Cumhuriyet haftasındayız. Cumhuriyetimiz Yüzüncü Yılında! Pazar günü 101’inci Cumhuriyet Bayramı… Devletimiz ve milletimiz için bu gururlu ve şerefli günde hançerelerimiz patlayıncaya kadar bağırmalıyız: Yaşasın Cumhuriyet!
Bilindiği üzere Birinci Dünya Savaşı'nın ardından yurdumuzun dört bir yanı İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş, milletimizin özgürlüğü elinden alınmıştı. Bu vahim durum karşısında Ulu Önder Atatürk vatanımızı düşmanlardan kurtarmak için 19 Mayıs 1919`da Samsun'a çıkarak Milli Mücadeleyi başlatmıştır. Genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle tek vücut tek yürek olan Türk Milleti tüm imkansızlıklara rağmen destansı bir mücadeleyle vatan topraklarını düşmanlardan temizlemiş ve özgürlüğüne kavuşmuştur.
Verilen bu büyük mücadelenin ardından, Türk Milletinin karakterine ve geleneklerine en uygun yönetim biçimi olan Cumhuriyet yeni Türk Devleti'nin yönetim biçimi olarak ilan edilmiştir.
Tam bağımsızlık ve millet egemenliğine dayanan Cumhuriyet rejimi demokrasinin, özgürlüklerin ve eşitliğin teminatıdır. Cumhuriyet Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk tarafından bizlere bırakılan en kıymetli ve en büyük mirastır.
Bugün ülkemiz büyük atılımlar gerçekleştiren, dünya politikasında ve ekonomisinde söz sahibi olan, sürekli büyüyen ve gelişen bir ülke konumundadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de ülkemizin gelişmesinden ve güçlenmesinden rahatsız olan, ülkemizi bölmek ve yok etmek isteyen güç ve şer odakları hain eylemler gerçekleştirmektedirler. Bu eylemler bizi hiçbir zaman yıldırmayacak; aksine vatanınıza daha bir tutkuyla bağlanacak ve ebediyete taşımak için daha fazla gayret edeceğiz.
Bugün Cumhuriyetimizi ayakta tutan tek kuvvet hiç şüphesiz ki milletin kendisidir. Aziz ve büyük milletimizin tarihteki en parlak başarılarından biri olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 101. yılını kutluyoruz. Bu anlamlı günde Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Atatürk'ü, onun kahraman silah arkadaşlarını ve kanlarıyla bu toprakları vatan yapan aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi sonsuz minnet, şükran ve rahmetle anıyorum.
Cumhuriyet bir şehirlileşme ve sanayileşme projesidir. Bu projenin iki temel amacı vardı: Birincisi vatandaşlık bilincine sahip özgür bireylerin mensubu olduğu bir millet. İkincisi de kararlarını kendisi verebilen tam bağımsız bir devlet. Bu amaçları önümüze mecburiyetler koydu. Diyebiliriz ki, benim de 46 yılını bilfiil yaşadığım Cumhuriyetimiz 101 yılın her aşamasında çeşitli mecburiyetlerle karşılaştı. Her zaman önceliğimiz bu mecburiyetleri yerine getirmek olmuştu. Bunda büyük oranda başarılı olduk. Tarih buna şahittir.
Osmanlı’dan bakiye Türk toplumu savaşlardan yorgun, eğitimsiz, iktisadi açıdan dışa bağımlı, çoğu kasaba ve köylerde yaşayan, salgın hastalıklarla baş edemeyen, sermayedarı ve sermaye birikimi olmayan bir toplumdu. En iyi yetişmiş çocuklarını savaşlarda kaybetmiş bu toplum tek kelimeyle bitik bir toplumdu. Cumhuriyeti kuran kadroların önünde ilk önce bu sorunlarla baş etme mecburiyeti vardı.
Büyük Atatürk ve arkadaşları savaş meydanlarında barut ve kan kokusunu içlerine çekerek buralara gelmişlerdi. Türk milleti ateşi ve ihaneti görmüştü. Cumhuriyeti kuranlar bir daha esir düşmemek, bağımsızlığı kaydetmemek için özgür bireylere dayanan, iktisaden ve siyaseten bağımsız bir Türkiye hedeflerini koydular. Bu hedeflere ulaşabilmek için ilk önce Osmanlı’dan kalan problemlerin çözülmesi gerekiyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında başarılan en önemli görevlerden ilki salgın hastalıklarla mücadele idi. Bir toplumun özgür ve bağımsız olması için ilk önce fiziken sağlıklı olması gerekirdi. Savaş yorgunu Türkiye’nin köylerinde frengi, tifüs ve trahoma salgını vardı. İlk beş yılda salgın hastalıklar kontrol altına alındı, sonra kökü kazındı.
