“Geçmişi anımsayamayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdur.” 
George Santayana
 
Yapay zekânın farklı kullanımlarından söz ettiğimiz, dijital teknolojilerin gündelik yaşamın her alanına yayıldığı ve artık dijital okuryazarlıktan dijital istismara dek farklı konuların gündeme yerleştiği bir dönemde, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden (MIT) ekonomistler Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’ın İktidar ve Teknoloji (Power and Progress) kitabı Cem Duran’ın çevirisiyle ve Doğan Kitap etiketiyle kısa süre önce yayımlandı. 
 
Teknolojinin 1.000 yılını mercek altına alan kitap, aslında bizi dijital gelişmelerin günümüzde yarattığı o masal dünyasından uzaklaştırıp kar soğuğu gibi sert bir gerçeklikle yüzleştirmeye çalışıyor: Teknolojik gelişmeler, paylaşılan ve daha adil bir refah ortamı doğurur mu? Yoksa bu gelişmeler, en tepede bir eli yağda bir eli balda yaşayan küçük bir “teknoloji eliti” ile onun altında nüfusun çoğunluğunun sefalet içerisinde yaşadığı ikili bir toplum modelini mi körüklüyor? Dijital teknolojilerin büyük şirketleri ve antidemokratik hükümetleri güçlendirmek için kullanılmaması için neler yapmalı? 
 
Teknolojik ilerleme, toplumlarda eşitliği artırabilir, ancak doğru politikalar uygulanırsa… Yani, teknolojiye dair doğru tercihlerde bulunursanız yeni iş fırsatları yaratırsınız, gelirleri artırırsınız, eğitimden sağlığa dek farklı alanlarda iyileştirmeler başlatırsınız ve toplumların yaşam standartlarını yükseltirsiniz. Ama bunun için de örneğin sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı toplulukları teknolojik gelişime ve ekonomik ilerlemeye dahil eden politikalar uygulamanız, teknoloji şirketlerinin davranışlarını denetlemeniz, işgücü piyasasını düzenlemeniz gerekiyor. 
 
Değirmenlerden Günümüze 
 
Bu konuda Orta Çağ’da yaygınlaşmaya başlayan değirmenlerden örnek veriyor Acemoğlu ve Johnson. Bu değirmenlerle birlikte tarım ürünlerinin işlenmesi, un üretimi gibi önemli iyileşmeler yaşandıysa da, köylülerin yaşam koşullarında çok büyük iyileşmeler olmadı. Zira değirmenler halen arazi sahiplerinin ve kiliselerin kontrolündeydi. Yani kazançları sadece dar bir elit çevre elde ediyor ve değirmenleri kimin kullanabileceğini belirleyerek rekabeti ortadan kaldırıyordu. 
 
Bir yandan da bu çevreler elde ettikleri gücü sergilemek için devasa katedraller ve kiliseler inşa ederek teknolojik ilerlemeden sağlanan ekonomik gücün neredeyse beşte birini bu inşa süreçlerine ayırıyorlardı. Ayrıca yeni tarım teknolojileriyle birlikte yeni makineler kullanılıyor, üretkenlik artıyor, ancak feodal lordlar daha fazla işçi istihdam etmek yerine mevcut köylüleri daha fazla sömürüyor, çalışma saatlerini uzatıyor, reel gelirlerini düşürüyordu. 
 
Benzer şekilde, çırçır makineleri icat edildiğinde ABD, dünyanın en büyük pamuk ihracatçısına dönüştü, ancak bir yandan da Güney Amerika’da kölelik sistemi daha da yaygınlaştı. 
 
Yani bir açıdan bu işçilere dendi ki: “Tüm bu teknolojik iyileştirmelerden sizin büyük büyük büyük torunlarınız faydalanacak, ama sizler biraz zor zamanlardan geçip açlıkla ve sömürüyle sınanacaksınız, daha uzun süreler daha zor koşullarda çalışacaksınız.” 
 
Tarım teknolojilerinin iyileşmesine rağmen emekçilerin yoksulluğunun artmasının sebebi ise, gerek aristokrasinin şiddet araçlarını kontrol etmesi, gerekse ruhban sınıfının bu kesim üzerinde ikna gücünü kullanması ve var olan hiyerarşinin meşruluğuna karşı itiraz etmelerini sağlamasıydı. Yani dini ve seküler elit bir araya gelerek yeni teknolojilerin sadece küçük bir zümrenin yaşam standartlarını artırmasını sağlamıştı. 
 
Acemoğlu ve Johnson, Orta Çağ Avrupası’nda köylüler sefil halde yaşarken elitlerin konforlu bir hayat sürmelerini, yani bu dengesiz sosyal güç dağılımını, teknolojinin sosyal sınıflar arasında taraf tutan doğasıyla ilişkilendiriyor ve “teknolojinin kullanılma biçimi, gücü elinde tutanların vizyon ve çıkarlarına göre şekillenir” diyorlar.
 
Bilgisayar Devriminden Günümüze 
 
Dolayısıyla dijital teknoloji, gücü elinde bulunduran küçük bir zümrenin kontrolü altında, bu yüzden de teknoloji her zaman toplumun yararını gözetmiyor. Örneğin, bilgisayar devrimi sonucunda 1970’lerin ortalarından sonraki ekonomik büyüme işçilerin reel ücretlerine yansımadı; oysa işçilerin ortalama üretkenliği artmaya devam etti. 
 
Yani, ABD’de 1950’ler ve 1960’lardaki refah paylaşımı modeli sönümlendi, teknolojik gelişim emek-karşıtı bir yöne savrulurken iş yerleri yeniden yapılandırıldı, “yönetim danışmanlığı” gibi bir iş alanı ortaya çıktı ve basit, rutin, vasıf gerektirmeyen işler azaldı. 
 
Bunu öncelikle “çaycılık” gibi bir iş kolunun ortadan kalkarak yerini herkesin kendi çayını kendisinin aldığı bir modele geçilmesiyle gördük. Ama iş burada da kalmadı. Üniversite eğitimi olmayan işçiler, artık iyi ücretli işlere ulaşamaz hale geldi; düşük ve orta vasıflı ofis işlerinde ücretlerde düşüş yaşandı. 1980’lerde başlayan otomasyon eğilimi sonucu insan emeği “gereksizleşti”. 
 
Hep verilen bir örnek vardır: 1984 yılında doğan Amerikalı çocukların sadece yarısı ebeveynlerinden daha fazla para kazanırken, bu oran 1940 yılında doğanlarda yüzde 90 idi. 
 
