İsrail Gazze’de orantısız şekilde güç uygulayarak bombalamaya devam ediyor. İsrail kendisinin 11 Eylülü gibi görüyor ve o şekilde lanse ediyor ve işliyor konuyu sosyal medyada, basında Aksa tufanı harekatını.

Hani şu ana baksanız zannedersiniz Filistin işgalci, İsrailliler masum, uysal, zararsız. Kudüs ve etrafında iki uluslu devlet istemeyen, yerleşim genişletme bahanesiyle biteviye işgale devam eden bugüne kadar hep İsrail. İshak’ın oğulları İsmailin evlatlarını 60 Yıldırım acımasızca arkasına batıyı ve abd yi alarak katlediyor. Hamas ne yapsın bu işgal karşısında. Cevap verse terör oluyor, cevap vermese ülkesi gözünün önünde elden gidiyor. 

Baksanıza İsrail’in yaptığına. Tam Gobbels tekniği. Yalanlarla dünya kamuoyu manipüle ediliyor İsrail ve Batı tarafından. O zaman hadi gelin bir zamanları Hitlerin uyguladığı teknikleri sıralayarak yazıyı noktalayalım.

Nazileri iktidara getiren propagandaların ve kitleleri ikna eden yalanların ustası Joseph Goebbels'in teknikleri akıl sınırlarımızı zorluyor. Acı olan Hitlerin zulmettiği Yahudilerin evlatları şimdi orantısız şekilde Gazzeli müslümanlara bomba yağdırıyor. Umarım İsrail’de sağduyu hakim olur ve bir şekilde Filistin yönetimiyle uzlaşma ve anlaşma sağlanır.

1- "Düşmanınıza odaklanmaktan geri durmayın, ortadaki sorunların tümünü tek bir odağa yönlendirin. Kötü giden şeylerin sorumlusu artık o düşman olmalı."

2- "Propagandayı gerçekleştiren kişi olaylar, halkın görüşü ve gidişat hakkında haberdar olmalı ve propaganda tek bir kaynaktan yapılmalıdır. Çok seslilik propagandanın etkisini yitirmesine yol açar."

3- "Yapılan propaganda 'düşman' her kimse onun politikasını, planlarını etkileyecek kuvvette olmalıdır. Bazen ulaşılması istenen belgeler sızdırılmalı, gizlilik hallerinde ise her şey müthiş bir gizlilik altında tutulmalıdır."

4- "Propaganda esnasında yalan söyleyin, inananlar olacaktır. Şayet başarısız olduysanız yalan söylemeye devam edin. Elbet birileri inanacak. Bu yalanlar halkı bilinçlendirmeye, düşmanları sindirmeye yarayacaktır. Ayrıca bir şeyi tekrarladığınız sürece insanların ona inanma oranı da artar."

5- "Herhangi bir propagandanın gerçek ya da yalan olduğunu o propagandanın kaynağı belirler."

6- "Propagandada kullanılan yalanlar ne kadar büyük olursa insanların onlara inanması kolaylaşır, yalanın etkisi artar."

7- "İnsan beyninin tembelliğini unutmayın ve ona göre hareket edin. Tembel zihin propagandayı daha kolay sindirir."

8- "Halkın zihni her zaman sıcak tutulmalıdır, soğumasına ve işlerin olağan akışına dönmesine izin verilmemelidir."

9- "Propagandanızda rakibin üstün yanları olduğunu asla kabul etmeyin, bu durumdan sadece sizin haberiniz olsun."

10- "Liderlerin prestiji propagandanın yaratacağı etkileri değiştirir. Tam da bu sebeple Hitler, belli başlı kişileri toplum önünde yüceltmiş, onların toplumda yaratacağı etkiyi artırmayı amaçlamıştı."

11- "Hukuk ve yargı sisteminin devletin efendisi olmasına izin vermeyin. Hukuku, devlet politikalarına hizmet ettiği ölçüde kullanın, ikinci planda tutun."

12- "Aydınları hedef almayın, propagandanın hedefi her zaman kalabalık toplum kitleleri olmalıdır. Kalabalık kitleleri ikna etmek birkaç aydını ikna etmekten her zaman daha kolaydır."