Türk toplumu doğru düzgün tarım yapmayı bilmiyordu. Topraklarımız ve iklimimize uygun tohumlar ve hayvan ırkları ıslah edilmemişti. 20’inci yüzyılın başında halâ kara saban vardı. O zaman köylünün çiftçiye dönüştürülmesi ve ona tarım öğretilmesi gerekiyordu.
Cumhuriyetin ilk on senesinde bu hedef doğrultusunda önemli başarılar sağladık. Tohumlar ve hayvan ırkları islah edildi. Kooperatifler kuruldu ve Ziraat Bankası kanalıyla çiftçi desteklendi. Ağır öşür vergisi kaldırıldı. Vakıflar devletleştirildi, tarikatlar lağvedildi. Topraksız köylüye toprak dağıtıldı. Bu yeter miydi? Yetmezdi. Çiftçinin ürününü satın alacak tarıma dayalı sanayi gerekiyordu. Fakat burada da yine ufak bir sorun vardı: ülkede sanayi kuracak sermaye yoktu! Osmanlı’da Türkler ya köylü olmuştu, ya Hoca ya da asker. Ticaret gayr-ı Müslimlerin tekeliydi ki, bunlar da emperyalist ülke firmalarının yurt içindeki ortaklarıydı çoğunlukla. Savaş sonrası çoğu tası tarağı toplayıp yurt dışına kaçmıştı. Sanayi sermayesi olacak irili ufaklı kasaba eşrafından başka kimse yoktu. Burada yeni bir mecburiyet olarak devletçilik uygulanmaya başladı. Atatürk ilk önce kamu ihtisas bankaları ve bunlara bağlı olan kamu holdingleri kurdurdu: Tekstil sektörü için Sümerbank ve Sümer Holding, madencilik sektörü için Etibank ve Eti Holding, Vakıfların finansmanı için Vakıflar Bankası, küçük esnaf ve KOBİ’ler için Halk Bankası, konut finansmanı için Emlâk Bankası. Şeker Holding kuruldu ve şeker pancarı üretimi başlatıldı. (Duyunca inanamazsınız ama Cumhuriyet öncesinde en fazla yokluğu çekilen gıdalardan biri de şekerdi. Koskoca Türkiye’de şeker üretilemiyordu!) Ayrıca sermayesini destek vererek ilk özel banka İş Bankası’nı kurdurdu. Bu devlet kurumları yolu ile tarımsal üretime dayalı sanayinin temelleri atıldı.
Fabrikalar varsa burada çalışacak mühendise, hastaneler varsa burada çalışacak doktora, maliye varsa burada çalışacak iktisatçıya, mahkemeler varsa burada çalışacak hâkim, savcı ve avukata ihtiyaç vardı. Velhasıl Üniversiteye ihtiyaç vardı. Üniversite reformu yapıldı, milli bir eğitim sistemi için Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarıldı, alfabe devrimi yapıldı. Bunlar 15 sene gibi kısa bir sürede yapıldı.
Elbette içinde yaşadığımız sürecin birçok iktisadi problem içerdiği açıktır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın döneminde de, yine her zaman olduğu gibi, mecburiyetler öncelikleri, öncelikler de politikaları belirlemiştir. 2001 Krizinin enkazından çıkarken Türkiye’nin kırılgan bir mali sermayesi, askeriye harcamalarda, yatırım mallarında ve enerji hammaddesinde dışa bağımlık, şehirlerin alt yapısında eksiklikler ve ileri ulaşım imkânlarında yetersizlikler bulunmaktaydı. Tayyip Beyin başbakanlığı döneminde başarılan en önemli işler Türkiye’nin 1970’lerden 2001 yılına kadar yaşadığı 30 yılı geçen yüksek enflasyonun dizginlenmesi, 2018 yılına kadar bir finansal istikrar yakalanması olduğu söylenebilir.