Ayrıca birçok orta vasıf gerektiren mavi yakalı işin de ortadan kalkması, eşitsizliği artırdı. Yani bu iddiaya göre, küreselleşme ve otomasyon birbirini eşitsizlik lehine besledi. İşgücü maliyetleri düştükçe işçiler devreden çıktı. “Amerikan Rüyası”nın gerçeğe dönüşmesi peyderpey zorlaştı, gelir dağılımı dünyanın her yerinde en zengin kesim lehine dengesizleşti; işçi haklarını savunan güçlü sendikalar olmaması da işçilerin teknoloji karşısında söz haklarını yitirmelerine yol açtı. Kısaca, ABD’de teknolojinin yönünü büyük şirketler belirler oldu ve bu şirketler de insanların kusurlarına bağımlılıklarını azaltacak yazılımları tercih etti. 
 
Tesla da Aşırı Otomasyondan Vazgeçti 
 
Ancak son dönemde Elon Musk’ın elektrikli otomobil şirketi Tesla fabrikasında da fark ettiği bir durum ortaya çıktı ve başlangıçta tüm imalatı otomatikleştirme niyetine rağmen maliyetler artıp gecikmeler başlayınca kendisine “Aşırı otomasyon hataydı. Benim hatamdı. İnsanların önemini fazla küçümsedik” dedirten bir noktaya gelindi. Çünkü otomasyonun da bir limiti vardı ve insanların yaptığı birçok ince işi yapamıyorlardı. 
 
Öte yandan, örneğin kitapta da atıfta bulunulan Silikon Vadisi girişimcisi Paul Graham’ın buram buram elitizm kokan şu sözü oldukça sembolik: “Ekonomik eşitsizliği artırma konusunda uzman oldum. Geçtiğimiz on yılda bunu yapmak için çok sıkı çalıştım. Gelir eşitsizliğini engellemek için insanların zengin olmasını engellemeniz gerekir. İnsanların zengin olmasını engellemek için de yeni şirketler kurmalarını engellemeniz gerekir.” Yani, Acemoğlu ve Johnson’ın ifadeleriyle, “Çalışanların çoğunu ütopya değil distopya bekliyordu: İşlerini ve geçim kapılarını kaybettiler”. 
 
Ancak, aynı dijital devrim sürecinden geçen diğer Batılı ülkeler, daha farklı tercihler yaptı: Dengeleyici bir karşıt güç olarak sendikaları devre dışı bırakmadılar, işçi temsilcilerinin rolüne önem verdiler, ellerindeki eğitilmiş mavi yakalıların marjinal verimliliğini artıracak teknolojik ve organizasyonel düzenlemeler yaparak otomasyonun eşitsizlik üzerindeki etkisini azalttılar, gelişmiş makineler kullanırken bir yandan da işçileri eğittiler, esneklik ve inisiyatif alma gibi beceriler kazandırdılar. 
 
Bu noktada ilginç bir örnek de var kitapta: “Endüstriyel işçi başına düşen robot sayısı ABD’nin iki katından fazla olan Almanya’da endüstriyel otomasyon daha hızlı olduğu halde şirketler mavi yakalı işçileri yeniden eğitmeye özen gösterdiler ve onları teknik, denetleyici veya beyaz yakalı mesleklere kaydırabilmek için çaba sarf ettiler.” Bir diğer deyişle, dijital programları iyi eğitimli işçilerin kullanmasını sağlayarak, örneğin fabrikalarda tasarım ve denetime katkı sunmalarının önü açıldı. Benzer şekilde Japonya’da da hem otomasyon yaygınlaştı hem de çalışanlar için komplike ve iyi maaşlı yeni iş alanları yaratıldı. 
 
Teknolojik Devrim ve Pembe Gözlükler 
 
Doğru; teknolojik ilerlemeler sayesinde yaşamlarımız çok daha “zengin”, çok daha “konforlu”, çok daha fazla “çoktan seçmeli”. 
 
Doğru; teknoloji sayesinde ortalama insan ömrü uzadı, mesafeler kısaldı, yaşam standartlarımız iyileşti; bilgisayar devrimi yaşandı. 
 
Ama teknoloji konusunu toz pembe görmeksizin, iktidar ile teknoloji arasındaki geçişkenliğin yeniden ele alınması şart, çünkü ancak bu şekilde teknolojinin bir gözetim aracı olmaktan çıkıp demokratikleşmeye fayda sağlaması mümkün olur. 
 
Teknolojiyle birlikte üretkenlik artışının doğurduğu refahın toplumda genele yayılması için, yeni teknolojilerin işçilerin marjinal üretkenliğini artırması ve kazanımların da şirket ile çalışanlar arasında paylaşılması gerekiyor. Yani, bir otomasyona giderek işçi maliyetlerini azaltabilirsiniz, işçilerin topluca işten çıkarılmasına da yol açabilirsiniz, üretim sürecinde yeni görevler yaratarak işçileri daha verimli de kullanabilirsiniz. 
 
Dolayısıyla teknoloji refah paylaşımını da sağlayabilir, eşitsizliği de artırabilir. Burada belirleyici olan, teknolojiyi, bilimi, inovasyonları nasıl bir vizyonla kullanacağımız. Bir diğer deyişle, nereye varmak istiyoruz? Bu hedefi izlerken hangi yollardan geçeceğiz? Önümüzde ne tür alternatifler var? Eylemlerimizin artı ve eksilerini nasıl hesaplayacağız? Arap Baharı’nda Facebook ve Twitter üzerinden koordine olan protestocuların bu dijital araçlar sayesinde özgürleşme hareketlerini başlamasından yana mı olacağız, yoksa belirli bir zümreyi güçlendirmek adına sosyal medyayı yanıltıcı bilgilerin aşırılık yanlıları tarafından pompalandığı alanlar haline mi getireceğiz? Yurttaşlarının internette neler görebileceklerini ve kimlerle iletişime geçeceklerini sınırlamak için başlatılan Çin Güvenlik Seddi’nden mi yana olacağız, yoksa daha cesur bir yeni dünya mı kurgulayacağız?
 
Bunun için Acemoğlu ve Johnson tarihsel perspektiften ve 1.000 yıllık insani gelişim sürecinden çok çarpıcı örnekler veriyor ve şunu diyorlar: “Geçmişteki geniş tabanlı refah, otomatik veya garanti edilmiş teknolojik ilerlemenin sonucu değildi… Bugün dünya genelindeki çoğu insan, atalarımızdan daha iyi durumda çünkü daha önceki endüstri toplumlarında vatandaşlar ve işçiler, teknoloji ve iş koşullarıyla ilgili elit yönetim tarafından belirlenen seçeneklere karşı çıktılar, teknik gelişmelerden kaynaklanan kazançları daha adil bir şekilde paylaşma yollarını zorladılar.” 
 
