ardından yetinmeyip bir de parasını verip bastırdığı firmadan bu yazar bozuntusunun kitabından satın alıyor. Belediyelerimizin işi, UCUZ SANATÇI- YAZAR- RESSAM - GAZETECİ vb. tipler mi yaratmak? Yarattığı bu tipleri toplumda kalkındırmak mı? Eğer bulundukları il’e ve memlekete katkı sunuyorlarsa, kendi ceplerinden, emeklerinden yapsınlar bu işleri. Bizim sırtımızdan niye yapılıyor? Tüyü bitmedik yetimin şehidin hakkı var o kasada. Kimin parasını kime peşkeş çekiyorsunuz, kimleri bizlerin sırtından adam ediyorsunuz?! Hangi gerçek yazarın, hangi konusunda uzman ressamın tablosunun yâ da kitabının baskısı, yapımı, sergilenmesi, satışını BELEDİYE yapıyor? Onların yayınevleri, ajansları vs. vardır, onunla hallederler. Kendi ceplerinden harcarlar, sonrada satış yapar kazanırlar. Bu sizinkilerin masrafını siz çekiyorsunuz, bir de satılmayan eser diye yutturulan o malzemeleri satın alıyorsunuz, amacınız ne, kime ve kimlere hizmet ediyorsunuz?

Yazının Devamı

Gelir adaletsizliği…

Evet, evet! Sayın Başkan Erdoğan gelir adaletsizliğinden şikayetçi oldu. Ama ülkemizde değil dünyadaki gelir adaletsizliğinden. Sebep olarak da kapitalizmi gösterdi.

Akledebilenler için vahim bir durum!

Bir kişi düşünün ki 22 yıldır iktidar da olsun v bu kişinin yönettiği ülkede ülke genelinde askıda ekmek, askıda simit, askıda fatura kampanyalara başlatılsın.

Yazının Devamı

Politikada bir postmodern çağ sahabesi Mansur Yavaş..

Savaş sanatlarına kafa yoranlar bilir. Savaşta stratejiniz yoksa ya da stratejiniz yeterince iyi değilse, taktik hamlelerle hiçbir zaman uzun soluklu zaferler elde edemezsiniz. Politikada da aynısı geçerlidir. Bir politikacı önce strateji belirleyecek, ardından zamanlaması iyi olacak ve şüphesiz cesur olacak eğer iktidar erkine, devlet yönetme gücüne sahip olmak istiyorsa.

Ekrem İmamoğlu'ndaki stratejik hamle zafiyeti, istediği 1 numaralı koltuğa oturmasında en büyük engel olacak gibi görünüyor.

Özgür Özel- Erdoğan yakınlaşmasıyla geri planda kaldığını düşünen İmamoğlu yine büyük bir hata yaptı.

Yazının Devamı

Sokaktaki canlar ya da köpek terörü ve Lombrosso tipi katiller…

Bir video düştü önüme. Bir kadın konuşuyor:

"Sokaklarda çocuklarımızı öldürüyorlar!"

Saldırgan köpeklerin parçaladığı çocuklardan bahsettiğini düşündüm ilk önce. Sonra fark ettim ki, "çocuklarımız" derken köpekleri kastediyor.

Yazının Devamı

Roma seyahatinin faturası Ekrem İmamoğlu’na kişi borcu olarak çıkarılıp ödetilmelidir...