Ne var ki, 2018’den bu yana bu kazanımlar ciddi sekteye uğramıştır. Bununla birlikte Tayyip Beyin yönetiminde AK Parti Hükümetleri Türkiye’nin ulaştırma imkânlarını otoyollar, hızlı trenler ve her tarafa ulaşan havayolları ağıyla çok ileriye götürmüştür. Yine şehircilik alt yapısında çok önemli katkılar sunmuş, hemen hemen bütün şehirlerimizde raylı sistem hayata geçirilmiştir. Demirel’in Boğaziçi Köprüsü, Özal’ın Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün yanına Yavuz Sultan Selim Köprüsü, İstanbul’u Bursa ve İzmir’e bağlayan Osman Gazi Köprüsü ve Çanakkale Köprüsü bu dönemde yapılmıştır. Büyükşehirlerimizi daha hızlı birbirine bağlayan otoyollar da inşa edilmiştir. Bu dönemin en önemli başarılarından biri de temelini rahmetli Başbakanımız Ecevit’in attığı Türk ordusunun teçhizatının millileştirilmesi projesidir. Özellikle donanmamız tamamen yerli üretim gemilerle donanmış, ordumuz temel muharebe silâhlarından obüslere yerli silahlarla güçlendirilmiştir. Son dönemde imal edilen yüksek teknolojili İHA ve SİHA’larımız ordumuzun gücüne güç katmıştır.
Batının 300 yılda aştığı mesafeyi 101 yılda aştık. Bu ise birçok sosyal ve iktisadi dengesizliklerin oluşmasına ve yeni problemlerin ortaya çıkmasına yol açtı.
Şu an içinde olduğumuz dönem hem bölgenin ateş çemberi olması hem de ekonomik buhranın derinliğini iliklerimize kadar hissettiğimiz bir zaman dilimi maalesef. Fakat enseyi karartmaya gerek yok. Nasıl cumhuriyet imparatorluğun küllerinden doğduysa biz de 101.yılına girdiğimiz Cumhuriyetimizi çok daha ilerilere taşıyacağız.
Rüzgardan mamüldür hayat, geçip gider.
Geçip gider. Lakin, fırtınanın dinmesini beklemek değildir yaşamak.
Yağmurda dans etmek, kırılan bir bileğin üzerinde sek sek oynayabilmektir. Yani ki, yaşamak ciddi hadisedir.
Başlayan her şey bitmekle kaimdir. En uzun, en çaresiz geceni düşün, sabah olmadı mı?
Yolu yok; bulup buluşturacak, gerekirse borç harç denkleyecek, umut edeceksin.
Çünkü güneş, yalnızca umut edebilme kabiliyetine sahip insanların yüzü suyu hürmetine doğar.
Karamsar olma hakkın yok. İyi olacağız! İyi!
En umutsuz olduğumuz, bittiğimiz birinci dünya savaşı sonrası Selanikli bir yetim geldi, hepsinin içinden geçip Türkiye Cumhuriyetini kurup bize hediye ettiyse; umutsuzluğa yer yok demektir. Atatürk’ün mirasçıları olarak en iyiye en güzele ulaşma çabamız içimizdeki bazılarına rağmen azimle devam etmeli, devam da edecek inşallah. Cumhuriyetin yüzbirinci yıldönümünde kutlamalardaki kalabalığı, coşkuyu, heyecanı görünce içim bir hoş oldu, güvenim daha da bir arttı geleceğe. Umutsuzluğa yer yok. Yaşasın laik Cumhuriyet. Hoşçabakın zatınıza.
Son söz: Dünyanın en ağır duygusu, kimsesiz hissetmek..
Not 1: Hem sayın Erdoğan hem de Cevdet Yılmaz resmen Türkiye’nin gönüllü olarak göçmen alacağını ilan ettiler.
Öncelikle şunu belirtelim: Almanya 2. Dünya Savaşı sonrası vasıfsız eleman ihtiyacını göç alarak karşıladı. Aynı Almanya şimdilerde ise vasıflı, yani okumuş insan göçü alarak karşılamaya devam ediyor.
Türkiye ise vasıfsız göç alıyor. Sanki vasıflı insan gücümüz çok fazlaymış gibi...
Ama biliyorsunuz ki yıllardır Türkiye’nin işsiz sayısı 3-4 milyon civarında seyrediyor. Burada genç işsizler de ayrı bir sorun.
Öncelikle şunu belirteyim ki ‘Her ile üniversite’ mantığı aslında gençleri ömür boyu vasıfsız ve eğitim gördükleri alanlarda çalışamaz duruma getirme projesidir.
Teknik eleman olsun ara eleman olsun artık ülkemizde zor bulunuyor. Hatta vasıfsız işçi sorunu bile yaşanıyor. Ne tarlada çalışacak genç kaldı ne de çıraklık yapacak...
Herkes üniversiteli ama bomboş bir eğitim.
Şimdi bu açığı Suriye’den Afganistan’dan, Irak’tan, Pakistan’dan, Yemen’den, Somali’den vs vs ülkelerden göç alarak kapatacağız. Şimde Lübnan da eklendi. Mantık bu...