“Batmak İçin Çok Büyük” 
 
Acemoğlu ve Johnson’ın vardığı bir başka nokta ise, teknolojik gelişimi ilerlemeyle eş tutanlar, aslında bu söylemi topluma dayatma gücü olanlar. Yani toplumu bu yönde ikna edebilen kişiler, örneğin Wall Street bankacılık krizinde bazı bankaların “batmak için çok büyük olduğu” söylemine de herkesi inandıran kesimlerin ta kendisi. 
 
Kitapta ayrıca yapay zekâ ve otomasyonun mutlaka iş kaybı ve eşitsizliğe yol açacağı iddiası da tartışmaya açılıyor ve insan-makine işbirliğinin faydalı yönlerine dikkat çekiliyor. “Makine yararlılığı” (machine usefulness) kavramı üzerinden, kâh yapay zekâ kâh makineler ve algoritmalar sayesinde insanların yeteneklerinin geliştirildiği, yeni istihdam alanlarının yaratıldığı, üretkenliğin arttığı ileri sürülüyor. Bu açıdan, örneğin bir mimarın bilgisayar destekli tasarım programına erişimiyle üretkenliği artıyor veya elinin altındaki makinenin tasarımını geliştirdiklerinde insan becerileri yükseliyor. 
 
Elbette, yapay zekâ konusunda büyük teknoloji şirketlerinin yaptığı mevcut harcamaların önemli bir kısmının maliyet düşürme odaklı olduğu ve kişileri gözetlemeye yöneldiği de kabul ediliyor. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde yapay zekâ ile birlikte yüksek vasıflı işçi talebinin artacağı ve bu ülkelerin bu açıdan dezavantajlı olacağı ileri sürülüyor. Dolayısıyla yazarlar saf bir teknoloji iyimserliğine de kapılmıyor. 
 
Sonuç itibarıyla bu 560 sayfalık kitabın manifestosu bize temel olarak şunu söylüyor: İlerleme iyidir, ama paylaşılan bir refaha hizmet ederse toplumun geneli açısından iyilik doğurur. Teknolojinin gidişatı kontrol altına alınabilir. Teknolojiye dair tüm büyük kararlar, kendi iktidarları ve prestijlerini sağlamlaştırmak isteyen bir avuç teknoloji liderinin eline bırakılmadığında, işçi örgütleri güçlendirildiğinde, teknoloji kararları karşısında emekçi “sesini duyurabildiğinde”, daha işçi dostu teknolojiler için piyasa teşvikleri getirildiğinde, çalışanlar için yeni işler yaratan teknolojiler geliştirildiğinde, teknoloji devrimi mevcut becerileri ve refahı artıran ve demokratikleştiren bir araca da dönüşebilir. 
 
Yani insanlık, öncülük ettiği teknoloji devriminde yeniden sürücü koltuğuna oturup denetimi eline almalı, teknoloji devlerinin topluma dayattığı “gelecek” ve “ilerleme” biçimi sorgulanmalı ve “anlatı”nın toplum yararına değişmesiyle birlikte ilerlemeden herkes faydalanır hale gelmeli. Yoksa tarih tekerrürden ibaret kalacak.  

Tüm bunlar biraz da Alman filozof Hegel’in 1807 yılında yayımladığı Tinin Fenomenolojisi kitabındaki o meşhur “Efendi-Köle diyalektiği”ni anımsatıyor. Bu eşitsiz güç ilişkisine göre; tamamen özgür olan Efendi, başkalarının emeğine hükmedip o emeğin meyvelerinden faydalanır. Hayatta kalmaya çalışan Köle ise, özgürlüğünden vazgeçerek Efendi’ye her daim itaat eder ve emekçiliğin getirdiği tüm zorluklara katlanır. Her biri varoluş nedenini ötekinin varoluşuna bağlar. Ama bir süre sonra Köle birçok beceri kazanır ve bu yabancılaşma haliyle başa çıkmak için başkalarıyla işbirliğine gider ve yaptığı işte mükemmeliyete varır. İşte o anda Efendi’nin aslında Köle’ye bağımlı olduğu anlaşılır, çünkü Köle’nin sahip olduğu becerilere Efendi sahip değildir. Bu bir diyalektiktir, ancak günümüzde insan-makine ilişkisi açısından ne şekle bürüneceğini öngörmek için erken. Ama tarihin akışını da bu diyalektiğin yeni dijital çağda ve yapay zekâ devriminde ne yöne evrileceği belirleyecek.
  
Son olarak şunu söylemem gidilen noktayı ve teknolojinin nasıl servet ve gelir eşitsizliğine yol açtığını özetler:Elon Musk, 2023 yılında servetini 108,4 milyar dolar artırarak 254,9 milyar dolara yükseltti. Tehlike büyük. Devletleri idare edenler sermayedarlara halkın efendi olduğunu hatırlatmalı ve servet vergisini ivedi uygulamaya koymalıdırlar.

Güncele dair: Olağanüstü kötü yönetilen bir sürecin sorumluları bulunur, cezası verilir ve dersler alınır.

Açıkçası aklıma gelen ilk şey, "100. yılda, Ankara'da oynanması gereken bir kupanın Riyad'ta ne işi var?" sorusuydu. Gömlek baştan yanlış iliklenmişti.

Ancak, bu süreci, insanlarımızı laik/anti-laik, kemalist/anti-kemalist veya muhafazakar/anti-muhafazakar şeklinde ayrıştırmak veya bir başka ülkeyle diplomatik ilişkilerimize zarar vermek için hazırda bekleyenlerin ekmeğine yağ sürecek şekilde yönetmemeliyiz!

Ortak değerlerimiz bellidir ve sorgulanamaz. Bu tür puslu havaları sevenlere fırsat tanımayın!

Yeni yıla 2024’e dair:

Cumhuriyetimizin 100’üncü yaşı olan 2023 yılını geride bırakıp, 2024 yılına merhaba derken, geride bıraktığımız yıl acı ve tatlı birçok hatırayla hafızamıza kazındı.

Ülkemizi yasa boğan Kahramanmaraş depreminde kimimiz yakınlarını, kimimiz dostlarını kaybederken, tarihte birçok defa Bağımsızlık ve Egemenlik mücadelesi veren asil ve necip Milletimiz, Devletimizle birlikte samimiyet ve dayanışma içerisinde bu felaketin yaralarını sarmaya çalıştı.