İnsan zihnini yönlendirip yalanları gerçeklerin yerine koymaya çalışan, düşman kavramı üzerine kurulu bu korkunç ilkeler hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Allah dünyayı Hitlerlerden ve Goebbels tarzı okumuşlardan korusun. Derinlik ve enginlik sahibi yapmıyorsa insanı eğitim ve entelektüel birikim ne işe yarar ki!

Not 1: Tek kelimeyle söylemek gerekirse din, siyasettir. Siyaset ise toplumu belli bir amaca yönelik olarak eğitip yönetmektir. Yönetimin başarılı olması için yönetenin, yönettiklerine, onları hangi kurallara göre yöneteceğini açıklaması gerekir. Kişinin din diye gördüğü şey, işte bu kurallar kümesinin kurumsallaşmış halidir. Din, Akat'ça yasa ve yargı anlamına gelen “dinu” kelimesinden türemiştir. Dolayısıyla dinin sözlük anlamı “yasalar ve yargı”dır. Bu açıdan bakılırsa din hukuktur. Bilinen adıyla şeriattır. Daha geniş bir tanımla, din, yönetenle yönetilenler arasında bağıtlanmış bir “toplumsal sözleşme”dir. Bu sözleşmeyi “kurucu yöneten” yazmıştır. Sonradan göreve gelen yöneticiler ve yönetilenler ise zaman içinde bu sözleşmeyi işlerine geldiği şekilde veya değişen dünya şartlarına uyum amacıyla değiştirirler. Bu da dinin evrim sürecidir. Hukukta “cuius regio, eius religio” diye, motamo çevirisi “ülke kiminse, onun dini” anlamına gelen bir ilke vardır. Kısaca bu, bir ülkede, oranın hakimi olanın “dini” (yasaları) geçer demektir. Bir devlet kurucusu olan Hz. Muhammed de hicret ettiği Yesrib beldesinin adını tebliğ ettiği “din”in (yasalarının) geçerli olacağı yer anlamına gelen Me-din-e olarak değiştirmiştir.

Rakiplerini savaşta yenerek, bir ülkeye hükümran olan kişi, o ülkede geçerli olacak yasaları yapma gücünü silahından (kılıç hakkı) alır. Ancak bu hakimiyetini temellendirmek için silah gücünden başka bir “güç kaynağına” daha ihtiyaç vardır. Sonsuz güç kaynağı, insanların evrenin gerçek hakimi olarak kabul ettiği “İlah”tır. Savaş kazanarak başa geçen kişi, yöneteceği insanları, aslında kendisini o ilahın (Tanrı) görevlendirdiğine ikna edebilirse sorun kökünden çözülecektir. Ancak bunun için birilerinin şahitlik etmesi gerekir. En iyisi o birilerinin, eski Mısır'da olduğu gibi “RA”nın (ilah/put) içinde bulunduğu mekanın bakımını yapan hizmetkarlar (rahipler) olmasıdır. Böylece ortaya yeni bir ittifak çıkar. Ra'nın hizmetkarı olan rahipler, firavunun, Ra (Güneş Tanrısı) tarafından seçildiğine tanıklık ederler. Firavun da bu tanıklıklarına karşılık olmak üzere onlara maaş bağlar ve tapınakların inşa ve ihyası için bütçeden ödenek ayırır. Böylece din ile siyaset bütünleşir. Bu teokrasidir. Anlamı güç “Teo/İlah”ındır demektir. İlahiyat veya teoloji sözcükleri “Teo/ilah”tan gelir.

