Teknoloji elitleri...
“Geçmişi anımsayamayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdur.” George Santayana Yapay zekânın farklı kullanımlarından söz ettiğimiz, dijital teknolojilerin...
“Geçmişi anımsayamayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdur.”
George Santayana
Yapay zekânın farklı kullanımlarından söz ettiğimiz, dijital
teknolojilerin gündelik yaşamın her alanına yayıldığı ve artık
dijital okuryazarlıktan dijital istismara dek farklı konuların
gündeme yerleştiği bir dönemde, Massachusetts Teknoloji
Enstitüsü’nden (MIT) ekonomistler Daron Acemoğlu ve Simon
Johnson’ın İktidar ve Teknoloji (Power and Progress) kitabı Cem
Duran’ın çevirisiyle ve Doğan Kitap etiketiyle kısa süre önce
yayımlandı.
Teknolojinin 1.000 yılını mercek altına alan kitap, aslında bizi
dijital gelişmelerin günümüzde yarattığı o masal dünyasından
uzaklaştırıp kar soğuğu gibi sert bir gerçeklikle yüzleştirmeye
çalışıyor: Teknolojik gelişmeler, paylaşılan ve daha adil bir refah
ortamı doğurur mu? Yoksa bu gelişmeler, en tepede bir eli yağda bir
eli balda yaşayan küçük bir “teknoloji eliti” ile onun altında
nüfusun çoğunluğunun sefalet içerisinde yaşadığı ikili bir toplum
modelini mi körüklüyor? Dijital teknolojilerin büyük şirketleri ve
antidemokratik hükümetleri güçlendirmek için kullanılmaması için
neler yapmalı?
Teknolojik ilerleme, toplumlarda eşitliği artırabilir, ancak doğru
politikalar uygulanırsa… Yani, teknolojiye dair doğru tercihlerde
bulunursanız yeni iş fırsatları yaratırsınız, gelirleri
artırırsınız, eğitimden sağlığa dek farklı alanlarda iyileştirmeler
başlatırsınız ve toplumların yaşam standartlarını yükseltirsiniz.
Ama bunun için de örneğin sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı
toplulukları teknolojik gelişime ve ekonomik ilerlemeye dahil eden
politikalar uygulamanız, teknoloji şirketlerinin davranışlarını
denetlemeniz, işgücü piyasasını düzenlemeniz gerekiyor.
Değirmenlerden Günümüze
Bu konuda Orta Çağ’da yaygınlaşmaya başlayan değirmenlerden örnek
veriyor Acemoğlu ve Johnson. Bu değirmenlerle birlikte tarım
ürünlerinin işlenmesi, un üretimi gibi önemli iyileşmeler
yaşandıysa da, köylülerin yaşam koşullarında çok büyük iyileşmeler
olmadı. Zira değirmenler halen arazi sahiplerinin ve kiliselerin
kontrolündeydi. Yani kazançları sadece dar bir elit çevre elde
ediyor ve değirmenleri kimin kullanabileceğini belirleyerek
rekabeti ortadan kaldırıyordu.
Bir yandan da bu çevreler elde ettikleri gücü sergilemek için
devasa katedraller ve kiliseler inşa ederek teknolojik ilerlemeden
sağlanan ekonomik gücün neredeyse beşte birini bu inşa süreçlerine
ayırıyorlardı. Ayrıca yeni tarım teknolojileriyle birlikte yeni
makineler kullanılıyor, üretkenlik artıyor, ancak feodal lordlar
daha fazla işçi istihdam etmek yerine mevcut köylüleri daha fazla
sömürüyor, çalışma saatlerini uzatıyor, reel gelirlerini
düşürüyordu.
Benzer şekilde, çırçır makineleri icat edildiğinde ABD, dünyanın en
büyük pamuk ihracatçısına dönüştü, ancak bir yandan da Güney
Amerika’da kölelik sistemi daha da yaygınlaştı.
Yani bir açıdan bu işçilere dendi ki: “Tüm bu teknolojik
iyileştirmelerden sizin büyük büyük büyük torunlarınız
faydalanacak, ama sizler biraz zor zamanlardan geçip açlıkla ve
sömürüyle sınanacaksınız, daha uzun süreler daha zor koşullarda
çalışacaksınız.”
Tarım teknolojilerinin iyileşmesine rağmen emekçilerin
yoksulluğunun artmasının sebebi ise, gerek aristokrasinin şiddet
araçlarını kontrol etmesi, gerekse ruhban sınıfının bu kesim
üzerinde ikna gücünü kullanması ve var olan hiyerarşinin
meşruluğuna karşı itiraz etmelerini sağlamasıydı. Yani dini ve
seküler elit bir araya gelerek yeni teknolojilerin sadece küçük bir
zümrenin yaşam standartlarını artırmasını sağlamıştı.
Acemoğlu ve Johnson, Orta Çağ Avrupası’nda köylüler sefil halde
yaşarken elitlerin konforlu bir hayat sürmelerini, yani bu dengesiz
sosyal güç dağılımını, teknolojinin sosyal sınıflar arasında taraf
tutan doğasıyla ilişkilendiriyor ve “teknolojinin kullanılma
biçimi, gücü elinde tutanların vizyon ve çıkarlarına göre
şekillenir” diyorlar.
Bilgisayar Devriminden Günümüze
Dolayısıyla dijital teknoloji, gücü elinde bulunduran küçük bir
zümrenin kontrolü altında, bu yüzden de teknoloji her zaman
toplumun yararını gözetmiyor. Örneğin, bilgisayar devrimi sonucunda
1970’lerin ortalarından sonraki ekonomik büyüme işçilerin reel
ücretlerine yansımadı; oysa işçilerin ortalama üretkenliği artmaya
devam etti.
Yani, ABD’de 1950’ler ve 1960’lardaki refah paylaşımı modeli
sönümlendi, teknolojik gelişim emek-karşıtı bir yöne savrulurken iş
yerleri yeniden yapılandırıldı, “yönetim danışmanlığı” gibi bir iş
alanı ortaya çıktı ve basit, rutin, vasıf gerektirmeyen işler
azaldı.
Bunu öncelikle “çaycılık” gibi bir iş kolunun ortadan kalkarak
yerini herkesin kendi çayını kendisinin aldığı bir modele
geçilmesiyle gördük. Ama iş burada da kalmadı. Üniversite eğitimi
olmayan işçiler, artık iyi ücretli işlere ulaşamaz hale geldi;
düşük ve orta vasıflı ofis işlerinde ücretlerde düşüş yaşandı.
1980’lerde başlayan otomasyon eğilimi sonucu insan emeği
“gereksizleşti”.