Diğer taraftan, artık sahip olduğu milli, bağımsız savunma kapasitesi ve gelişmiş savunma teknolojisi-sanayii ile Kafkaslar’dan, Afrika’ya, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya dünyanın birçok cephesinde beka mücadelesi veren, yıllar sonra mazlum milletlerin onur, itibarı ve izzetine sahip çıkmalarını sağlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir ferdi olmanın tarifsiz gurur ve şerefini de yıl içerisinde birlikte yaşadık.

Bu vesileyle, 2024 yılının, Aziz Şehitlerimizin hatırasına sahip çıkarak, bu mücadele ruhunu soluksuz bir enerji, motivasyon ve gururla daha yukarılara birlikte taşıyacağımız bir sene olmasını diler, sizlere ve kıymetli ailelerinize sağlık, sıhhat, huzur ve başarılar getirmesini temenni ederim…

Son söz: Parayla saadet olmaz; hele akılsızların eline geçerse hiç olmaz. Fakirlik mutlak anlamda kötüdür. Ve fakat şunu da bilelim: Zenginliğin olduğu yerde huzur olmaz, olmamıştır. Ölçülü olmak erdemdir.

Aforizma: Mumlar söndüğü zaman bütün kadınlar eşittir.

Kulağa küpe: Ulusları zengin kılan ipekleri, altınları paraları değil insanıdır. İnsan çürürse her şey çürür.

Anımsatma: Kuru para iyidir ve nakit kraldır bazı dönemlerde. Mesele o dönemi yakalamak.

Not 1: Enflasyonun birincil etkilediği kesim; sabit gelirlilerdir. Zira bir tek onlar, artan fiyatlar karşısında gelirlerini artıramaz ve bu yüzden elsiz ayaksız kurbanlar haline gelebilirler. Bakkal etiketlerini ayarlar, market zam yapar, pompacı üstüne koyar ve bu sayede enflasyon külfetini bir başkasına aktarma imkânı bulabilirler. Ancak sabit gelirlinin külfeti devredecek imkânı olmaz, kurbanı olur.

Not 2: ‘’Her ne şekilde olursa olsun politik toplum, hakikat yaratmaya muktedir olan bir ruha, vicdana teslim olmalıdır. Müzakereleri, mantıklı ve rasyonel bir kavrayışa göre politik bir hakikatin tesisine götürmelidir onları. Yalnızca böylesi bir hakikat, sadece kendi çıkarını düşünen bencil bir grubun diktesine karşı durabilir.’’
Sokrates

Not 3: “Ne kadar ilerici, ne kadar sağlam, ne kadar gerçekçi ve insancıl olursan ol, politikanın öyle küçük, pis, elinde olmadan uyulması zorunlu sinsi formülleri var ki, ne kadar direnirsen diren, onlara yine de bir yerde uyuyorsun… Bunun üstüne çıkabilmek için, politikacıdan daha fazla bir şey olmak gerek.” (Çetin Altan, Ben Milletvekili İken, 1971, Kaf Yayıncılık, s.111)

Not 4: Hâlihazırdaki hükümet sisteminde iki seçimdir ‘azınlıkta kalan’ muhalefet milletvekillerinin orada ne yaptığını anlamak ise hiç kolay değil. Bana kalırsa kendileri de tam olarak bilmiyor.
Burada, sandalyelerin azına sahip bir muhalefetin meclisteki ‘varlığı’nın, siyasetteki ‘yokluğu’ anlamına gelebileceğini daha açık anlatabilmek için, biraz saçmalamak, saçma sorular yöneltmek istiyorum: Muhalefet, hukuka aykırılıklarla yapılan seçimi protesto etseydi (ya da 2018’den bugüne, bir aşamada parlamentodan çekilseydi) ne değişirdi? İktidar bloku 600 vekil çıkarabilirdi. Peki, 600 ile varsayalım 302 arasındaki fark nedir? Hemen yeni anayasa mı yapılırdı? Sizce gönüllerince ‘yönetmek’ için eski ya da yeni, bir anayasaya ihtiyaçları var mı?

Not 5: Muhalif seçmen büyük hayal kırıklığını atlatamamışken, bunca sıkıntının ortasında, muhtemeldir ki hacetlerindeki boncuk nedeniyle milletvekili yapılmış kerameti kendinden menkul insanlar… Biri, seçimde partilerinin desteklediği adaya ‘oy vermediğini’ ilan ediyor; beriki, üç günde parti değiştiriyor; birileri, kalp krizi geçirmiş bir vekil yoğun bakımdayken meclis bahçesinde mangal yapıyor, her şeyin yapılıp her sözün sarf edilebildiği ülke ve siyasetinde.
Bir çırpıda saptanabilecek üç temel sorun var sanırım: İlki, hükümet biçiminin, vekilleri sistem içinde iyice etkisiz hale getirdiği gerçeği. İkincisi, o vekillerin çoğunluğunun bu konumdan pek rahatsızmış gibi görünmeyişi. Üçüncüsü, siyasete katılım yolları büyük ölçüde kapalı olan yurttaşın, vekilleri, gerçekçi olmayan biçimde gereğinden fazla umursaması, onlara sahip olmadıkları bir güç ve etki vehmetmesi.

Not 6: Almanya’da tartışma GÖÇMEN işçi çocuklarına dayandı, bunlar YERLİLERDEN çok daha başarısız imiş. Maalesef mevcut dünyada okullar mahalleyi bırakın iki aile arasında, iki öğrenci arasında bile eşitsizlikler üzerine bina edilmiş durumda, okul da eşitsizler arsında, ona göre yapılandırılmış durumda. Almanya, Türkiye veya dünyanın herhangi bir yerinde her tür zümre her tür sınıf sonuçta ayrım üzerinden kuruluyor, hal böyle olunca ÇOĞULCULUK da yalan oluyor çünkü çoğulcu bir toplum ancak eşitler arasında olur, eşitsizler arasında ise çoğulculuk değil tabakalar katmanlar olur.