Ekrem İmamoğlu ve ekibi birkaç yıl önce yaptığı olaylı Karadeniz seyahatinden ders almamışlar hatta vites büyütmüşler; bu kez özel uçağı kiralayıp 40 küsur gazeteci ile Roma’ya gitmişler. Gazeteciler arasında İsmail Saymaz’dan Nevşin Mengü’ye muhalif elit gazeteciler var. Fenomen hepsi hemen hemen. Tartışmalar malumunuz, kimlerin katıldığı neler yiyip içtiklerini size anlatıp vaktinizi alacak değilim. ‘Eğer parasını biz ödediğimize göre ne yaptıklarını da bilseydik’ diyenlerdenseniz siz de haklısınız, ama yine de işin esasına odaklanalım derim. Her siyasetçi halkın parasıyla kendine yandaş medya yaratmak ister, istisnaları yok değil ama dünyanın her yerinde böyle. O yüzden Amerika gibi medeni, gelişmiş ülkelerde bu konuyu düzenleyen sıkı kurallar var. Öncelikle ABD başkanı da olsanız attığınız her adım harcadığınız her kuruş denetime tabi. Gazetecilerin siyasilerle ilişkileri ve seyahatlere katılmasının çok sıkı kuralları var. Mesela Amerikan başkanlık uçağına binecek herkes başkanın kendisi hariç para ödemek zorunda hem de first class parası ödeniyor. Başkanın korumaları, danışmanlar bürokratlar vs. o uçakta kim varsa bilet parası veya saray tarafından çalıştıkları kurumlara kesiliyor. Bütün bu işleri Beyaz Saray Yolculuk Hizmetleri Birimi yapıyor. Eğer başkan politika kampanyası için başkanlık uçağını kullanıyorsa uçağın tüm masrafları partisine fatura ediliyor. Başkanın çocuğu ya da eşi bile olsanız uçağa bedava binemezsiniz, resmi göreviniz yoksa uçak paranızı başkanın bizzat kendisine kesiyorlar. ABD’de uygulanan sistemin temeli şeffaflık ve açıklığa dayanıyor. Başkanın uçağında 12 gazeteci için kontenjan ayrılıyor ama en önemli konu başkanın seyahatini izleyecek gazetecileri Beyaz Saray, başkan ya da herhangi bir devlet kurumu belirlemiyor, daha doğrusu belirleyemiyor. Yani İmamoğlu gibi uçağı yandaşları doldurup gezemiyorsunuz. Uçağa binecek gazetecileri bir meslek örgütü olan Beyaz Saray Muhabirleri Derneği belirliyor. Burada sıkı düzenlemeler var, gazeteciler uçağı dönüşümlü binebiliyorlar, tabii ki uçağa binen de first class fiyatından para ödemek zorunda. Uçakta yedikleri içtikleri seyahat boyunca yaptıkları tüm harcamaları kendileri ödemek zorunda; yani ABD başkanının uçağına binip haber takip etmek çok pahalı bir şey. Bu yüzden birçok medya kuruluşu ABD Başkanı’nın uçağına binmek istemeyebiliyor. Bir diğer kritik uygulama da şu; uçağa binen gazeteciler özel haber yapamıyor, uçaktaki açıklamalar, röportajlar ortak havuza aktarılıyor ve herkes o haberleri kullanıyor. O yüzden başkan ya da danışmanlar kendilerine yandaş bir ekip oluşturup devlet imkanlarıyla gezip tozamıyor. Tekrar Türkiye’ye dönersek eskiden siyasilerin seyahatlerini muhabirler izlerdi ancak AK Parti çok şeyde olduğu gibi bu alanda da kendi tekelini inşa etti. Erdoğan uçağına sadece sevdiği isimleri aldı ilk dönemlerde ama az da olsa renklilik vardı. 2012 sonrası Erdoğan’ın uçağına binmek bir imtiyaz haline geldi. İmamoğlu‘nun lüks Roma seyahati sonrası Ahmet Hakan ve Hilal Kaplan gibi bazı gazeteciler, hemen biz cumhurbaşkanının uçağında paramızı kendimiz ödüyoruz gibi argümanlara sığınıp İmamoğlu‘na yüklendi. Her zaman olduğu gibi AK Parti’ye yakın bu gazeteciler yine yalan söylüyor çünkü Başkan Erdoğan’ın uçağına binmek için öncelikle Külliye’den tasdiklenmeniz gerekiyor; yani öz hakiki yandaş değilseniz hiç şansınız yok. İkincisi Başkan Erdoğan’ın ultra lüks uçağına para ödemiyorlar, orada yedikleri first class yemeklere de. ABD örneğini hatırlayın; bırakın yemeği, içtiğiniz suya bile first class parası ödüyorsunuz. Ahmet Hakan ve Hilal Kaplan gibilerin haklı olduğu tek konu var; gazetecilerin otel parasını kurumları ödüyor, yemeklere gelince teoride gazeteciler ödüyor ama pratikte öyle olmuyor.