Not 2: Önceleri bir yerden başka bir yere kilometrelerce yürüyerek gidilebiliyordu. Vücut çok gerekliydi. Ekin biçmek, ekmek pişirmek, hayvanları otlatmak... Oyun oynamak bedenin çalışması, gelişmesi demekti. Ulaşım ve iletişim araçları teknolojilerinde yaşanan devrim, bilgisayar oyunları, ev aletlerindeki yenilikler, hayatın önce makineleşmesi ve sonra da dijitalleşmesi. Vücudun aktivite alanlarının sınırlanması. Günümüzde vücut insana adeta yük oluyor, diyebilirim. Vücut gelişen teknoloji sayesinde eskisi kadar kullanılmıyor. Önceden kol, bacak, ayak, güç önemliyken günümüzde gözler daha çok kullanılıyor. Hatta gözler kullanılması gerektiğinden daha fazla çalışıyor, yıpranıyor ve yoruluyor. Bakmak da sadece bakmak olmakla kalmıyor daha dikkatli bakmak, seçici, eleştirel bakmak ve görmek oluyor. Kameralar var, nerede kamera varsa orada poz vermek var. Her an her yerde poz veriyor olmak, güzel görünmek telaşı da var.
Bakıyoruz… her şeye bakıyoruz. Bilgisayara bakıyoruz, komşulara bakıyoruz, yaptığımız paylaşıma kaç kişinin baktığına bakıyoruz. Herkes bize baksın istiyoruz, birbirimize bakıyoruz. Bize birileri bakıyorsa bakımlı, bakılacak biri, bakılmaya değer biri olma çabamız başlıyor. Biz de başkalarına bakıyoruz ve baktıklarımızın bakılmaya değer biri olmasını istiyoruz. Bu kadar bakarken ve bakılırken görünmek, göstermek ve görünerek ve göstererek dikkat çekmek derdine düşüyoruz. Her ne kadar‚ “iç güzellik önemli” klişesiyle yaşasak da biz makyajımıza, saçımıza önem veriyoruz. Görünmek ve göstermek öne çıktığı için de vücudumuzu, görünümümüzü sahneliyor, “teşhir”; ediyoruz. Röntgenci ve teşhirci olduğumuz bir ilişkilenme belirleyici olmaya başlıyor. Tenimiz bir sahne perdesi gibi makyaj, dövme, delmelerle dolu ve vücudumuzu teatral şekilde sunuyor, sahneliyoruz. Kaslarımız, vücudun elbiseyle teşhir edilmesi. Bu yazdıklarım bu insanları değersizleştirme, tutumlarını aşağılamaya yönelik değil. Sadece eleştirel belirleme. Yani başka türlü bir anlama çabası.
Bazı organlar çok az kullanılırken (ekranlarda dönen gözler, klavye kullanan parmaklar gibi) bazı organlar da az kullanılmaya başlandı. Bu az kullanılan organlar başa bela olmaya başladı çünkü bazı organların gereğinden fazla kullanılması vücuda yük olurken aynı zamanda az kullanılan organlar ‘paslanmaya’ ve böylece de acı vermeye başladı. Bu kullanılmayan organların acılarını dindirmek için de spor yapıyoruz. Yürümek bir adresten biz başka adrese ulaşmak için yaptığımız bir eylemken oturmaktan ötürü ‘paslanan’ organlarımızı pastan arındırmak için yürüme batlarında anlamsızca ve saatlerce yürüyoruz. Bu anlamsızlığı da anlamlandırıyoruz: Kalori kaybetmek, zinde olmak, zayıflamak gibi...
Online olmak, günlerce film izlemek, sosyal medyada gezinmek bir yandan çok şey yapmış, her şeyden haberdar olmuş duygusunun yanı sıra bir şeyleri kaçırdım duygusu da bırakıyor. Kullandığımız aletler çok şey yapabiliriz, çok hızlıyız, duygusu vererek muhteşemlik, yücelik, hakimiyet duygusunu yaşatıyor. Ama işte bu zirveden düşüş de çok hızlı ve ani olabiliyor. İnternetin olmaması, telefonun aniden kapanıp açılmaması gibi zorluklar ‘sonsuz çaresizlik’ ve güçsüzlük duygusu ve buna bağlı şekilde öfkeye yol açıyor. Bir bebeğin bağımlılığına benzer bir bağımlılık ve aynı zamanda travmatik bir an (çaresizlik ve etkin olamama, etkileyememe hali). Bir yandan tanrısal narsistik bir ruh hali, ama bu tür düşüşler de mevcut. Kısacası güvencesizlik ve bunun sürekliliği.

Not 3: Vücut ‘güzelliği’ için acı çekmek. Eckhardt burada bir konuya dikkat çeker: Sporcularda da gördüğümüz, vücuda antrenmanlarda ve yarışmalarda bir yere kadar yüklenme ve bir sınır geçildikten sonra artık vücudun acıyı hissedememesi ve böyle bir sınırı geçmenin (acıyı geçmek, acı çekilebilecek bir şeyde acı çekmemek, acıdan arınmak tanrısal bir özellik. Melekler, periler ve tanrılar acı çekmezler. Yani insan olma halini geçmek, insan olma sınırını geçme) verdiği mutluluk ve orgazmik (orgazm benzeri haz) bir mutluluk anı.