Hep verilen bir örnek vardır: 1984 yılında doğan Amerikalı
çocukların sadece yarısı ebeveynlerinden daha fazla para
kazanırken, bu oran 1940 yılında doğanlarda yüzde 90 idi.
Ayrıca birçok orta vasıf gerektiren mavi yakalı işin de ortadan
kalkması, eşitsizliği artırdı. Yani bu iddiaya göre, küreselleşme
ve otomasyon birbirini eşitsizlik lehine besledi. İşgücü
maliyetleri düştükçe işçiler devreden çıktı. “Amerikan Rüyası”nın
gerçeğe dönüşmesi peyderpey zorlaştı, gelir dağılımı dünyanın her
yerinde en zengin kesim lehine dengesizleşti; işçi haklarını
savunan güçlü sendikalar olmaması da işçilerin teknoloji karşısında
söz haklarını yitirmelerine yol açtı. Kısaca, ABD’de teknolojinin
yönünü büyük şirketler belirler oldu ve bu şirketler de insanların
kusurlarına bağımlılıklarını azaltacak yazılımları tercih etti.
Tesla da Aşırı Otomasyondan Vazgeçti
Ancak son dönemde Elon Musk’ın elektrikli otomobil şirketi Tesla
fabrikasında da fark ettiği bir durum ortaya çıktı ve başlangıçta
tüm imalatı otomatikleştirme niyetine rağmen maliyetler artıp
gecikmeler başlayınca kendisine “Aşırı otomasyon hataydı. Benim
hatamdı. İnsanların önemini fazla küçümsedik” dedirten bir noktaya
gelindi. Çünkü otomasyonun da bir limiti vardı ve insanların
yaptığı birçok ince işi yapamıyorlardı.
Öte yandan, örneğin kitapta da atıfta bulunulan Silikon Vadisi
girişimcisi Paul Graham’ın buram buram elitizm kokan şu sözü
oldukça sembolik: “Ekonomik eşitsizliği artırma konusunda uzman
oldum. Geçtiğimiz on yılda bunu yapmak için çok sıkı çalıştım.
Gelir eşitsizliğini engellemek için insanların zengin olmasını
engellemeniz gerekir. İnsanların zengin olmasını engellemek için de
yeni şirketler kurmalarını engellemeniz gerekir.” Yani, Acemoğlu ve
Johnson’ın ifadeleriyle, “Çalışanların çoğunu ütopya değil distopya
bekliyordu: İşlerini ve geçim kapılarını kaybettiler”.
Ancak, aynı dijital devrim sürecinden geçen diğer Batılı ülkeler,
daha farklı tercihler yaptı: Dengeleyici bir karşıt güç olarak
sendikaları devre dışı bırakmadılar, işçi temsilcilerinin rolüne
önem verdiler, ellerindeki eğitilmiş mavi yakalıların marjinal
verimliliğini artıracak teknolojik ve organizasyonel düzenlemeler
yaparak otomasyonun eşitsizlik üzerindeki etkisini azalttılar,
gelişmiş makineler kullanırken bir yandan da işçileri eğittiler,
esneklik ve inisiyatif alma gibi beceriler kazandırdılar.
Bu noktada ilginç bir örnek de var kitapta: “Endüstriyel işçi
başına düşen robot sayısı ABD’nin iki katından fazla olan
Almanya’da endüstriyel otomasyon daha hızlı olduğu halde şirketler
mavi yakalı işçileri yeniden eğitmeye özen gösterdiler ve onları
teknik, denetleyici veya beyaz yakalı mesleklere kaydırabilmek için
çaba sarf ettiler.” Bir diğer deyişle, dijital programları iyi
eğitimli işçilerin kullanmasını sağlayarak, örneğin fabrikalarda
tasarım ve denetime katkı sunmalarının önü açıldı. Benzer şekilde
Japonya’da da hem otomasyon yaygınlaştı hem de çalışanlar için
komplike ve iyi maaşlı yeni iş alanları yaratıldı.
Teknolojik Devrim ve Pembe Gözlükler
Doğru; teknolojik ilerlemeler sayesinde yaşamlarımız çok daha
“zengin”, çok daha “konforlu”, çok daha fazla “çoktan seçmeli”.
Doğru; teknoloji sayesinde ortalama insan ömrü uzadı, mesafeler
kısaldı, yaşam standartlarımız iyileşti; bilgisayar devrimi
yaşandı.
Ama teknoloji konusunu toz pembe görmeksizin, iktidar ile teknoloji
arasındaki geçişkenliğin yeniden ele alınması şart, çünkü ancak bu
şekilde teknolojinin bir gözetim aracı olmaktan çıkıp
demokratikleşmeye fayda sağlaması mümkün olur.
Teknolojiyle birlikte üretkenlik artışının doğurduğu refahın
toplumda genele yayılması için, yeni teknolojilerin işçilerin
marjinal üretkenliğini artırması ve kazanımların da şirket ile
çalışanlar arasında paylaşılması gerekiyor. Yani, bir otomasyona
giderek işçi maliyetlerini azaltabilirsiniz, işçilerin topluca
işten çıkarılmasına da yol açabilirsiniz, üretim sürecinde yeni
görevler yaratarak işçileri daha verimli de kullanabilirsiniz.
Dolayısıyla teknoloji refah paylaşımını da sağlayabilir,
eşitsizliği de artırabilir. Burada belirleyici olan, teknolojiyi,
bilimi, inovasyonları nasıl bir vizyonla kullanacağımız. Bir diğer
deyişle, nereye varmak istiyoruz? Bu hedefi izlerken hangi
yollardan geçeceğiz? Önümüzde ne tür alternatifler var?
Eylemlerimizin artı ve eksilerini nasıl hesaplayacağız? Arap
Baharı’nda Facebook ve Twitter üzerinden koordine olan
protestocuların bu dijital araçlar sayesinde özgürleşme
hareketlerini başlamasından yana mı olacağız, yoksa belirli bir
zümreyi güçlendirmek adına sosyal medyayı yanıltıcı bilgilerin
aşırılık yanlıları tarafından pompalandığı alanlar haline mi
getireceğiz? Yurttaşlarının internette neler görebileceklerini ve
kimlerle iletişime geçeceklerini sınırlamak için başlatılan Çin
Güvenlik Seddi’nden mi yana olacağız, yoksa daha cesur bir yeni
dünya mı kurgulayacağız?