Not 7: Ayaktopunu ayağa düşürmek için dolaşıma sokulan petro-dolar miktarını şöyle ifade edeyim; Suudi ligi takımlarından Al Hilal, Fransız topçu Mbappe’yi transfer etmek için kulübü Paris Saint-Germain’e 300 milyon avro bonservis ücreti, oyuncuya da yıllık 700 milyon avro maaş önerdi. Yani bir futbolcu için gözden çıkardıkları para 1 milyar avroydu.
Suudi Arabistan dünyanın en büyük ham petrol ihracatçısı. Ancak bütün doğal kaynaklar gibi o da bir gün bitecek ve çöl uyduruk petrol uygarlığına yeniden galebe çalacak. Yaratmaya çalıştıkları spor ekonomisi o zamana bir hazırlık. Turizm ve eğlenceyi de içeriyor bu plan ama bunlar da şeriatla olmuyor. Haliyle kral ha bire şeriatın vidalarını gevşetip duruyor. 
Bir de halkın isyan etmesinden duyulan derin endişe var. Çünkü petro-dolarlardan halkın payına düşen anca sus payı kadar. Plan basit; isyan mı edeceksin, al sana Ronaldo, al sana Dünya Kupası!

Not 8: Vietnam'da enflasyon %3,45
Gıda enflasyonu %2,98
Büyüme %5,33

Prof. Dr. Acemoğlu: Türkiye’nin şu anda Vietnam ile rekabet edecek teknolojik altyapısı yetersiz.

Not 9: Türkiye gıda enflasyonunda neden 4. sırada?
- Üreticinin maliyetini yok sayıp sadece fiyatına bakarak karar veren kötü yönetim
- Ülkeye aşırı göçü durduramayan ve talebin artmasına sebep olan kötü yönetim
- Faizleri indirerek enflasyonun artmasına sebep olup bir daha da enflasyonu indiremeyen kötü yönetim

Kısaca kötü yönetim

Not 10: Böyle bir çağın insanı olmak, imtihan olarak hepimize yeter...

Cahit Zarifoğlu

Not 11: Yalnız ben değilim ya; benden çok daha iyi insanlar da azap çekiyor.


Ezilenler, Dostoyevski

Not 12: 1 milyar dolar değerinde bir kozmetik markasını yöneten Huda Kattan, markasının 10. yılı için düzenlediği kutlamalarda şu açıklamayı yapıyor:
“Toplum, kadınlara karşı hiçbir zaman yumuşak olmadı, ama sosyal medyanın varlığı ile artık adil olmadığını da söyleyebilirim. Sosyal medya, bazen bana hiçbir zaman yeterince güzel olamayacağımı hissettiriyor. Asla tam olarak başarmış hissedemeyeceğimi düşündürüyor.”
Toplumsal eleştirinin tabir caizse “tuzu kuru” olanlarca yapılıyor olması ve hatta onların ürettiği bir meta hâline dönüşmesi, çağımızın garabetlerinden biri olsa da, Huda Kattan’ın açıklamaları dikkate değer.
Zaten kendisi de “ulaştığı kitlenin boyutu” göz önüne alındığında bazı konular hakkında konuşmaya zorunlu hissettiğini belirtiyor.
Bugün konuyla zerre alakası olmayan ünlülerin yaptığı açıklamalar, biliyorsunuz, “farkındalık” olarak soylulaştırılıyor. Herkes her şeyin farkında, ama neden ve niye sorularının bir karşılığı yok; hatta bu sorular önemsizmiş gibi yapılıyor.
Açıklamalarının en trajik yanı kendisini de “sorunun bir parçası” olarak görmesi… Bir milyar dolarınız olsa hangi sorunun parçası olmak istemezsiniz, dürüst olalım.
Sorunun ekmeğini yiyip onu eleştirmek, belirttiğim üzere çağımızın mutlak ikiyüzlülüğünün kanıtı.
Yine de, ne yazık ki yine de, “başarmış” olduğu kabul edilen bir kadından geliyor olması, bu açıklamaların önemini arttırıyor.
Soğan entelektüelinin ağzına pelesenk olmuş bu eleştiri, başarıyı yaşamış, güzelliğini yapay müdahalelerle “doruklara” çıkarabilmiş, mutluluğun maddi koşullarına sahip bir kadından gelince en azından küçük burjuvalar için bir ders niteliği taşıyor.
Keza Kattan, insanın sosyal medyada “görünüşünün esiri” olduğunu belirtiyor ve ekliyor: İnsanlar tırnaklarının her zaman bakımlı olmasını, saçlarının ve teninin mükemmel olmasını bekliyor.
Bu vurgusunun devamında gerçekliğin böylesi bir mükemmellikten ibaret olamayacağının da altını çiziyor. Kendi çocuğunu sosyal medyadan uzak tutmaya çalıştığını belirtmesi de haberin ayrıntılarından.

Not 13: Her daim ulaşılması gereken bir standart ortaya koyan ve bunu anlık olarak gözünüze sokan sosyal medya, küçük burjuva kitlelerin ellerindekini, hatta bizatihi kendilerini değersizleştiriyor.
Dikkat ederseniz, “asla yeterince güzel olamayacağımı hissediyorum” cümlesinde ütopik bir yan var.
“Asla olamamanın” distopik yıkıntılara çevirdiği bir “ideal” bu…
Bir kere güzelliği, başarıyı hissetmenin o zaman mekânını, o istikrarlı ruh hâli ve neşesini daha güzel/başarılı olmanın kaygısına hapsediyor.
Asla elinizdekilerin mutluluğunu ve değerini bilemediğiniz, bunu bilmeye zaman bulamadığınız ölümcül bir şımarıklık bu.
Aynı şekilde bu şımarıklığı yerine getiremediğinde yaşamın dışında kalma hissiyatı da ele geçiriyor  günümüz insanını. Çünkü, yaşam dediği şey daimi bir kıyaslamaya dönüşmüş durumda. Hem kendisiyle hem de başkalarıyla kıyas…
İlişkilerden tutun, giyilen elbiselere, dudak boyasından tutun dövme takıntısına kadar her şeyde. Sahip olduklarımız artık anlık değersizleşme riskiyle karşı karşıya…
Buna bahane de hazır: “Herkes yapıyor.”
Sosyal medya, herkesin kendine referans alacağı “herkes”ler sunuyor. Bu anonim “herkes”ler uğruna, gerçek güzellikler ve keyif alma hâli katlediliyor.
Görünüşler uğruna kendi gerçeğini güzelleştirmekten kaçıyor herkes.
Sonra da her şeyin daha istikrarlı, güvenilir olduğu günlere dair riyakâr bir nostaljiye ya da anonim başkalarını suçlayacak bir histeriye kapılıyor.

Not 14: Ekonomik gelire sahip olmayan sınıflara tüketmeleri için ürünler sunuyor, ama bu sınıflar genellikle sadece imgeleri tüketiyorlar.