Not 2: Ruther Bregman “Çoğu İnsan İyidir” kitabında:
“Dünya üstünde demokrasileri zayıflatan en az yedi bela var: kutuplaşan siyasi partiler, yurttaşların birbirine güvenini kaybetmesi, azınlıkların toplumdan dışlanması,
seçmenlerin ilgisini yitirmesi,
yolsuzluk yapan siyasetçiler,
vergi kaçıran zenginler
ve son olarak da demokrasinin ciddi bir eşitsizlik üstünde yükseldiğinin farkındalığı” diye sıralıyor.
Not 3: Kötülük, bir toplumun eğlence ve izlence görüntüsü altında gittikçe birbirine karşı empati ve duyarlık yeteneğini yitirmesidir. Bireysel acılar hızla kitlenin karşısına görsel kurguyla taşınırken ‘başkasının acısı’ yumuşamakta, en olmayacak olan bile kitlenin iştahı önünde değerden düşmektedir. Bireysel kötülüklerin uçları ve vardıkları sınırlar ile toplum katmanlarının görsellik üzerinden onaylayarak çoğalttığı kötülüklerin tarihselliği tartışmanın yükseldiği yerdir.
Not 4: Sosyal medya hayreti değil şaşırtmayı önceler. Şaşırma reflekstir. Hayret ise estetik coşkuyla düşünsel irtifa arasında gidip gelir. Fakat, asıl şaşırtıcılık televizyonun devreye kamusal bir onay merkezi olarak girmesi ve toplumsal düğümlenmenin gerçekleşmesidir. Denilebilir ki televizyon ekranında sadece görünme arzusu değil orada görünenle bütünleşme ihtiyacı aynı kaynaktan gelir. Kişi/ kişiler, ekrana gelen sesleri, görüntü ve efektleri daha süzmeden anlık bir kabul refleksiyle hayatlarının içine çekmekte sonra da ağır ağır kişiliklerinden sönümlenmektedir. Ekranın kamusallığı kişilerin izleyici olmayı kabul etmeleriyle onaylanmış demektir. Fakat her ekranın arkasında daha büyük bir ‘kurgu’ barınır. Ekrandan yansıyan hiçbir ışık, ses, görüntü ve mesaj masum değildir.
Not 5: “Her yerde faydayı aramak vakar duygusuna sahip özgür kimselerin tutacağı yol değildir.”
Aristoteles
Not 6: Okulların yönetimi tamamen entelektüel uzmanların düşüncelerine ve kararlarına bağlı olmalıdır.
Kant
Not 7: "İnsan önce kendini bilmeyi öğrenmelidir ki sonra başka bir şeyi bilebilsin."
Kierkegaard
Not 8: Fed’in dahi, sahip olduğu onca kredibiliteye rağmen Eylül sonrası başlayan faiz indirimlerinde beklentileri çıpalamakta zorlandığını görüyoruz. Zira piyasa katılımcılarının enflasyon beklentileri düşüş trendini devam ettirse de hanehalkı beklentilerinde bir tedirginlik söz konusu. Gerek University of Michigan’ın ölçtüğü gerekse New York Fed’in ölçtüğü hanehalkı beklentiler 12 ay sonrası için %3’lü seviyeleri zorluyor.
Şimdi dönüp TCMB’ye bakalım. Fed’in bile faiz indirimleri yaparken beklentileri çıpalamakta zorlandığını göz önünde bulunduracak olursak, TCMB’nin acele etmemesi ve zor inşa ettiği kırılgan kredibiliteyi korumaya çalışması çok önemli.
Eylül 2021 sonrası uygulanan hatalı politikalarla TCMB’nin kredibilitesinin daha da yıprandığını söylemek hiç zor değil. TCMB kadrolarının bir yandan faiz indirimini siyasi baskılardan bağımsız olarak gerçekleştireceklerine, diğer yandan da başladıkları işi bitirecek kadar görevde kalabileceklerine vatandaşları ikna etmeleri gerekiyor.
Enflasyon beklentilerini şekillendiren faktörlere baktığımız zaman en belirgin faktörün hanahalkının sık aldığı ürünlerin fiyatlarında gözlemlediği artışlar olduğunu görüyoruz. Buradan yola çıkarak, TCMB’nin ilk faiz indirimine gitmeden önce aylık enflasyonda bir kaç ay üst üste düşüş trendini tespit edip bu şekilde beklentileri çıpalama konusunda bir mesafe katettikten sonra gelecek senenin ilk çeyreğinde ilk faiz indirimini planlaması ve ağırdan alması bence daha uygun olacaktır.
Uzun vadede ise yapılması gereken üretkenliği artıracak yatırımlarla potansiyel üretim kapasitesinin artırılarak enflasyonu aşağı çekilmesidir.