Bunun için Acemoğlu ve Johnson tarihsel perspektiften ve 1.000
yıllık insani gelişim sürecinden çok çarpıcı örnekler veriyor ve
şunu diyorlar: “Geçmişteki geniş tabanlı refah, otomatik veya
garanti edilmiş teknolojik ilerlemenin sonucu değildi… Bugün dünya
genelindeki çoğu insan, atalarımızdan daha iyi durumda çünkü daha
önceki endüstri toplumlarında vatandaşlar ve işçiler, teknoloji ve
iş koşullarıyla ilgili elit yönetim tarafından belirlenen
seçeneklere karşı çıktılar, teknik gelişmelerden kaynaklanan
kazançları daha adil bir şekilde paylaşma yollarını
zorladılar.”
“Batmak İçin Çok Büyük”
Acemoğlu ve Johnson’ın vardığı bir başka nokta ise, teknolojik
gelişimi ilerlemeyle eş tutanlar, aslında bu söylemi topluma
dayatma gücü olanlar. Yani toplumu bu yönde ikna edebilen kişiler,
örneğin Wall Street bankacılık krizinde bazı bankaların “batmak
için çok büyük olduğu” söylemine de herkesi inandıran kesimlerin ta
kendisi.
Kitapta ayrıca yapay zekâ ve otomasyonun mutlaka iş kaybı ve
eşitsizliğe yol açacağı iddiası da tartışmaya açılıyor ve
insan-makine işbirliğinin faydalı yönlerine dikkat çekiliyor.
“Makine yararlılığı” (machine usefulness) kavramı üzerinden, kâh
yapay zekâ kâh makineler ve algoritmalar sayesinde insanların
yeteneklerinin geliştirildiği, yeni istihdam alanlarının
yaratıldığı, üretkenliğin arttığı ileri sürülüyor. Bu açıdan,
örneğin bir mimarın bilgisayar destekli tasarım programına
erişimiyle üretkenliği artıyor veya elinin altındaki makinenin
tasarımını geliştirdiklerinde insan becerileri yükseliyor.
Elbette, yapay zekâ konusunda büyük teknoloji şirketlerinin yaptığı
mevcut harcamaların önemli bir kısmının maliyet düşürme odaklı
olduğu ve kişileri gözetlemeye yöneldiği de kabul ediliyor. Ayrıca,
gelişmekte olan ülkelerde yapay zekâ ile birlikte yüksek vasıflı
işçi talebinin artacağı ve bu ülkelerin bu açıdan dezavantajlı
olacağı ileri sürülüyor. Dolayısıyla yazarlar saf bir teknoloji
iyimserliğine de kapılmıyor.
Sonuç itibarıyla bu 560 sayfalık kitabın manifestosu bize temel
olarak şunu söylüyor: İlerleme iyidir, ama paylaşılan bir refaha
hizmet ederse toplumun geneli açısından iyilik doğurur.
Teknolojinin gidişatı kontrol altına alınabilir. Teknolojiye dair
tüm büyük kararlar, kendi iktidarları ve prestijlerini
sağlamlaştırmak isteyen bir avuç teknoloji liderinin eline
bırakılmadığında, işçi örgütleri güçlendirildiğinde, teknoloji
kararları karşısında emekçi “sesini duyurabildiğinde”, daha işçi
dostu teknolojiler için piyasa teşvikleri getirildiğinde,
çalışanlar için yeni işler yaratan teknolojiler geliştirildiğinde,
teknoloji devrimi mevcut becerileri ve refahı artıran ve
demokratikleştiren bir araca da dönüşebilir.
Yani insanlık, öncülük ettiği teknoloji devriminde yeniden sürücü
koltuğuna oturup denetimi eline almalı, teknoloji devlerinin
topluma dayattığı “gelecek” ve “ilerleme” biçimi sorgulanmalı ve
“anlatı”nın toplum yararına değişmesiyle birlikte ilerlemeden
herkes faydalanır hale gelmeli. Yoksa tarih tekerrürden ibaret
kalacak.
Tüm bunlar biraz da Alman filozof Hegel’in 1807 yılında
yayımladığı Tinin Fenomenolojisi kitabındaki o meşhur “Efendi-Köle
diyalektiği”ni anımsatıyor. Bu eşitsiz güç ilişkisine göre; tamamen
özgür olan Efendi, başkalarının emeğine hükmedip o emeğin
meyvelerinden faydalanır. Hayatta kalmaya çalışan Köle ise,
özgürlüğünden vazgeçerek Efendi’ye her daim itaat eder ve
emekçiliğin getirdiği tüm zorluklara katlanır. Her biri varoluş
nedenini ötekinin varoluşuna bağlar. Ama bir süre sonra Köle birçok
beceri kazanır ve bu yabancılaşma haliyle başa çıkmak için
başkalarıyla işbirliğine gider ve yaptığı işte mükemmeliyete varır.
İşte o anda Efendi’nin aslında Köle’ye bağımlı olduğu anlaşılır,
çünkü Köle’nin sahip olduğu becerilere Efendi sahip değildir. Bu
bir diyalektiktir, ancak günümüzde insan-makine ilişkisi açısından
ne şekle bürüneceğini öngörmek için erken. Ama tarihin akışını da
bu diyalektiğin yeni dijital çağda ve yapay zekâ devriminde ne yöne
evrileceği belirleyecek.
Son olarak şunu söylemem gidilen noktayı ve teknolojinin nasıl
servet ve gelir eşitsizliğine yol açtığını özetler:Elon Musk, 2023
yılında servetini 108,4 milyar dolar artırarak 254,9 milyar dolara
yükseltti. Tehlike büyük. Devletleri idare edenler sermayedarlara
halkın efendi olduğunu hatırlatmalı ve servet vergisini ivedi
uygulamaya koymalıdırlar.
Güncele dair: Olağanüstü kötü yönetilen bir sürecin sorumluları bulunur, cezası verilir ve dersler alınır.
Açıkçası aklıma gelen ilk şey, "100. yılda, Ankara'da oynanması gereken bir kupanın Riyad'ta ne işi var?" sorusuydu. Gömlek baştan yanlış iliklenmişti.
Ancak, bu süreci, insanlarımızı laik/anti-laik, kemalist/anti-kemalist veya muhafazakar/anti-muhafazakar şeklinde ayrıştırmak veya bir başka ülkeyle diplomatik ilişkilerimize zarar vermek için hazırda bekleyenlerin ekmeğine yağ sürecek şekilde yönetmemeliyiz!
Ortak değerlerimiz bellidir ve sorgulanamaz. Bu tür puslu havaları sevenlere fırsat tanımayın!
Yeni yıla 2024’e dair:
Cumhuriyetimizin 100’üncü yaşı olan 2023 yılını geride bırakıp, 2024 yılına merhaba derken, geride bıraktığımız yıl acı ve tatlı birçok hatırayla hafızamıza kazındı.