Bunun bir diğer anlamı kişinin vücudu zorlayarak, acıyı da geçerek vücuduyla haz ilişkisi kurması. Otoerotik bir ilişki. Vücudu kendisine partner seçmesi ve vücuduyla antrenmanlar sayesinden yoğun bir ilişki kurması, vücudunda başardığı değişiklikleri aynada sürekli izlemesi. Bu tür spor salonlarının aynalarla çevrili olması. Narsistin kendisini suda izlemesi gibi kendisini izlemesi.

Not 4: Eşitlik ve kendini yönetme iddiasına rağmen, bugüne kadar her seferinde ortaya çıkmış eşitsizlikler haritası, günümüzün demokrasi krizinin sanıldığı gibi konjonktürel değil, aslında yapısal ve hatta ontolojik olabileceğini gösteriyor.

Genelde piramit şeklinde sembolize edilen hiyerarşi tablolarında dikey boyuttaki konum, yani üstte (yukarıda) veya altta (aşağıda) olma durumu, ilgili kesitin niteliğiyle veya etkisiyle (nüfuzuyla) ilgilidir. Yatay boyutta hacim (büyüklük ve küçüklük, incelik ve kalınlık ya da genişlik veya darlık) ise daha çok ilgili kesitin niceliğiyle (nüfusuyla) ilgilidir.
Mesela sınıfsal düzlem veya genelde siyasi ilişkilerle ilgili konvansiyonel hiyerarşik tablo, çoğunlukla piramit örneğiyle temsil edilir; yani üst sınıflardan alt sınıflara indikçe kesitler niceliksel olarak farklı oranlarda büyür.

Amerika’da kolektif düzlemde hiyerarşinin en önemli kategorilerinden olan ırka dayalı kast sistemini yıllarca süren bir çalışmayla çok başarılı bir şekilde analiz eden Wilkerson’un, her biri ayrıca ele alınarak tartışılması gereken ‘sekiz dayanak’ modeli, Osmanlı ve Türkiye’de kast sistemini tartışırken neyi kastettiğimi çok iyi açıklayacak niteliktedir:
1. İlahi irade ve doğa kanunları
2. Kalıtsallık
3. İçevlilik – evlilik ve çiftleşmenin kontrolü
4. Kirlilik ve saflık
5. Mesleki hiyerarşi
6. İnsandışılaştırma ve damga
7. Yaptırım olarak terör, kontrol aracı olarak zulüm
8. Doğuştan gelen üstünlük ve doğuştan gelen aşağılık
Modern Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi bağlamında bu kriterlerin, farklı kategorilerde farklı şekillerde olmak üzere, kolektif kimlik düzleminde gözlemlenen kast sistemini anlamak için çok yararlı olduğunu görmek gerekiyor.
Öyle ki yazarın şu ifadesine “ister modern Osmanlı ve Türkiye olsun” ibaresini de eklemek işten değildir:
“Bunlar kastın dayanaklarını oluşturan, üç büyük kast hiyerarşisinin arasındaki paralellikleri, örtüşmeleri ve ortak noktaları incelerken derlediğim tarihi prensiplerdir. Bu ilişkiler ister Amerika, ister Hindistan ister Nazi Almanyası olsun, bir kast sisteminin üzerine inşa edildiği ilkeler, bir kast sisteminin işleyebilmesi için kültürün ve kolektif bilinçaltının derinliklerine gömülmüş olan inançlardır.” 

Kast sisteminde üsttekilerin avantajlarının ortadan kalkması veya aşınması meselesi, doğrudan demokrasi sorunsalıyla, o da daha geniş çerçevede modernleşme süreciyle doğrudan ilgilidir.
Nitekim, modernleşme sürecinde elitler tarafından ulus, cumhur veya demos olarak tahayyül edilen modern toplum, farklı grupları ve/ya tüm bireyleri karar süreçlerine katma, yani bir şekilde kendini yönetme olanağı sunma iddiasına sahiptir:
* Üyeleri eşit ve kardeş olması öngörülen ulusun (yani belli bir etnik grubun veya modern devlet yurttaşlarının) kendi kaderini tayin etmesi anlamında ulus-devlet
* Cumhurun kendini yönetmesi anlamında cumhuriyet
* Demosun kendini yönetmesi anlamında demokrasi
* Çoğunluğu oluşturan emekçilerin veya ezilenlerin, daha doğrusu zamanla sadece onlardan oluşacak olan toplumun (her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da) kendini yönetmesi anlamında sosyalizm (toplumculuk).