Sorun şu: Asla olamayacağınız şeylerin imgelerine her düzeyde kapılırken gerçeği ve keyfi yitiriyorsunuz, yitiriyoruz.
İmgeleri tüketirken gerçeğinizi telafisi imkânsız şekilde yaralıyorsunuz.

Not 15: üniversiteler konseyi başkanı sahte akademisyen çıkıyor. yeşilay şube başkanı uyuşturucu ile yakalanıyor.  baklavanın içinde sahte antep fıstığı çıkıyor. tereyağının üstünde "yarım yağlı" yazıyor. dondurmada süt çıkmıyor, reçelde meyve bulunmuyor. öyle bir çürüme ki tarifi yok.

Not 16: “Televizyon eve girmeli mi?” sorusunu sohbetinde ele alan merhum M. Zahid Kotku’ya evine daha yeni televizyon alan biri sormuş: “Hocam ne olacak yani? Kötü bir şey çıkarsa kapatıverirsin, değil mi?” O da demiş ki; “Kolay mı kapatmak evladım? Evliya bileği lazım onun için!”
Değerli merhum hocamız bir de şimdi insanların cep telefonunun nasıl esiri olduğunu görse ne derdi?

Not 17: Erdoğan, İstanbul öncelikli olmak üzere yerel seçim için zindeliğini hiç kaybetmemişken muhalefette dinamik bir görüntü olduğu söylenemez. CHP, genel başkan değişikliğiyle seçmenin değişim talebine en azından bir cevap vermeyi başardı ama seçimi kazanmanın yeter şartı bu değil. İyi parti kopmuş ve muhalefette ittifak dağılmış durumda… Cumhur İttifakı güçlenirken, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş seçime ittifaksız girmek gibi son derece heyecan verici! bir yönteme mecbur kalmış bulunuyor. İki isim de hala avantajlı durumda olmasına rağmen ittifak yoksunluğu yabana atılacak bir risk değildir. Önlerindeki tek çıkış; özellikle İstanbul’da kazanabilmek için tabanda ittifaktan; yani seçimi referanduma çevirmekten geçiyor.

Elbette iktidarın işi de kolay değil.
Başta Ankara, İstanbul ve CHP’nin yönettiği diğer büyükşehirlerde seçmen 2010 referandumundan beri muhalif karakterini koruyor. Tek başına bunu muhafaza etmek de bir motivasyondur. Öte yandan, İmamoğlu ve Yavaş’ın siyasi yönleri güçlü ve iyi kampanya yapabiliyorlar. Ellerinde konuşacak, kendilerini engellemeye yönelik yaşanan çok sayıda iktidar baskısı örneği var ve buradan hareketle iki şehrin yeniden iktidara geçmesinin genelde doğuracağı siyasi sonuçları anlatabilecek siyasi kapasiteye de sahipler. Güçlü bir çağrıyla havayı değiştirebilir ve seçmeni sürece erken dahil edebilirler.

Not 18: Doğru söylüyor o düşünür: "Başkası, her şeyden önce yüzdür."
İlişki, yüzle kurulur.
Özlem de yüze özlemdir...
Sır varsa eğer, o da yüzde saklıdır.

Not 19: Yıllar sonra yine gece yarıları açık fırın görünce durup içeri dalmaya başladım...
Yeni çıkmış taze ekmek kokusu içimdeki bütün hayat kırgınlıklarını alıp götürüyor; hele sabah için tezgâha yerleştirilmeye başlanan simitler, ay çörekleri, vd.

Not 20: Hümanizma, dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesidir. Savunmak için bir neden bulamıyorum. (KEMAL TAHİR / Söyleşiler)

Not 21: bir kadın vardı mahallede, kızını bir kazada kaybetmişti. her sabah mezarına gider, toprağa verdiği evladının başında bekler, akşam eve dönerdi. birtakım siyasetçilere, "allah, çocuklarımın ömrünü sana versin" diyen yalaka anneleri görünce aklıma gelir hep. anne var, anne var.

Not 22: Hayatın tuhaf dönemleri var ve zaman bazen geçmeyecek kadar ağırlaşıp zorlaşıyor.

Not 23: Sanki her şey bitmiş, gitmiş ve ben adını koyamadığım tuhaf bir boşlukta geziniyor gibiyim.

Not 24: Hayatı maskeli baloya benzetir Kafka ve gerçek yüzüyle orada bulunmanın utancını yaşadığını ifade eder.

Kederden olsa gerek başkalarının utancını ironik şekilde kendine yansıtmış Kafka.

Asıl utanç elbette gerçek yüzle dolaşmak değil belki maskeli olmak da değil; yüzsüzleşmek…

Not 25:  Sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde ötekine eşit yaşam hakkı isteyen, gerçekten hukuk ve demokrasi talep eden insan sayısı çok az. Cehalet sandığımızdan daha yaygın. En beteri de farkında olanların yetersizliği.

Not 26: Yaş almaya nasıl baktığımız, bazı şeyleri niye geç anladığımızı göstermez mi?
Bizim yaş destanımız, fiziksel görünüş üzerinden ilerliyor. Cismâni anlatıyor ömür basamaklarını. Görünenden öteye geçmiyor yani, cisme bakıyor ama arkasındakini görmüyor.
Nasıldı, hatırlayın:
"Aman, bir güzel ki on yaşına girince/ Gonca güldür henüz açılır/ On birinde gonca diye koklarlar/ On ikide elma deyip saklarlar/ On üçünde cevrü cefa çekerler/ On dördünde hamre şekere benzer/ Ah on beşinde güzelliğin çağıdır/ On altıda gören aklın dağıdır/ On yedide göğsü cennet bağıdır/ Uzanır kameti selviye benzer/ Ah on sekizde hem artırır zarını/ On dokuzda terkeylemiş arını/ Yirmisinde gözetir şikârını/ Zincirinden kopmuş aslana benzer/ Ah yirmi beşte bıyıkları burulur/ Otuzunda akan sular durulur/ Otuz beşte hep günahlar sorulur/ Yalana karışmış irfana benzer/ Ah kırk yaşında gazel dökülür bağlar/ Kırk beşinde günahlarına ağlar/ Ellisinde insanlara bel bağlar/ Dağ başına çökmüş dumana benzer/ Ah elli beşte sızı iner dizine/ Altmışında duman çöker gözüne/ Altmış beşte hiç bakılmaz yüzüne/ Âhireti görmüş Sübhan’a benzer/ Ah altmışbeşten sonra beller bükülür/ Bütün damarlardan kanlar çekilir/ Gel gel diye toprak çağırır/ Geldi geçti şimdi yalana benzer...."
Koklanan gül, kızıl şekerken birden bıyıkları terliyorsa kime serenat yakılıyordur, o da ayrı konu.