Ülkemizi yasa boğan Kahramanmaraş depreminde kimimiz yakınlarını, kimimiz dostlarını kaybederken, tarihte birçok defa Bağımsızlık ve Egemenlik mücadelesi veren asil ve necip Milletimiz, Devletimizle birlikte samimiyet ve dayanışma içerisinde bu felaketin yaralarını sarmaya çalıştı.
Diğer taraftan, artık sahip olduğu milli, bağımsız savunma kapasitesi ve gelişmiş savunma teknolojisi-sanayii ile Kafkaslar’dan, Afrika’ya, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya dünyanın birçok cephesinde beka mücadelesi veren, yıllar sonra mazlum milletlerin onur, itibarı ve izzetine sahip çıkmalarını sağlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir ferdi olmanın tarifsiz gurur ve şerefini de yıl içerisinde birlikte yaşadık.
Bu vesileyle, 2024 yılının, Aziz Şehitlerimizin hatırasına sahip çıkarak, bu mücadele ruhunu soluksuz bir enerji, motivasyon ve gururla daha yukarılara birlikte taşıyacağımız bir sene olmasını diler, sizlere ve kıymetli ailelerinize sağlık, sıhhat, huzur ve başarılar getirmesini temenni ederim…
Son söz: Parayla saadet olmaz; hele akılsızların eline geçerse hiç olmaz. Fakirlik mutlak anlamda kötüdür. Ve fakat şunu da bilelim: Zenginliğin olduğu yerde huzur olmaz, olmamıştır. Ölçülü olmak erdemdir.
Aforizma: Mumlar söndüğü zaman bütün kadınlar eşittir.
Kulağa küpe: Ulusları zengin kılan ipekleri, altınları paraları değil insanıdır. İnsan çürürse her şey çürür.
Anımsatma: Kuru para iyidir ve nakit kraldır bazı dönemlerde. Mesele o dönemi yakalamak.
Not 1: Enflasyonun birincil etkilediği kesim; sabit gelirlilerdir. Zira bir tek onlar, artan fiyatlar karşısında gelirlerini artıramaz ve bu yüzden elsiz ayaksız kurbanlar haline gelebilirler. Bakkal etiketlerini ayarlar, market zam yapar, pompacı üstüne koyar ve bu sayede enflasyon külfetini bir başkasına aktarma imkânı bulabilirler. Ancak sabit gelirlinin külfeti devredecek imkânı olmaz, kurbanı olur.
Not 2: ‘’Her ne şekilde olursa olsun politik toplum, hakikat
yaratmaya muktedir olan bir ruha, vicdana teslim olmalıdır.
Müzakereleri, mantıklı ve rasyonel bir kavrayışa göre politik bir
hakikatin tesisine götürmelidir onları. Yalnızca böylesi bir
hakikat, sadece kendi çıkarını düşünen bencil bir grubun diktesine
karşı durabilir.’’
Sokrates
Not 3: “Ne kadar ilerici, ne kadar sağlam, ne kadar gerçekçi ve insancıl olursan ol, politikanın öyle küçük, pis, elinde olmadan uyulması zorunlu sinsi formülleri var ki, ne kadar direnirsen diren, onlara yine de bir yerde uyuyorsun… Bunun üstüne çıkabilmek için, politikacıdan daha fazla bir şey olmak gerek.” (Çetin Altan, Ben Milletvekili İken, 1971, Kaf Yayıncılık, s.111)
Not 4: Hâlihazırdaki hükümet sisteminde iki seçimdir ‘azınlıkta
kalan’ muhalefet milletvekillerinin orada ne yaptığını anlamak ise
hiç kolay değil. Bana kalırsa kendileri de tam olarak bilmiyor.
Burada, sandalyelerin azına sahip bir muhalefetin meclisteki
‘varlığı’nın, siyasetteki ‘yokluğu’ anlamına gelebileceğini daha
açık anlatabilmek için, biraz saçmalamak, saçma sorular yöneltmek
istiyorum: Muhalefet, hukuka aykırılıklarla yapılan seçimi protesto
etseydi (ya da 2018’den bugüne, bir aşamada parlamentodan
çekilseydi) ne değişirdi? İktidar bloku 600 vekil çıkarabilirdi.
Peki, 600 ile varsayalım 302 arasındaki fark nedir? Hemen yeni
anayasa mı yapılırdı? Sizce gönüllerince ‘yönetmek’ için eski ya da
yeni, bir anayasaya ihtiyaçları var mı?
Not 5: Muhalif seçmen büyük hayal kırıklığını atlatamamışken,
bunca sıkıntının ortasında, muhtemeldir ki hacetlerindeki boncuk
nedeniyle milletvekili yapılmış kerameti kendinden menkul insanlar…
Biri, seçimde partilerinin desteklediği adaya ‘oy vermediğini’ ilan
ediyor; beriki, üç günde parti değiştiriyor; birileri, kalp krizi
geçirmiş bir vekil yoğun bakımdayken meclis bahçesinde mangal
yapıyor, her şeyin yapılıp her sözün sarf edilebildiği ülke ve
siyasetinde.
Bir çırpıda saptanabilecek üç temel sorun var sanırım: İlki,
hükümet biçiminin, vekilleri sistem içinde iyice etkisiz hale
getirdiği gerçeği. İkincisi, o vekillerin çoğunluğunun bu konumdan
pek rahatsızmış gibi görünmeyişi. Üçüncüsü, siyasete katılım
yolları büyük ölçüde kapalı olan yurttaşın, vekilleri, gerçekçi
olmayan biçimde gereğinden fazla umursaması, onlara sahip
olmadıkları bir güç ve etki vehmetmesi.
Not 6: Almanya’da tartışma GÖÇMEN işçi çocuklarına dayandı, bunlar YERLİLERDEN çok daha başarısız imiş. Maalesef mevcut dünyada okullar mahalleyi bırakın iki aile arasında, iki öğrenci arasında bile eşitsizlikler üzerine bina edilmiş durumda, okul da eşitsizler arsında, ona göre yapılandırılmış durumda. Almanya, Türkiye veya dünyanın herhangi bir yerinde her tür zümre her tür sınıf sonuçta ayrım üzerinden kuruluyor, hal böyle olunca ÇOĞULCULUK da yalan oluyor çünkü çoğulcu bir toplum ancak eşitler arasında olur, eşitsizler arasında ise çoğulculuk değil tabakalar katmanlar olur.
Not 7: Ayaktopunu ayağa düşürmek için dolaşıma sokulan
petro-dolar miktarını şöyle ifade edeyim; Suudi ligi takımlarından
Al Hilal, Fransız topçu Mbappe’yi transfer etmek için kulübü Paris
Saint-Germain’e 300 milyon avro bonservis ücreti, oyuncuya da
yıllık 700 milyon avro maaş önerdi. Yani bir futbolcu için gözden
çıkardıkları para 1 milyar avroydu.