Erdoğan’ın yakın kurmaylarından birisi mutlaka o gazetecilerin yemek parasını ödüyor, bu arada şunu not edelim: Özellikle ABD’ye geldiklerinde birden fazla öğünde ünlü etçilere gidiyorlar, oralardaki fiyatların ne kadar yüksek olduğunu söylemeye bile gerek yok tabii. O faturaları da vatandaş ödüyor. Şöyle söyleyeyim; eğer cumhurbaşkanlığı, dışişleri bakanlığı ve diğerlerinin hesapları alıcı gözle incelense neler çıkar neler mesela. Ünlü bir bürokratın dışişlerine ödettiği yemek faturasının orta büyüklükte bir ilçeyi doyuracak kadar yüksek olduğunu söylemeliyim. Kısacası Başkan Erdoğan’ın uçağındaki gazetecilerin de masrafı vatandaşın sırtında. AK Parti Hükümeti’nin başlattığı bir uygulama daha var. Her bakan artık özel uçakla seyahat ediyor, seyahatine de mutlaka birkaç yazar davet ediyor, onların uçak biletleri dahil tüm masrafları bakanlık tarafından karşılanıyor; başkan ya da bakanlar böyle yapar da belediyeler durur mu! Onlar da resmi seyahat adı altında uçak dolusu isimle seyahatler yapıyorlar ve her türlü harcaman milletin sırtında hal böyle olunca da gazetecilerle siyasiler arasında mesafe kalmıyor dolayısıyla en çok yalakalık yapan uçağın baş köşesine yerleşiyor. Yeri gelmişken bir şeyi daha hatırlatayım. ABD’de Türkiye’deki kadar bol miktarda VİP uçak yok. Başkan Erdoğan’ın 13 uçağına karşı Biden‘ın iki uçağı var, onlar da yedekli kullanılıyor. Uçaklar bugün itibari ile 35 yaşındalar ve yaşlandıkları yönünde ciddi eleştiriler var. Bakanlar, milletvekilleri ya da belediye başkanlarının özel uçakla seyahat etmesi konuşulmaz bile. ABD Kongresi, kongre başkanı, milletvekilleri, senatörler ya da üst düzey bürokratlar tarifeli uçaklarla seyahat ediyorlar. Aslında mevzuat kongre üyelerine business class uçma imkânı veriyor ama seçmen lincinden korkan siyasiler bu hakkı kullanmıyor. Kongre üyelerinin ya da üst düzey bürokratların seyahatleri sıkı denetimine sahip. Savunma bakanı ve komutanlar da keyfine göre özel uçakla uçamıyor, devlet görevi bile olsa bu uçuşlar sıkı prosedürlere sahip. Mesela devlet göreviyle uçulsa bile eğer gidilecek yere bir ABD firması uçuyorsa bilet oradan ve en uygun tarifeden alınmak zorunda. Kamu görevlileri geçerli bir sağlık gerekçesi yoksa business class uçamıyor, başkan bile olsanız kamu kaynaklarınızı kafanıza göre kullanamıyorsunuz. Başkan, bakan ya da belediye başkanıysanız uçağa, VIP otobüse atlayayım gazetecileri ağırlayıp kendi propagandamı yapayım diye düşünemiyorsunuz bile.

İmamoğlu‘na gelince halkın kendisine verdiği desteği okuyamıyor; oysaki aldığı oy Başkan Erdoğan ve AKP’ye duyulan öfkenin sonucu. Eğer İmamoğlu da Erdoğan’ın yaptıklarını yapacaksa seçmen neden ona niye oy versin ki? Aslı varken çakmasına neden itibar etsin! İmamoğlu eleştiriler üzerine “Gerekli dersleri çıkaracağız” şeklinde beyanlarda bulundu; ancak çok da umutlu olmamak gerek, zira iki yıl önceki olaylı Karadeniz seyahati sonrasında da benzeri ifadeler kullanmıştı. Dolayısıyla ABD’ye benzeri bir düzenlemeye gitmediğimiz sürece Başkan Erdoğan gider, Başkan İmamoğlu gelir, onlar gider başkası gelir ve her gelen kendi yandaşlarına torpil geçer. Bu kısır döngünün kırılması lazım. Yoksa ülkeye ve gençlerine yazık olacak. Bu arada Ulaştırma Bakanı Uraloğlu da Roma’ya bir uçak kiralamış daha doğrusu kiraladığını iddia ediyor ama Ali Mahir Başarır‘a göre, CHP Grup Başkanvekiline göre; Bakan Uraloğlu Erman Ilıcak’ın şirketi olan Rönesans Holding’in özel uçağıyla gitmiş tabii. Bu Rönesans Holding kim derseniz Cumhurbaşkanlığı Külliyesini, şehir hastanelerini ve daha bir çok kamu özel iş birliği ortaklığını yapan Türkiye’nin son yıllarda gelişen en büyük inşaat şirketlerinden birisi. Burada şunu söylemek lazım; sayın bakan iş yaptığı şirketin özel uçağıyla niye gidiyor, buna kira ödendi mi, beleş gidiyorsa başka şekilde mi ödenecek? Yani sayın Bakan Uraloğlu iş yaptırdığı bir özel şirkete ait uçakla dış topraklarda başka bir yere uçup, sonra o şirketin hak edişlerinde fazla ödeme, usulsüz ödeme yapılmayacağını nasıl garanti edebilir?!