Paradigma düzeyinde moderniteyi (tarihsel örnekleriyle) dikkate almadan bu krizi tartışmak, kaçınılmaz olarak detaylarda boğulma riski taşımaktadır.

Not 5: JP Morgan TL çok ucuz demiş.
Aktif büyüklüğü 3.87 Trilyon dolar olan yatırım bankası diyor, yani JP Morgan için 10 milyar dolar çerez parası bile değil.
TL çok ucuz ise sen 10 milyar dolar karşılığı TL risk alsana saç çıkaran krem satan kel başlı JP Morgan.

Not 6: Kuzeyimizde savaş vardı. Şimdi güneyimizde de başladı. Bir yandan sınırdışı operasyon devam ediyor. Bu ortamda ekonomimiz pamuk ipliğine bağlı.  Çok can sıkıcı..

Not 7: Dünyadaki gıda tekelleri, son 3 yılda, kârlarına kâr katmış, roket gibi fırlatmış...

Not 8: Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından izleyen gözlemciler, İsrail’i müthiş aciz gösteren bu gelişmenin, 1973 yılında, yine İsrail için kutsal böyle bir Yom Kippur günü, Mısır ve Ürdün ordularının ani saldırılarıyla başlayan savaştan bu yana, İsrail’in hiç karşılaşmadığı ciddiyette olduğu görüşündeler. 
Hamas’ın günler, haftalar, çok muhtemeldir ki aylar öncesinden hazırlığını yaptığı kalkışmadan, İsrail’in o çok övündüğü istihbarat örgütlerinin haberi olmadığı anlaşılıyor.
Filistinlilerden gelecek tehditlere karşı kendilerini koruyacağı güvencesine sahip İsrailliler, dün bütün gün, ordularının nerede olduğunu, neden yardımlarına gelmediğini sorup durdular.
Bunun anlamı şu: Dün yaşanan ve halen devam eden girişim sonrasında, buna nasıl cevap verirse versin, İsrail artık eskisi gibi olamayacak. İsrailliler kendilerini bundan böyle güvende hissedemeyecekler. 

Not 9: Bundan tam 13 yıl önce Gümüşsuyu’nda bir apartmanda çok üzücü bir olay gerçekleşti.
Nazlı Sinem Erköseoğlu isimli bir genç kız, bir apartman boşluğunda cansız halde bulundu.
Genç kızın Can ve Emre Paksoy kardeşlere geldiği ve iki kardeşin oturduğu daireden düştüğü anlaşıldı.
Araştırma sonucunda kızın Paksoylara ait dairenin söz konusu boşluğa bakan camından atıldığı, pencere çevresinde Paksoy kardeşlere ait el ve parmak izlerinin bulunduğu, genç kızın direnmeye çalıştığı bulgularına rastlandı ve dava açıldı.
Ancak Paksoy ailesi zengin ve güçlü bir aile idi.
Dava delil yetersizliğinden beraatla sonuçlanınca herkes şaşırdı.
2014 yılında sonuçlanan dava genç kızın ailesinin itirazı ile Yargıtay’a taşındı.
Bu arada Can Paksoy yurt dışına kaçtı.
Yargıtay kararı “Duruşmaların Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na haber verilmediği” gerekçesi ile bozdu.
Yargılama yeniden yapıldı.
2020 yılında bir kez daha beraatla sonuçlandı.
Erköseoğlu ailesi yine Yargıtay’a gitti.
Ve tam 13 yıl sonra Yargıtay bir kez daha karar verdi.
Yerel mahkemenin kararı bozuldu.
Yargıtay sanık Can Paksoy’a müebbet hapis cezası verilmesini talep etti.
Ancak ilginçtir.
Karar daha taraflara bildirilmeden, bir şekilde medyaya sızdırıldı.
Ve muhtemelen bu arada Can Paksoy bir kez daha yurt dışına kaçacak zamanı buldu.
“Bu işler nasıl oluyor da oluyor” diye merak ediyorsanız Paksoy Holding’in iştigal alanlarını bir bakın.
Nasıl olduğunu anlarsınız.