Suudi Arabistan dünyanın en büyük ham petrol ihracatçısı. Ancak
bütün doğal kaynaklar gibi o da bir gün bitecek ve çöl uyduruk
petrol uygarlığına yeniden galebe çalacak. Yaratmaya çalıştıkları
spor ekonomisi o zamana bir hazırlık. Turizm ve eğlenceyi de
içeriyor bu plan ama bunlar da şeriatla olmuyor. Haliyle kral ha
bire şeriatın vidalarını gevşetip duruyor.
Bir de halkın isyan etmesinden duyulan derin endişe var. Çünkü
petro-dolarlardan halkın payına düşen anca sus payı kadar. Plan
basit; isyan mı edeceksin, al sana Ronaldo, al sana Dünya
Kupası!
Not 8: Vietnam'da enflasyon %3,45
Gıda enflasyonu %2,98
Büyüme %5,33
Prof. Dr. Acemoğlu: Türkiye’nin şu anda Vietnam ile rekabet edecek teknolojik altyapısı yetersiz.
Not 9: Türkiye gıda enflasyonunda neden 4. sırada?
- Üreticinin maliyetini yok sayıp sadece fiyatına bakarak karar
veren kötü yönetim
- Ülkeye aşırı göçü durduramayan ve talebin artmasına sebep olan
kötü yönetim
- Faizleri indirerek enflasyonun artmasına sebep olup bir daha da
enflasyonu indiremeyen kötü yönetim
Kısaca kötü yönetim
Not 10: Böyle bir çağın insanı olmak, imtihan olarak hepimize yeter...
Cahit Zarifoğlu
Not 11: Yalnız ben değilim ya; benden çok daha iyi insanlar da azap çekiyor.
Ezilenler, Dostoyevski
Not 12: 1 milyar dolar değerinde bir kozmetik markasını yöneten
Huda Kattan, markasının 10. yılı için düzenlediği kutlamalarda şu
açıklamayı yapıyor:
“Toplum, kadınlara karşı hiçbir zaman yumuşak olmadı, ama sosyal
medyanın varlığı ile artık adil olmadığını da söyleyebilirim.
Sosyal medya, bazen bana hiçbir zaman yeterince güzel olamayacağımı
hissettiriyor. Asla tam olarak başarmış hissedemeyeceğimi
düşündürüyor.”
Toplumsal eleştirinin tabir caizse “tuzu kuru” olanlarca yapılıyor
olması ve hatta onların ürettiği bir meta hâline dönüşmesi,
çağımızın garabetlerinden biri olsa da, Huda Kattan’ın açıklamaları
dikkate değer.
Zaten kendisi de “ulaştığı kitlenin boyutu” göz önüne alındığında
bazı konular hakkında konuşmaya zorunlu hissettiğini
belirtiyor.
Bugün konuyla zerre alakası olmayan ünlülerin yaptığı açıklamalar,
biliyorsunuz, “farkındalık” olarak soylulaştırılıyor. Herkes her
şeyin farkında, ama neden ve niye sorularının bir karşılığı yok;
hatta bu sorular önemsizmiş gibi yapılıyor.
Açıklamalarının en trajik yanı kendisini de “sorunun bir parçası”
olarak görmesi… Bir milyar dolarınız olsa hangi sorunun parçası
olmak istemezsiniz, dürüst olalım.
Sorunun ekmeğini yiyip onu eleştirmek, belirttiğim üzere çağımızın
mutlak ikiyüzlülüğünün kanıtı.
Yine de, ne yazık ki yine de, “başarmış” olduğu kabul edilen bir
kadından geliyor olması, bu açıklamaların önemini arttırıyor.
Soğan entelektüelinin ağzına pelesenk olmuş bu eleştiri, başarıyı
yaşamış, güzelliğini yapay müdahalelerle “doruklara” çıkarabilmiş,
mutluluğun maddi koşullarına sahip bir kadından gelince en azından
küçük burjuvalar için bir ders niteliği taşıyor.
Keza Kattan, insanın sosyal medyada “görünüşünün esiri” olduğunu
belirtiyor ve ekliyor: İnsanlar tırnaklarının her zaman bakımlı
olmasını, saçlarının ve teninin mükemmel olmasını bekliyor.
Bu vurgusunun devamında gerçekliğin böylesi bir mükemmellikten
ibaret olamayacağının da altını çiziyor. Kendi çocuğunu sosyal
medyadan uzak tutmaya çalıştığını belirtmesi de haberin
ayrıntılarından.
Not 13: Her daim ulaşılması gereken bir standart ortaya koyan ve
bunu anlık olarak gözünüze sokan sosyal medya, küçük burjuva
kitlelerin ellerindekini, hatta bizatihi kendilerini
değersizleştiriyor.
Dikkat ederseniz, “asla yeterince güzel olamayacağımı hissediyorum”
cümlesinde ütopik bir yan var.
“Asla olamamanın” distopik yıkıntılara çevirdiği bir “ideal”
bu…
Bir kere güzelliği, başarıyı hissetmenin o zaman mekânını, o
istikrarlı ruh hâli ve neşesini daha güzel/başarılı olmanın
kaygısına hapsediyor.
Asla elinizdekilerin mutluluğunu ve değerini bilemediğiniz, bunu
bilmeye zaman bulamadığınız ölümcül bir şımarıklık bu.
Aynı şekilde bu şımarıklığı yerine getiremediğinde yaşamın dışında
kalma hissiyatı da ele geçiriyor günümüz insanını. Çünkü, yaşam
dediği şey daimi bir kıyaslamaya dönüşmüş durumda. Hem kendisiyle
hem de başkalarıyla kıyas…
İlişkilerden tutun, giyilen elbiselere, dudak boyasından tutun
dövme takıntısına kadar her şeyde. Sahip olduklarımız artık anlık
değersizleşme riskiyle karşı karşıya…
Buna bahane de hazır: “Herkes yapıyor.”
Sosyal medya, herkesin kendine referans alacağı “herkes”ler
sunuyor. Bu anonim “herkes”ler uğruna, gerçek güzellikler ve keyif
alma hâli katlediliyor.
Görünüşler uğruna kendi gerçeğini güzelleştirmekten kaçıyor
herkes.
Sonra da her şeyin daha istikrarlı, güvenilir olduğu günlere dair
riyakâr bir nostaljiye ya da anonim başkalarını suçlayacak bir
histeriye kapılıyor.
Not 14: Ekonomik gelire sahip olmayan sınıflara tüketmeleri için ürünler sunuyor, ama bu sınıflar genellikle sadece imgeleri tüketiyorlar.