Yazının Devamı

Dışişleri Vakfı...

Tasarruf paketi açıklanıp, 17 Mayıs 2024 tarihli Resmi Gazetede ana hatlarıyla yayınlandı. Hemen ardından mecliste komisyondan Dışişleri Vakfı tasarısı geçti. Yasa teklifinin içinde yok, yok.. Tasarruf paketi surlarında gedik açılmış oldu böylece. Eskiden de böyle vakıflar çok kurulurdu kurumlarda denetimden kaçmak için. Eskiye bir dönüşü çağrıştırıyor.

"Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı" yasasının getirenler ve savunanlar, bunun, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı, Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı gibi vakıflarla benzer özellikler gösterdiğini ifade ediyor. Amacın bakanlık mensuplarına kişisel imkanlar sunmak olmadığını söylüyor.

Vakıf’ın amacı: "Dışişleri Bakanlığı teşkilatının faaliyetlerinin güçlendirilmesi ile personelinin temsil kabiliyeti yüksek ve donanımlı yetiştirilmesinin desteklenmesi."

Yazının Devamı

Kaplanlar vadisi..

Bütün okulları bitirdim de… Okulların okul olamayışını telafi edeyim diye evi kitaplarla doldurdum.

Eve, arabaya, mutfağa gidecek paraları da kitaba yatırdım. Şikayetçi miyim! Hayır!

Yalnız ülke gündemi artık yormaya başladı. Biraz da tadı kaçtı. Neyse, etki ajanı olmayalım da!

Yazının Devamı

Devletin tasarrufu ve kötülerin egemenliği

Ekonominin patronu Mehmet Şimşek, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’la birlikte "tasarruf tedbirlerini" kamuoyuna duyurdu. ‘3 yıllık pakette’ araçtan, binaya ve enerji tüketimine kadar kalem kalem anlattılar. "Neden 3 yıl?" diye haklı bir soru var. Siyaset normal seyrinde giderse 4’üncü yılda halkın önüne sandık konacak. Türkiye’de her seçim, ‘ekonomisini’ de beraberinde getiriyor. 2000 yılında Kemal Derviş programının tasarruf tedbirlerine bakıldığında, o dönem paketin önceliği norm kadro uygulaması, lojman satışı (Mehmet Şimşek’in programında ekonomiye kazandırılması deniliyor) ulaşım ve servis giderleri, haberleşme vs. gibi başlıklar vardı. Açıklanan programda da benzer başlıkları görmüşsünüzdür.

Bazı başlıklara birlikte bakalım; Kamuda istihdama sınırlama getirilecek. 3 yıl boyunda emekli olanlar kadar istihdam sağlanacak. Hizmet içi eğitimler otellerde değil, kamu tesislerinde yapılacak. (Bugüne kadar neden lüks otellerde yapılırdı o da ayrı bir konu.) Kamuda yönetim kurulu ücretlerine sınırlama getirilecek. Yapılacak düzenlemeyle yönetim kurulu ücretlerine üst sınır getirilecek. Sınırı aşan kısımlar bütçeye gelir olarak kaydedilecek. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın defterdarlıkları ve vergi dairesi başkanlıkları birleştirilecek. Uluslararası toplantılar ve milli bayramlar hiç gezi, yemek vb. faaliyetler düzenlenemeyecek. Başta dediğim gibi hadi uyguladık bu paketi diyelim. "Neden 3 yıl?" sorusunun tatmin edici bir cevabı yok. Oysa tasarrufun yani israftan kaçınmanın kalıcı bir devlet politikasına dönüşmesi lazım. Tasarrufu belli süreyle sınırlı tutarsanız haklı olarak niyetiniz de hedefiniz de sorgulanır. Ve inandırıcılığınızı yitirirsiniz. Bu nedenle tasarruf paketine kuşkuyla yaklaşanlar pek haksız sayılmaz. Ben de şüpheyle yaklaşanlardan biriyim. Neden mi? Anlatayım…