Not 27: İmamoğlu’na yakın medyada seçim yenilgisinin faturası Kılıçdaroğlu, CHP ve tüm altılı masa aktörlerine çıkarılırken, Sinan Oğan’ın yüzde 7’lik oyu gibi seçim sonucunu doğrudan etkilemiş bir vaka varken ve Oğan’a kayan tepki oyları İYİ Parti’den gitmişken, İYİ Parti ve Akşener eleştirilerden muaf tutuldu, hatta Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıkması takdir edildi.

İYİ Parti de seçimlerden önce “Hangi CHP’li aday olmalı” tartışmalarında girdiği CHP içi kavgada, seçimlerden sonraki “CHP’nin başkanı kim olmalı” mücadelesinde de taraf odu.
Kılıçdaroğlu aleyhine açıktan konuşamayan CHP’liler yerine İYİ Partililer, onlara yakın gazeteci ve akademisyenler Kılıçdaroğlu eleştirilerinde başı çekti, onlar adına konuştu.
Hatta daha yakın zamana kadar İYİ Parti, CHP ile ittifak kurup kurmayacağına CHP Kongresi’nde Kılıçdaroğlu’nun kazanıp kazanmayacağına göre karar vereceğini bile açıkladı.
Peki ne oldu da şimdi Akşener, İmamoğlu’nu partisinin içişlerine karışmak, operasyon çekmekle suçladı ve bunu savaş ilanı olarak gördüğünü açıkladı?
İmamoğlu’nun yüzündeki “Rabbi Yessir” mi kayboldu?
Akşener ve İYİ Partililer somut olaylarla operasyondan kasıtlarını açıklıyor.
Ama esas meselenin üzerinden atlıyorlar.
Çünkü mesele kişisel değil, yapısal görünüyor.
O yapısal sorun da bu iki parti arasında birbirine operasyonu, içişlerine karışmayı mümkün kılan yakınlaşma ve mesafesizlik.
Akşener’in CHP’li iki büyükşehir belediye başkanını, CHP’nin liderine isyana çağırmasının üzerinden daha bir yıl bile geçmemişken şimdi CHP’yi kendi içişlerine karışmakla suçlaması “karma” değilse de talihin bir ironisiydi.

Not 28: Her ne kadar bu tekeden süt çıkarmak için 24 saat açık siyaset bilimciler tarihi yeniden yazmak gibi acul işlere girse de “Seküler Milliyetçilik”, aynı anda hem muhafazakarları hem de Kürtleri dışlayan, bu yüzden Türkiye’de merkez siyaset olamayacak bir fikirdi.
Zaten o yüzden de olmadı.
Doğal olarak de İYİ Partililer, büyük muhafazakar kitleler, Kürtlerle değil CHP’nin tabanıyla diyalog kurabildi. CHP’nin oy havuzuna gözünü dikti.
Bunun zorunlu ittifak halini gördük, şimdi de ihtilaf halini göreceğiz.
İttifak halindeyken bile kavga etmişlerdi, şimdi ihtilaf halinde olacakların da ilk işaretleri gelmeye başladı.
Şimdiden İYİ Partililer, İmamoğlu’na ve CHP’ye karşı, PKK-DEM kartını kullanacaklarının işaretlerini vermeye başladı.
Çünkü birbirine benzeyen İYİ Parti ve CHP arasında en temel fark Kürtler ve DEM Partisi ile ilişkiler. O yüzden Şeyh Said tartışması bir anda bir krize dönebiliyor. Şeyh Said’i asmış CHP, Kürtleri kaybetmemek için ılımlı davranırken, İYİ Partililer İstiklal Mahkemesi hakimleri gibi konuşabiliyor.
Çünkü İYİ Parti, ancak CHP’nin ana çizgiden sapma olan Kürt meselesindeki bu pozisyonunu CHP tabanına şikayet ederek oy devşirebilir.
Bunu da önümüzdeki seçimlerde bol bol yapacakları anlaşılıyor.
Muhtemelen yerel seçim kampanyasında AK Parti ve MHP’nin iki seçim kazandıkları bu konu üzerinde konuşmasına bile gerek kalmayacak.
Hatta İYİ Parti’nin milliyetçi harareti karşısında Kürtler için AK Parti ehveni şer bile görünebilir.
Yani özetle İYİ Parti’nin temel meselesi evet CHP ama CHP yüzünden oy kaybetmek ya da CHP’nin içişlerine karışması değil, CHP’ye benzemek.

Not 29: Karizması, siyasette tuttuğu yer ve ağırlık kendi tercihi değil, AK Parti ve Erdoğan’ı İstanbul’da iki kere yenmiş, anketlerde en popüler siyasetçilerden biri olarak çıkan bir siyasetçinin terazilerde ağır basması normal ama bu ağırlık önce CHP içinde şimdi de ittifak ortağı İYİ Parti’de güç dengelerini sarstı.
Kıyametin gelişini hızlandırmak isteyen Evanjelikler gibi, kariyerini hızlandırmaya çalışırken yaptığı siyasi hamleler İmamoğlu’nun “üzüldüğünü” söylediği ama içinde olmaktan beri durmadığı tartışmaların ortasına çekti.
Sadece kendisi değil, çevresi ve destekçileri de bu polemiklerin içinde, neredeyse herkesle kavgalara tutuştu.
Bu acelecilik beş yıl önce bir kamerayla pazarlarda dolaşarak elde edilmiş bir imaja da günün sonunda zarar verdi.
İmamoğlu, aşırı strateji, aşırı profesyonellik, aşırı kurumsallık, bir an önce menzile varmak için hızlandırılmış bir kariyerin mağduru gibi görünüyor.
Akşener’in ablasının yüzünde gördüğü “Rabbi Yessir’den savaş ilanına getiren de bu olabilir.
Akraba kavgaları her kavgadan sert olur. Fikren akraba olan İYİ Parti-CHP arasındaki de öyle olacak gibi görünüyor.