Not 9: Hegemonyayı kırmak mutlak surette ‘cüret’ ister. Cüret hegemonyanın kullanım çubukları, mesela güvenlik güçleri, yapma ya da yapmama emirlerine karşı gösterilen değil havada olan, bir anlamda hiçbir yerde ama aynı zamanda her yerde olmasını sağlayan ideoloji bulutları, bunu sınıf sınıf taşıyan az maaşlı öğreticileri, televizyonları, gazeteleri, sahte ve iki yüzlü ahlakları ve daha da önemlisi, ‘başka türlüsünün mümkün olamayacağı’ düşüncesine karşı bir cürettir. Hegemonya bir yandan senin hiçbir şey yapamayacağına seni ikna ederken aynı zamanda yapabilmen için de ancak kendisi gibi olman gerektiği kanısını yerleştirir. Onun gibi olursan onu kırmak gücünden yoksun olacağından ona karşı da olsan bu karşı olmak bile her gün kendisini yani hegemonyayı yeniden inşa eder. Bu yüzden ‘cüret’ her zaman ‘ütopik’tir çünkü hegemonyayı parçalamayı hedefler.
Not 10: Kasaba yolların kendisine meylettiği yerdir; göle dökülen akarsular misali anayollar da bir bir yayılarak kasabalarına kavuşur. Kasaba bir gövdeyse yollar da elleri ve kollarıdır; gezginler içinse üç ya da dört yol ağzının kesiştiği bir geçiş noktası, bir uğrak yeridir. (…) Bu anlattıklarım, bize kasabalıların ne menem bir yozlaşmaya meyilli olduğu konusunda fikir verir. Kendileri şuradan şuraya gitmedikleri halde, yanı başlarında ya da az ötede sürüp giden yokçuluklardan bitap düşmüşlerdir.
Thoreau
Not 11: Ölü şehrimin insanları, ölü şairler gibidir
Çünkü şairler gibi şehirlerin de ülkede
Öldükten sonra değeri bilinir; köşedeki mobilyacı
Alt kattaki musluk tamircisi, yan sokakta
Yorgancı, ancak öldükten sonra benimsenir.
Çünkü ölü şairler bu ülkede, anca öğrenilir
Çünkü ölü şehirler bu ülkede, ölü şairlerle
Dalında kuruyarak olgunlaşan kiraz, erik, elma gibidir. Ali Cengizkan
Not 12: Toplumsal yılgınlığın en önemli sebebi; iyilerin layığınca ödüllendirilmemesi, kötülerin hak ettiklerince cezalandırılmamasıdır.
Can mukaddestir. Silkinmeliyiz.
Cana kıyanların en ağır cezalarla cezalandırılmasını, gün yüzü görememelerini dilerim.
Not 13: Misafirliğe gittiğim evde, ilk defa tanıştığım ev sahibinin bana zehirli bir yemek sunmadığını nasıl bilebileceğim? Sabah neşe içinde çıktığım evime aynı huzur ve neşe içinde dönebileceğimin bilgisini nereden alıyorum? Bu soruların cevabı bir kelimede düğümleniyor: Güven.
Not 14: Hiç bu kadar çok bilgiye sahip olmamıştık ama bilgeliği mumla arıyoruz. İletişim için hiç bu kadar çok araca sahip olmamıştık ama anlayışımız çok kıt. Pek çok modern teknoloji iyileştirmek için değil, öldürmek için kullanılıyor. Ve utanç duyulması gereken şeyler genellikle alkışlanıyor, aferin alıyor. Dünyanın üzerine titremesi gereken çocuklar, psikopat yeni naziler tarafından yakılarak, kurşunlanarak öldürülüyor. Yeni karanlık çağa hoş geldiniz.
Not 15: Geçen sezon 2000 TL’ye aldığım ayakkabının 6000 TL’ye çıkarılıp %50 indirim promosyonuyla 3000 TL’ye satıldığını gördüm.
Not 16: CHP'nin temel sorunu, iki sandalyeye birden oturmak istemesidir.
Hem Kemalizmin mirasçısı olacaksın hem de her hıyara tuz alıp koşacaksın.
Tutmaz!
Not 17: "Ne korkunç bir iklimdi çocukluğum
Uyku yansın yürek mecburlansın
Beden bedende artmaya can bedeni aşmaya
Ağız ilk şanlı yemek
Olan ölümü
Başlasın anlatmaya
İz sürmek bundan gerek
Ok bize düşmüş kemiği deşmişti"
İşaret Çocukları/Cahit Zarifoğlu