Bir ara Ankara’da 'devletin küçülmesi’ gerektiğini söyleyen siyasetçiler vardı. Turgut Özal bunlardan biriydi. Tansu Çiller Türk Devletini ‘sosyalist devletlere’ benzetmiş devletin yetki ve sorumluluk alanının daraltılmasını savunmuştu. AK Parti geleneği de anti-devletçidir. Gücünün sınırlandırılmasını ister. Söz konusu siyasetçilerin hiçbiri iktidar olduklarında politikalarını uygulamaya yansıtmadı. Özal’ın devri iktidarında devlet kurumlarının binaları bile büyüdü. Örnek mi? Bugün gecekondu gibi kalan Sayıştay binası. Liberal görünümlü Çiller tam bir devletçi oldu. Güvenlikçi politikaları onun kadar sert uygulayan siyasetçiye az rastlanır. Mehmet Ağar’ı, Doğan Güreş’i Meclis’e taşıyan odur. AK Parti’nin karnesi de iç açıcı değil. Devlete yerleştikçe eski düşüncesinden uzaklaştı ve günün sonunda ‘devleti kutsadı ve baş tacı’ yaptı. Devletçilikte AK Parti, MHP’den geri kalmaz. Bir adım önde olduğu bile söylenebilir. Devleti küçültmeden tasarruf mümkün mü? Personel politikasını sil baştan ele almadan israf nasıl önlenir? Lojmanları azaltmadan, binaları küçültmeden, makam araçlarını eksiltmeden yapılacak tasarruf sadra şifa olur mu? Örnek o kadar çok ki… İletişim Başkanlığı binasına bu gözle bakın. Ankara’da yollar irili ufaklı görkemli siyah renkli, kara camlı makam araçlarından geçilmiyor. Yılmaz ve Şimşek ‘Eskisi gibi olmayacak, azalacak’ diyor. Hadi görelim…

Yazının Devamı

Liyakat sadakat ikileminde çürüyen toplumsal düzen ve çöken devlet..

Liyakat mi, sadakat mi? O kadar temel bir soru ki! Yükselişle geri kalış, kalkınmayla sürünüş, yaşamakla çürüyüp yok olmayı birbirinden ayıran iki seçenek. Devlet olmakla kabileler arenası olmak arasındaki fark.

Liyakat ve sadakat… Birincisi devlet adamlarının aradığı vasıftır; ikincisi popülist, fırsatçı siyasetçinin…

Osmanlı’nın çöküş dönemini Vezir Faik Reşat’ın sözü ne güzel anlatıyor: “Benim vezir oluşum liyakatimin muktezası değil sadâkatimin mükâfatıdır.” Edebiyatçı, tabii güzel anlatacak. Faik Reşat, çöküşün sırrını barındıran bu cümleyi belki alçak gönüllülük niyetine sarf ediyor. Ama aynı anda da Osmanlı’nın sonunun geldiğinin işaretini veriyor.

Yazının Devamı

Gösteriş, şatafat ve teşhircilik üzerine...

İlber Ortaylı hocamız gösteriş ve şatafat cahil ruhların aşağılık komplekslerini örtme çabasıdır demiş. Hocam bunları söylüyor ama maşallah kendisi 80 yaşına doğru yol alıyor; hala görünür olmanın hazzından vazgeçmiş de değil. Gösteriş, şöhret ve görünürde olmak öyle kolay vazgeçilecek nimetler değil anlayacağınız. Bilgili bile bilgisini göstermek istiyor, onay istiyor, beğeni istiyor. Sözle olmuyor bu işler. Bal bal demekle ağız tatlanmıyor.

Göstermedikten sonra ne anlamı var ki sahip olmanın, malın, mülkün, makamın, servetin! Göstermezse insan, kendinden aşağısını nasıl ezecek nasıl aşağıdakilere üstünlük kuracak, nasıl tatmin edecek olgunlaşmayan hastalıklı marazi ruhunun yaralarını!

Gösteriş ve şatafat bilgelikle ve faydalı fikirlerle donatılmamış, insanı insan yapan değerlerle bezenmemiş, gücü içselleştirmemiş bayağı ruha sahip olanların aşağılık komplekslerini tatmin etme araçlarıdır.

Yazının Devamı

Sürüye koç lazım..