Sorun şu: Asla olamayacağınız şeylerin imgelerine her düzeyde
kapılırken gerçeği ve keyfi yitiriyorsunuz, yitiriyoruz.
İmgeleri tüketirken gerçeğinizi telafisi imkânsız şekilde
yaralıyorsunuz.
Not 15: üniversiteler konseyi başkanı sahte akademisyen çıkıyor. yeşilay şube başkanı uyuşturucu ile yakalanıyor. baklavanın içinde sahte antep fıstığı çıkıyor. tereyağının üstünde "yarım yağlı" yazıyor. dondurmada süt çıkmıyor, reçelde meyve bulunmuyor. öyle bir çürüme ki tarifi yok.
Not 16: “Televizyon eve girmeli mi?” sorusunu sohbetinde ele
alan merhum M. Zahid Kotku’ya evine daha yeni televizyon alan biri
sormuş: “Hocam ne olacak yani? Kötü bir şey çıkarsa kapatıverirsin,
değil mi?” O da demiş ki; “Kolay mı kapatmak evladım? Evliya bileği
lazım onun için!”
Değerli merhum hocamız bir de şimdi insanların cep telefonunun
nasıl esiri olduğunu görse ne derdi?
Not 17: Erdoğan, İstanbul öncelikli olmak üzere yerel seçim için zindeliğini hiç kaybetmemişken muhalefette dinamik bir görüntü olduğu söylenemez. CHP, genel başkan değişikliğiyle seçmenin değişim talebine en azından bir cevap vermeyi başardı ama seçimi kazanmanın yeter şartı bu değil. İyi parti kopmuş ve muhalefette ittifak dağılmış durumda… Cumhur İttifakı güçlenirken, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş seçime ittifaksız girmek gibi son derece heyecan verici! bir yönteme mecbur kalmış bulunuyor. İki isim de hala avantajlı durumda olmasına rağmen ittifak yoksunluğu yabana atılacak bir risk değildir. Önlerindeki tek çıkış; özellikle İstanbul’da kazanabilmek için tabanda ittifaktan; yani seçimi referanduma çevirmekten geçiyor.
Elbette iktidarın işi de kolay değil.
Başta Ankara, İstanbul ve CHP’nin yönettiği diğer büyükşehirlerde
seçmen 2010 referandumundan beri muhalif karakterini koruyor. Tek
başına bunu muhafaza etmek de bir motivasyondur. Öte yandan,
İmamoğlu ve Yavaş’ın siyasi yönleri güçlü ve iyi kampanya
yapabiliyorlar. Ellerinde konuşacak, kendilerini engellemeye
yönelik yaşanan çok sayıda iktidar baskısı örneği var ve buradan
hareketle iki şehrin yeniden iktidara geçmesinin genelde doğuracağı
siyasi sonuçları anlatabilecek siyasi kapasiteye de sahipler. Güçlü
bir çağrıyla havayı değiştirebilir ve seçmeni sürece erken dahil
edebilirler.
Not 18: Doğru söylüyor o düşünür: "Başkası, her şeyden önce
yüzdür."
İlişki, yüzle kurulur.
Özlem de yüze özlemdir...
Sır varsa eğer, o da yüzde saklıdır.
Not 19: Yıllar sonra yine gece yarıları açık fırın görünce durup
içeri dalmaya başladım...
Yeni çıkmış taze ekmek kokusu içimdeki bütün hayat kırgınlıklarını
alıp götürüyor; hele sabah için tezgâha yerleştirilmeye başlanan
simitler, ay çörekleri, vd.
Not 20: Hümanizma, dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesidir. Savunmak için bir neden bulamıyorum. (KEMAL TAHİR / Söyleşiler)
Not 21: bir kadın vardı mahallede, kızını bir kazada kaybetmişti. her sabah mezarına gider, toprağa verdiği evladının başında bekler, akşam eve dönerdi. birtakım siyasetçilere, "allah, çocuklarımın ömrünü sana versin" diyen yalaka anneleri görünce aklıma gelir hep. anne var, anne var.
Not 22: Hayatın tuhaf dönemleri var ve zaman bazen geçmeyecek kadar ağırlaşıp zorlaşıyor.
Not 23: Sanki her şey bitmiş, gitmiş ve ben adını koyamadığım tuhaf bir boşlukta geziniyor gibiyim.
Not 24: Hayatı maskeli baloya benzetir Kafka ve gerçek yüzüyle orada bulunmanın utancını yaşadığını ifade eder.
Kederden olsa gerek başkalarının utancını ironik şekilde kendine yansıtmış Kafka.
Asıl utanç elbette gerçek yüzle dolaşmak değil belki maskeli olmak da değil; yüzsüzleşmek…
Not 25: Sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde ötekine eşit yaşam hakkı isteyen, gerçekten hukuk ve demokrasi talep eden insan sayısı çok az. Cehalet sandığımızdan daha yaygın. En beteri de farkında olanların yetersizliği.
Not 26: Yaş almaya nasıl baktığımız, bazı şeyleri niye geç
anladığımızı göstermez mi?
Bizim yaş destanımız, fiziksel görünüş üzerinden ilerliyor. Cismâni
anlatıyor ömür basamaklarını. Görünenden öteye geçmiyor yani, cisme
bakıyor ama arkasındakini görmüyor.
Nasıldı, hatırlayın:
"Aman, bir güzel ki on yaşına girince/ Gonca güldür henüz açılır/
On birinde gonca diye koklarlar/ On ikide elma deyip saklarlar/ On
üçünde cevrü cefa çekerler/ On dördünde hamre şekere benzer/ Ah on
beşinde güzelliğin çağıdır/ On altıda gören aklın dağıdır/ On
yedide göğsü cennet bağıdır/ Uzanır kameti selviye benzer/ Ah on
sekizde hem artırır zarını/ On dokuzda terkeylemiş arını/
Yirmisinde gözetir şikârını/ Zincirinden kopmuş aslana benzer/ Ah
yirmi beşte bıyıkları burulur/ Otuzunda akan sular durulur/ Otuz
beşte hep günahlar sorulur/ Yalana karışmış irfana benzer/ Ah kırk
yaşında gazel dökülür bağlar/ Kırk beşinde günahlarına ağlar/
Ellisinde insanlara bel bağlar/ Dağ başına çökmüş dumana benzer/ Ah
elli beşte sızı iner dizine/ Altmışında duman çöker gözüne/ Altmış
beşte hiç bakılmaz yüzüne/ Âhireti görmüş Sübhan’a benzer/ Ah
altmışbeşten sonra beller bükülür/ Bütün damarlardan kanlar
çekilir/ Gel gel diye toprak çağırır/ Geldi geçti şimdi yalana
benzer...."