Not 30: Ünlü aktörler, yönetmenler ve yazarların grevleri 2023’te sinema ve eğlence sektörünün başkenti Hollywood’da zorlu günler yaşattı. Disney, Warner Bros ve Paramount’un hisseleri son 10 yılın en düşük seviyesine yakın. Filmler eskisi gibi uçuk rakamlardan oluşan gişeler yapmıyor. Oysa her gün 200 milyardan fazla Facebook ve Instagram reel’ı izleniyor, bu sayı bir yıldan kısa sürede yüzde 500 arttı. YouTube artık Netflix kadar gelir elde ediyor. TikTok’u zaten biliyoruz!
Alternatif konutların da yükselişe geçeceği bir yıl olabilir 2024. ABD’de ipotek, sigorta, emlak vergisi de dahil ev sahibi olma maliyeti aylık yaklaşık 3 bin dolar. Batı da çok farklı değil. Benzer piyasa koşulları mobil evler, küçük evler, yüzen evler, ağaç evler, karavanlar gibi alternatif konut seçeneklerine ilgiyi artırdı. Eh biz de kiralar ve ev fiyatlarını göz önüne alırsak uygun alternatifleri trend haline getirebiliriz...

Not 31: Yapısal kırılmada ya seçimlerle en azından mevcut dengenin muhalefet lehine güçlenerek korunması ya muhalefetin anayasa değişikliği süreci başta olmak üzere yeni söylemler ile oyunda daha etkili konuma gelmesi ya da –imkansıza yakın olsa da- iktidarın gücünü paylaşmaya razı olmasından geçiyor.
Muhalefetin genel olarak ya da özelde tek tek muhalif aktörlerin halk nezdinde ülkeyi yönetecek kadar muteber görülmemesi iktidarın bir şekilde demokratik yollardan dengelenmesi gerektiği ihtiyacını gidermiyor.

Not 32: Bilinç bütün varlıkların acısını kalplerimizde hissedebilmemizdir.

Not 33: Öyle bir zaman gelecek ki bugün insan katillerine baktığımız gözle yarın hayvan katillerine bakılacak.

Not 34: Elbette 'Kızılcık Şerbeti' ile bir karşılaştırma yapınca birinin hayat tarzlarıyla ilgili olduğu, 'Kızıl Goncalar’ın ise politik olduğu söylenebilir. Türkiye’de çocuk olmak, kadın olmak, öğrenci olmak, doktor olmak, akademisyen olmak, işçi olmak bile politik olmuşken bu alanda kurulan bir hikayeden rahatsız olanlara sormazlar mı hayırdır diye! 'Kızıl Goncalar', çocuk yaşta evlendirilen kız çocuklarının, okula gönderilmeyen kız çocuklarının, istismara uğrayan kız ve erkek çocukların hikayelerini anlatmaya devam edecekse, Meryem’in ve çocuklarının hikayelerini anlatmaya devam edecekse dindarı, seküleri nasıl gösterdiğiyle değil, ülkenin politik atmosferinde bunlara neden engel olunamadığını tartışmamız lazım. Bunun yolunun tarikatlarla protokol imzalamaktan geçmediği açık. Her kesimin sesini duymakla sorumlu politik aktörlere duyurulur. Çünkü bu hikaye bu topraklara aitse hikayeden değil gerçeklerden utanmalıyız.

Not 35: Mehmet şimşek paraya ihtiyacımız yok diyor o halde şu sorulara yanıt versin:
Her şey yolundaysa Merkez Bankası neden ihracatçıların dövizinin yüzde 40’na el koyuyor?
-Eğer ihtiyaç yoksa bankalar dolar alış ve satış makasını fahiş oranda tutuyor? Dolar 29 lira iken bankadan almak isterseniz 30 liranın üzerinde bir fiyattan almak zorunda kalıyorsunuz.
-Eğer paraya ihtiyacımız yoksa vatandaşlar paralarını yurtdışına çıkartmak istediğinde suç işliyorlarmış gibi sorgulanıyor?
Gerçekten açıklayın dolara ihtiyacımız var mı yok mu?
Son olarak Mehmet şimşek dolar aramıyorsa göreve geldiği 6 aydan bu yana toplan 54 bin km neden yaptı?
Bu ülkelere turistik gezi mi yaptı?

Not 36: Theodor Reik şöyle yazıyor:
"Arzuları sevilmek olan ve bu isteği diğerinden çok daha güçlü olan çok sayıda insan tanırsınız. Sevgi nesnesi olmak için olağanüstü duygusal enerji harcayan ve sevgi vermenin mutluluğunu bilmeyen tipler vardır."
Tersi de var tabii:
Sevilmekten daha çok birisini sevmeye kendisini adamaya hazır tipler.
La Rochefoucauld Dükü, Maximes isimli özdeyişler kitabında şöyle yazmış mesela:
"Aşkın zevki sevmektir ve kişi, bir başkasında uyandırdığı tutkulardansa kendi hissettiği tutkudan mutluluk duyar."
Ben de aşkın tek taraflı bir duygu olduğunu düşünürüm ama doğrusunu isterseniz romantik olarak ne kadar yüceltilirse yüceltilsin tek taraflı aşk, aşık için acı verici bir deneyimdir.
Çevrenize bakın: Huzurlu ve mutlu olduklarını düşündüğünüz her insanın hayatında onu seven, kendisinin de sevdiği bir insan vardır.
Birbirlerini gördükleri anda, aynı şekilde heyecanlanan bir çift olmaktan daha iyi ne olabilir ki?

Benden size kesin bir bilgi, istediğiniz kadar yayabilirsiniz: Sevilme ihtiyacımızı karşılamamızın bir tek yolu var; sen de birisini seveceksin! Birisine ihtiyacı olan sevgiyi vermelisin ki o da senden bunu esirgemesin.

Not 37: İntikam almaya mecalimiz mi kaldı! Bir bela deryasının içinde çırpınıyoruz. Sonunda evlat acısını hissetmeyenlerin retoriğinde boğuluyoruz.

Not 38: Akşam...
Körfezde yeryüzünün dinginliği...
Dünyanın yalan söylediği günler vardır ama doğru söylediği günler de vardır...
Bu akşam, doğru söylüyor...
Ve nasıl ısrarlı ve hüzünlü bir güzellikle... (A. CAMUS / Defterler)

 Not 39: Tarihte bugün
27 Aralık 2021'de, açıklanmış son enflasyon verisi %21,31 ve enflasyonun düşeceği ima ediliyordu.
Nureddin Nebati "Şimdi uyuyun, 6 ay sonra uyanın. Çok farklı noktalara gideceğiz." dedi
24 aydır uyuyan ve hala enflasyonun %21,31'in altına düşeceğini zannedenler var.

 Not 40: Faiz indirimleri başladığında enflasyon %19,58 idi.

Yüzde 19'un altına inmedikçe Hükümet enflasyonu indirmiş olamaz. Mantık olarak bu mümkün değildir. Absürt anlamda, kinaye anlamında veya mizah anlamında mümkün olabilir.