"Koç katma" zamanını bilir misiniz? Ya da “Koç Katma” gibi bir kavram duydunuz mu? Boşuna Google’ı taciz etmeyin. Ben arz edeyim. Koç katma, koyun, keçi diye isimlendirilen “davar” milletinin hallerine dair bir kavramdır. Koyunun erkek kısmına “koç” denir. Keçininki “teke”dir ama bu risalede dışıdır. Kasım ayı geldi mi koç kısmına bir haller olur. Sağa sola tos atmaya başlarlar. Tıpkı köy yerinin delikanlısının evlenmek istediğine dair işaretleri evin içine bırakması gibi. Babanın ayakkabısının tabanına çivi çakmak ya da ayakkabının içine su dökmek türünden eylemler bunun masum alametleridir. Bunlar köy yerinin icaplarıdır. Şehir yerinde görülmez.

Koç dünyasında bunun karşılığı başkadır. Koçların bu talebi adeta yardım çığlığıdır. “Bana karı bulun” manasına gelir. Ne var ki bir iki dişi bunların hevesini kesmez. Bütün dişileri isterler. Kasım ayı geldiğinde ağıllardan gelen takır tukur seslerinin aslı budur. Kızışmış koçlar kavga eder, attıkları toslar takır tukur sesler çıkarır. Dişiler de bu seslere bakıp erkeklerini seçerler. Tokuşturma anında çok ses çıkaran erkeğin kafası, dişilerin üzerinde “entelektüel kafa” etkisi yaratır. Kafa tokuşturma işini fikir mücadelesi gibi görürler. Bir de o koçun kuyruk kısmı heybetliyse seçim dört dörtlük demektir. Yağlı bir kuyruk, Etiler’de bir aşağı bir yukarı turlayan zengin aile çocuğunun altındaki Ferrari gibidir. Davarların aklını başından alır. Ağılın baskın erkekleri böylece belirlenir. Koç katma zamanının şampiyonları kasım ayında faaliyete geçerler. Mevcut ne kadar dişi varsa tek tek haklarından gelirler. Dişiler döllenir. Yeni nesil kuzulara gebe kalır. Koç sürüye katılmış olur. Erkekler de rahatlar.

Bizim de ülkece iyi bir koça ihtiyacımız var. Gelecek devletin başına, cesaretle gereksiz kafaları koparacak, siyasetçilerin ve bürokrasinin saltanatına, yolsuzluğuna ve israfına son verecek. Başka türlü kurtuluşumuz yok. Başka türlü rahatlama da yok.

Yazının Devamı

Ölü zaman ve işyerinde tuvalet molaları..

Tuvalet insanın en mahrem alanlarından biri; yalnız icra ettiğiniz faaliyet alanı. Kimi zaman bazılarımız bağırsak faaliyetlerinin son eylemini gerçekleştirip hemen çıksak bile bazılarımız o süreyi uzatma yoluna gitmektedir. Fakat ortalama şekilde ele aldığımızda günde bir insan mesai saati diliminde (8 saat olarak düşünürsek) ortalama olarak 1 kez büyük tuvalete, su tüketimine ve sıcaklığa bağlı olarak 2-3 küçük abdeste çıkar. Yani mesai saatleri içinde 3 kez tuvalete çıkmak ortalamadır.

İşçi sınıfına iş yerlerinde kalan son “kendine ait oda”lardan biri de tuvaletlerdir. Belirli anların ve alanların kontrolü üzerinden düşündüğümüzde, işçinin aklen ve bedenen hem ihtiyacını giderdiği hem kendisiyle kalıp rahatladığı tuvaletler, ilk bakışta üretim organizasyonunun ve zaman çizelgesinin dışında kalan otonom alanlar gibi görülebilir. Ne var ki, sermayenin iş yerinde ölü zamanı ortadan kaldırma stratejilerinin ilk mekansal müdahaleleri yine tuvaletlerden başlamaktadır.

Üretim tekniği ve teknolojik altyapı ne kadar ilerlerse ilerlesin, işçilerin tuvalet ihtiyaçlarına doğrudan müdahale eden bir aracın mümkün olmayışı, zamansal hileler ve zorlamalarla telafi edilmektedir. Tuvalet ihtiyaçları ve molaları üzerinde sermayenin kendisinde gördüğü tasarruf “hakkı” birkaç biçimde somutlaşmaktadır. Bunları üç başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, doğrudan mekansal düzenlemeler yoluyla işçilerin konfor alanlarını bozarak onları tuvaletlerden uzak tutmak. İkincisi, doğrudan zamansal düzenlemelerle, kronometre veya sayaç gibi araçlarla tuvalet sürelerini sınırlandırmak. Üçüncüsü, sermayenin işçileri insanlıklarından çıkarma (dehümanizasyon) sürecinin bir aşaması olarak, tuvalet ihtiyaçlarını yasaklamak. Her üç şekilde de işçilerin üzerindeki bedensel denetim ve kontrolün azgınlık seviyesi ortaya çıkmaktadır.