Koklanan gül, kızıl şekerken birden bıyıkları terliyorsa kime
serenat yakılıyordur, o da ayrı konu.
Not 27: İmamoğlu’na yakın medyada seçim yenilgisinin faturası Kılıçdaroğlu, CHP ve tüm altılı masa aktörlerine çıkarılırken, Sinan Oğan’ın yüzde 7’lik oyu gibi seçim sonucunu doğrudan etkilemiş bir vaka varken ve Oğan’a kayan tepki oyları İYİ Parti’den gitmişken, İYİ Parti ve Akşener eleştirilerden muaf tutuldu, hatta Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıkması takdir edildi.
İYİ Parti de seçimlerden önce “Hangi CHP’li aday olmalı”
tartışmalarında girdiği CHP içi kavgada, seçimlerden sonraki
“CHP’nin başkanı kim olmalı” mücadelesinde de taraf odu.
Kılıçdaroğlu aleyhine açıktan konuşamayan CHP’liler yerine İYİ
Partililer, onlara yakın gazeteci ve akademisyenler Kılıçdaroğlu
eleştirilerinde başı çekti, onlar adına konuştu.
Hatta daha yakın zamana kadar İYİ Parti, CHP ile ittifak kurup
kurmayacağına CHP Kongresi’nde Kılıçdaroğlu’nun kazanıp
kazanmayacağına göre karar vereceğini bile açıkladı.
Peki ne oldu da şimdi Akşener, İmamoğlu’nu partisinin içişlerine
karışmak, operasyon çekmekle suçladı ve bunu savaş ilanı olarak
gördüğünü açıkladı?
İmamoğlu’nun yüzündeki “Rabbi Yessir” mi kayboldu?
Akşener ve İYİ Partililer somut olaylarla operasyondan kasıtlarını
açıklıyor.
Ama esas meselenin üzerinden atlıyorlar.
Çünkü mesele kişisel değil, yapısal görünüyor.
O yapısal sorun da bu iki parti arasında birbirine operasyonu,
içişlerine karışmayı mümkün kılan yakınlaşma ve mesafesizlik.
Akşener’in CHP’li iki büyükşehir belediye başkanını, CHP’nin
liderine isyana çağırmasının üzerinden daha bir yıl bile
geçmemişken şimdi CHP’yi kendi içişlerine karışmakla suçlaması
“karma” değilse de talihin bir ironisiydi.
Not 28: Her ne kadar bu tekeden süt çıkarmak için 24 saat açık
siyaset bilimciler tarihi yeniden yazmak gibi acul işlere girse de
“Seküler Milliyetçilik”, aynı anda hem muhafazakarları hem de
Kürtleri dışlayan, bu yüzden Türkiye’de merkez siyaset olamayacak
bir fikirdi.
Zaten o yüzden de olmadı.
Doğal olarak de İYİ Partililer, büyük muhafazakar kitleler,
Kürtlerle değil CHP’nin tabanıyla diyalog kurabildi. CHP’nin oy
havuzuna gözünü dikti.
Bunun zorunlu ittifak halini gördük, şimdi de ihtilaf halini
göreceğiz.
İttifak halindeyken bile kavga etmişlerdi, şimdi ihtilaf halinde
olacakların da ilk işaretleri gelmeye başladı.
Şimdiden İYİ Partililer, İmamoğlu’na ve CHP’ye karşı, PKK-DEM
kartını kullanacaklarının işaretlerini vermeye başladı.
Çünkü birbirine benzeyen İYİ Parti ve CHP arasında en temel fark
Kürtler ve DEM Partisi ile ilişkiler. O yüzden Şeyh Said tartışması
bir anda bir krize dönebiliyor. Şeyh Said’i asmış CHP, Kürtleri
kaybetmemek için ılımlı davranırken, İYİ Partililer İstiklal
Mahkemesi hakimleri gibi konuşabiliyor.
Çünkü İYİ Parti, ancak CHP’nin ana çizgiden sapma olan Kürt
meselesindeki bu pozisyonunu CHP tabanına şikayet ederek oy
devşirebilir.
Bunu da önümüzdeki seçimlerde bol bol yapacakları anlaşılıyor.
Muhtemelen yerel seçim kampanyasında AK Parti ve MHP’nin iki seçim
kazandıkları bu konu üzerinde konuşmasına bile gerek
kalmayacak.
Hatta İYİ Parti’nin milliyetçi harareti karşısında Kürtler için AK
Parti ehveni şer bile görünebilir.
Yani özetle İYİ Parti’nin temel meselesi evet CHP ama CHP yüzünden
oy kaybetmek ya da CHP’nin içişlerine karışması değil, CHP’ye
benzemek.
Not 29: Karizması, siyasette tuttuğu yer ve ağırlık kendi
tercihi değil, AK Parti ve Erdoğan’ı İstanbul’da iki kere yenmiş,
anketlerde en popüler siyasetçilerden biri olarak çıkan bir
siyasetçinin terazilerde ağır basması normal ama bu ağırlık önce
CHP içinde şimdi de ittifak ortağı İYİ Parti’de güç dengelerini
sarstı.
Kıyametin gelişini hızlandırmak isteyen Evanjelikler gibi,
kariyerini hızlandırmaya çalışırken yaptığı siyasi hamleler
İmamoğlu’nun “üzüldüğünü” söylediği ama içinde olmaktan beri
durmadığı tartışmaların ortasına çekti.
Sadece kendisi değil, çevresi ve destekçileri de bu polemiklerin
içinde, neredeyse herkesle kavgalara tutuştu.
Bu acelecilik beş yıl önce bir kamerayla pazarlarda dolaşarak elde
edilmiş bir imaja da günün sonunda zarar verdi.
İmamoğlu, aşırı strateji, aşırı profesyonellik, aşırı kurumsallık,
bir an önce menzile varmak için hızlandırılmış bir kariyerin
mağduru gibi görünüyor.
Akşener’in ablasının yüzünde gördüğü “Rabbi Yessir’den savaş
ilanına getiren de bu olabilir.
Akraba kavgaları her kavgadan sert olur. Fikren akraba olan İYİ
Parti-CHP arasındaki de öyle olacak gibi görünüyor.
Not 30: Ünlü aktörler, yönetmenler ve yazarların grevleri
2023’te sinema ve eğlence sektörünün başkenti Hollywood’da zorlu
günler yaşattı. Disney, Warner Bros ve Paramount’un hisseleri son
10 yılın en düşük seviyesine yakın. Filmler eskisi gibi uçuk
rakamlardan oluşan gişeler yapmıyor. Oysa her gün 200 milyardan
fazla Facebook ve Instagram reel’ı izleniyor, bu sayı bir yıldan
kısa sürede yüzde 500 arttı. YouTube artık Netflix kadar gelir elde
ediyor. TikTok’u zaten biliyoruz!
Alternatif konutların da yükselişe geçeceği bir yıl olabilir 2024.
ABD’de ipotek, sigorta, emlak vergisi de dahil ev sahibi olma
maliyeti aylık yaklaşık 3 bin dolar. Batı da çok farklı değil.
Benzer piyasa koşulları mobil evler, küçük evler, yüzen evler, ağaç
evler, karavanlar gibi alternatif konut seçeneklerine ilgiyi
artırdı. Eh biz de kiralar ve ev fiyatlarını göz önüne alırsak
uygun alternatifleri trend haline getirebiliriz...
Not 31: Yapısal kırılmada ya seçimlerle en azından mevcut
dengenin muhalefet lehine güçlenerek korunması ya muhalefetin
anayasa değişikliği süreci başta olmak üzere yeni söylemler ile
oyunda daha etkili konuma gelmesi ya da –imkansıza yakın olsa da-
iktidarın gücünü paylaşmaya razı olmasından geçiyor.
Muhalefetin genel olarak ya da özelde tek tek muhalif aktörlerin
halk nezdinde ülkeyi yönetecek kadar muteber görülmemesi iktidarın
bir şekilde demokratik yollardan dengelenmesi gerektiği ihtiyacını
gidermiyor.
Not 32: Bilinç bütün varlıkların acısını kalplerimizde hissedebilmemizdir.
Not 33: Öyle bir zaman gelecek ki bugün insan katillerine baktığımız gözle yarın hayvan katillerine bakılacak.
Not 34: Elbette 'Kızılcık Şerbeti' ile bir karşılaştırma yapınca birinin hayat tarzlarıyla ilgili olduğu, 'Kızıl Goncalar’ın ise politik olduğu söylenebilir. Türkiye’de çocuk olmak, kadın olmak, öğrenci olmak, doktor olmak, akademisyen olmak, işçi olmak bile politik olmuşken bu alanda kurulan bir hikayeden rahatsız olanlara sormazlar mı hayırdır diye! 'Kızıl Goncalar', çocuk yaşta evlendirilen kız çocuklarının, okula gönderilmeyen kız çocuklarının, istismara uğrayan kız ve erkek çocukların hikayelerini anlatmaya devam edecekse, Meryem’in ve çocuklarının hikayelerini anlatmaya devam edecekse dindarı, seküleri nasıl gösterdiğiyle değil, ülkenin politik atmosferinde bunlara neden engel olunamadığını tartışmamız lazım. Bunun yolunun tarikatlarla protokol imzalamaktan geçmediği açık. Her kesimin sesini duymakla sorumlu politik aktörlere duyurulur. Çünkü bu hikaye bu topraklara aitse hikayeden değil gerçeklerden utanmalıyız.
Not 35: Mehmet şimşek paraya ihtiyacımız yok diyor o halde şu
sorulara yanıt versin:
Her şey yolundaysa Merkez Bankası neden ihracatçıların dövizinin
yüzde 40’na el koyuyor?
-Eğer ihtiyaç yoksa bankalar dolar alış ve satış makasını fahiş
oranda tutuyor? Dolar 29 lira iken bankadan almak isterseniz 30
liranın üzerinde bir fiyattan almak zorunda kalıyorsunuz.
-Eğer paraya ihtiyacımız yoksa vatandaşlar paralarını yurtdışına
çıkartmak istediğinde suç işliyorlarmış gibi sorgulanıyor?
Gerçekten açıklayın dolara ihtiyacımız var mı yok mu?
Son olarak Mehmet şimşek dolar aramıyorsa göreve geldiği 6 aydan bu
yana toplan 54 bin km neden yaptı?
Bu ülkelere turistik gezi mi yaptı?
Not 36: Theodor Reik şöyle yazıyor:
"Arzuları sevilmek olan ve bu isteği diğerinden çok daha güçlü olan
çok sayıda insan tanırsınız. Sevgi nesnesi olmak için olağanüstü
duygusal enerji harcayan ve sevgi vermenin mutluluğunu bilmeyen
tipler vardır."
Tersi de var tabii:
Sevilmekten daha çok birisini sevmeye kendisini adamaya hazır
tipler.
La Rochefoucauld Dükü, Maximes isimli özdeyişler kitabında şöyle
yazmış mesela:
"Aşkın zevki sevmektir ve kişi, bir başkasında uyandırdığı
tutkulardansa kendi hissettiği tutkudan mutluluk duyar."
Ben de aşkın tek taraflı bir duygu olduğunu düşünürüm ama doğrusunu
isterseniz romantik olarak ne kadar yüceltilirse yüceltilsin tek
taraflı aşk, aşık için acı verici bir deneyimdir.
Çevrenize bakın: Huzurlu ve mutlu olduklarını düşündüğünüz her
insanın hayatında onu seven, kendisinin de sevdiği bir insan
vardır.
Birbirlerini gördükleri anda, aynı şekilde heyecanlanan bir çift
olmaktan daha iyi ne olabilir ki?
Benden size kesin bir bilgi, istediğiniz kadar yayabilirsiniz: Sevilme ihtiyacımızı karşılamamızın bir tek yolu var; sen de birisini seveceksin! Birisine ihtiyacı olan sevgiyi vermelisin ki o da senden bunu esirgemesin.
Not 37: İntikam almaya mecalimiz mi kaldı! Bir bela deryasının içinde çırpınıyoruz. Sonunda evlat acısını hissetmeyenlerin retoriğinde boğuluyoruz.
Not 38: Akşam...
Körfezde yeryüzünün dinginliği...
Dünyanın yalan söylediği günler vardır ama doğru söylediği günler
de vardır...
Bu akşam, doğru söylüyor...
Ve nasıl ısrarlı ve hüzünlü bir güzellikle... (A. CAMUS /
Defterler)
Not 39: Tarihte bugün
27 Aralık 2021'de, açıklanmış son enflasyon verisi %21,31 ve
enflasyonun düşeceği ima ediliyordu.
Nureddin Nebati "Şimdi uyuyun, 6 ay sonra uyanın. Çok farklı
noktalara gideceğiz." dedi
24 aydır uyuyan ve hala enflasyonun %21,31'in altına düşeceğini
zannedenler var.
Not 40: Faiz indirimleri başladığında enflasyon %19,58 idi.
Yüzde 19'un altına inmedikçe Hükümet enflasyonu indirmiş olamaz. Mantık olarak bu mümkün değildir. Absürt anlamda, kinaye anlamında veya mizah anlamında mümkün olabilir.