Yazının Devamı

Millet CHP’ye yeni anayasa için müzakere yapın, diye mi oy verdi?

CHP belediye seçimlerinde % 38 oy alarak 1.parti oldu. Hala aldığı oya şaşkın. Kendisi de inanamıyor, o nedenle yalpalıyor. Hala 14 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetmenin travmasını atlamamışlar.

Yerel seçimden sonra ivedi olarak erken seçim talep etmeleri gerekirken; ak partinin ve iktidarın yeni anayasa oyununa geldiler. Güya müzakere altında iktidara koltuk değneği olacaklar bu kafayla.

Yahu kardeşim ne anayasa müzakeresi. Mevcut anayasaya uyuyor mu ki iktidar özgürlükçü anayasa yapacak? Gazze protestosuna dahi izin vermeyenler mi özgürlükçü anayasa yapacak? Özgür basın olmadan özgür ülke olur mu?

Yazının Devamı

Katliam ayrı, ticaret ayrı utanmazlığı ve Gazze’nin çığlığı.

İsrail’le ticaret meselesindeki inkardan başlayan kabulle neticelenen gelişmeleri alt alta yazdığımızda ortaya çıkan manzara tam ibretlik ve AK parti adına utanç verici haberler çıkmaya başlayınca AK parti iktidarı temsilcileri inkar etti. Hayır hepsi yalan, medyanın uydurması dediler, kamuoyuna İsrail ile ticaretinin asla söz konusu olmadığını açıkladılar; bir devlet kurumu olan TÜİK verilerini bile uydurma diye nitelediler, sonra herkesin gördüğü gemileri yalanlayamadıkları için ürkek edayla kabullenir gibi yaptılar.

İsrail üzerinden Filistin‘le ticaret yapıyoruz bahanesine sığındılar. İstanbul’da İsrail’le ticaretini protesto eden gençlere polisin müdahalesi ülkenin gündemi oldu, başörtülü kadınlar yerlerde sürüklendi,

Ters kelepçe takılarak karda tulumba gözaltına alındı.

Yazının Devamı

Dördüncü evre kanser..

Önce biraz tıptan bahsedelim. Şunu ifade edeyim; pek de hoş olmayan bir mevzudan bahsedeceğim. Lütfen mazur görün. Kanser teşhisi konulduktan sonra yapılan testlerde kanserin kaçıncı evrede olduğu bilgisine ulaşılır, bunun amacı kanserin evresini bilmek uygulanacak tedavi yöntemine karar verebilmektir. Peki nelerdir bu evreler; kanser hastalığı beş evrede ifade edilir. Kanserin nerede yerleştiğinin, nerelere yayıldığının ya da vücutta diğer organları etkileyip etkilemediğinin tanımlandığı evreler şunlardır.

Evre sıfır kanser olmadığını, kanser olma ihtimali taşıyan hücreler olduğunu gösterir. evre sıfır kansere meyilli evre olarak da adlandırılır. Evre bir erken evre kanser de denilen evre. Evre birde tümörün küçük olduğu anlamına gelir, evre birde tümör başlangıç aldığı organla sınırlıdır. Evre iki ve üç daha ileri aşamadaki bir kanser hastalığına ifade eder; tümör çevresindeki dokulara doğru örneğin lenf bezlerine yayılmış olabilir. Evre dört kanserin son evresi. Evre dört olarak isimlendirilen kanserin son evresinde yaşananlarsa tümörün vücudun diğer bölgelerine yayılması yani metastaz yapmasıdır. Kan kanseri, beyin kanseri ve lenfoma kanserinin kendine özel bir evresi vardır, bu türlere özel evrelerde kanserin ilerleme durumunu gösterir.

Maalesef bu elim hastalığın son evresinde yapılabilecek pek bir şey yoktur. Tıp kısıtlı yöntemlerle hastanın ömrünü en fazla birkaç ay belki etkileyebilir, genelde bu evreden sonra hastanın daha kaliteli ve konforlu bir hayat sürmesi için tedavi yöntemleri vardır.

Yazının Devamı

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olmak..

Geçenlerde bir internet sitesinde ABD başkanları hangi masrafları kendi karşılar yazısı okudum. Yediği içtiği dahil Başkan olan adama tüm harcamaları kilitlemişler. Ne kardeşi ne tanıdıkları para vermeden Başkan uçağına binemiyorlar falan. Kardeşim uçağıma binemedikten sonra neyleyeyim.

Okuduğum kadarıyla abd başkanı olmak çok da matah bir şey değilmiş eğer güç tutkusuna sahip bir şizofren ya da milletine deli gibi hizmet etmek isteyen deli gönüllü değilseniz.

Bir de bizim politikacılarımıza ve başkanlarımıza sunulan imkanlara bakın. Meclis başkanı Mardin’e cumhurbaşkanlığı süper jetiyle gitmiş. Meclis başkanı THY uçağı ile gitse itibarı kalmaz herhalde. Bir de meclis başkanı şu an ne ile yarıyor ki; bu kadar masraf yapıyor!

Yazının Devamı

Kurtlukta düşeni yemek kanundur..

Hadi gelin biraz zamanda yolculuk yapalım. İtalya’yı 1911’de Trablusgarp‘a karşı harekete geçen en önemli olay fas meselesinin alevlenmesiydi. İtalya’nın daha önce 1900 yılında Fransa ile yaptığı gizli anlaşmaya göre Fransa Fas’ta yeni çıkarlar elde ederse İtalya’da Trablusgarp hareketini başlatacaktı.

Fransa 24 Nisan 1911’de Fas’a girdi. Almanya İngiltere’nin engellemesi üzerine Fas‘a yönelik istedik isteklerini rafa kaldırdı, bunun üzerine Roma’da Giolitti hükümeti Trablusgarp‘ı altın tepside halka sunacağını söz verdi Başbakan Giolitti’nin Trablusgarp‘ı kolayca işgal edebileceğine inancı tamdı çünkü çok yakından tanıdığı Hakkı başa sadrazam Divan’ına bağdaş kurmuştu. Roma seferliğinden sadrazamlığa geçer geçmez Hakkı Paşa İtalyanların isteği üzerine ilk işi Trablusgarp Valisi İbrahim Paşa’yı görevden almak oldu. İbrahim Paşa Osmanlı’nın çıkarlarını korudu Banco de Roma’nın Bingazi‘de şube açmasına izin vermediği, depolardaki yeni silahların İstanbul’a gönderilmesini engel olduğu için sadrazam ondan kurtulmak istiyordu tıpkı İtalyan dostları gibi. İbrahim Paşa apar topar görevden alındı yerine atanan Bekir Sami Bey bir türlü gelmek bilmedi. Trablusgarp’a valiliğe Miralay Neşetbey vekalet ediyordu; velhasıl bölge bölge sadrazam sayesinde valisiz, askersiz, komutansınız, sonuçta savunmasız işgale kucak açmış bekler haldeydi; sadrazam Hakkı paşa daha sonra vatana ihanetle suçlanacak, yaptıkları sui tesadüf değil su idare idi ki cinayet haddine layıktı sözleriyle lanetlenecekti ama ittihat ve terakki cemiyeti Hakkı Paşa’nın arkasında saf tutacak meclisin soruşturma açmasını engel olacaktı, çünkü cemiyetti Hakkı Paşa’yı saadete getiren ve cemiyet tükürdüğünü yalamazdı. Günümüze ne kadar benziyor değil mi!

Hakkı paşa briç masasında aldığı ultimatomun ağırlığı altında ezildi, istifasını verdi, gün ışırken konağına kapandı. Yerine Sait Paşa getirildi.

Yazının Devamı

KKM ürününe hakkaniyetli bir bakış..

Neredeyse herkesin, oluşan 818 Milyar TL zararın, Kur Korumalı Mevduat finansal ürününden kaynaklandığını iddia etmesi bı yazıyı kaleme almama vesile oldu. Yiğidin hakkını yiğide vermek lazım. KKM ak partiye 2023 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimini kazandıran bir enstrümandı. Görevini yaptı ki hala yapıyor. Eğer KKM olmasaydı AKP şu an 2.parti bile olamazdı.

Suçu KKM’ye atan zevat, KKM finansal ürününün matematiksel olarak nasıl zarar oluşturabileceğini izah edemedikleri için dolaylı ve etkileşimli işlemleri öne çıkarıp isabetsiz çıkarımlar yapıyorlar.

Deniliyor ki “KKM’den dolayı enflasyonun %70 olduğu bir dönemde firmalara %14’le kredi verilerek çok büyük kaynak transferi yaratıldı.”

Yazının Devamı