Bugün buradayız, yarın yokuz. Her şeyin hiç uzayıp kısalmayan bir ömrü var bu dünyada.

Parmak uçlarımdan serinliğini içtiğim bu masa, gün gelecek eski bir yalana dönüşecek.

Oturduğum sandalye yokluğa karışacak bir gün.

Oturduğum oda, yokluğun çelik zırhına bürünerek tarihin kara deliklerine gizlenecek zamanı geldiğinde.

Soluduğum bu hava, benim ciğerlerimde şişirmeyecek yelkenlerini.

Konuştuğumuz bütün bu sözler, sanki hiç söylenmemişcesine kaybedecekler seslerini.

Ne biz böylece yaşayıp gideceğiz, ne de bizim hayatlarımıza tanıklık edenler taşıyacaklar varlığımızın kanıtlarını yarınlara.

Bugün burada olanlar, yarın burada olmayacaklar.

Sırası gelenler ölerek, çürüyerek, eskiyerek ve unutularak tek tek varlıklarını yitirecekler.

Zaman döne döne o kadar büyüyecek ki, kimsenin bir esamesi kalmayacak bu kocaman yumakta.

Kimseye kalmayacak dünya!

Ulaşmak için ömürlerimizi gözden çıkardığımız hedefler, zamanın borsasında pul bile etmeyecekler.

Bir fazla karışına damarlar dolusu kan döktüğümüz topraklar, üzerimizi örtmeye yetmeyecek kuru mezarlarımızda.

Her şeyi ifade etmeye yettiğini sandığımız fikirlerimiz, sonsuzluk fikrinin ihtişamı karşısında çöldeki bir kum zerresi kadar yer tutmayacaklar.

Dünyayı yakmaya değeceğini sandığımız geleceklerimiz, biz hayatın küçük yutkunmalarında sabırsızlanırken sararıp geçmişe dönüşecekler.

Hikayelerimiz yaşandıkları andan itibaren kuru çınar yaprakları gibi çürüyüp gidecekler.

Uğruna iyilikleri kurban ettiğimiz kötülükler, ilk rüzgarla birlikte alacaklar avuçlarımızdan kara nimetlerini.

Başarılar başarıldıkları anda eskiyecekler.

Bütün kaprislerimize hiç sesini çıkarmadan boyun eğen bugünler, kapısını yüzümüze çarpan acımasız yarınlarla yer değiştirecekler.

Bugün burada olanlar, yarın olmayacaklar.

Ve dünya kimseye kalmayacak.

Bizler yaşayıp kendimizi tükettiğimizle, hırslanıp kaybettiğimizle kalacağız.

Kendine bu dünyanın sonrasında bir sonsuzluk bulamayanlar, dünyanın kirine bulaşmaktan başka bir kazanç sağlayamayacaklar bu kısa deneyimden.

Her şey yerli yerine oturacak; varlık varlığını, yokluk yokluğunu perçinleyecek.

Dünyanın perdesi kapandığında bütün yaşayanlar yeniden varlıkla dolacaklar.

Bütün yaşananlar hatırlanacaklar.

Dünyayı cebine indirdiğini düşünenler, ceplerindeki boşluğun büyüklüğüyle sarsılacaklar.

Zamanın boy aynasında kendilerine bakanlar, insanlıklarının boy ölçüsünü görünce şaşıracaklar.

Bugün dünyanın kara güçlerini kuşananlar, yarın orada kolsuz kanatsız kalacaklar.

Muhteşem zincirlerle dünyaya bağlananlar, ihtişamlarını çok arayacaklar.

Bugün burada hakedilmemiş saltanatlarını sürenler, yarın orada kendi ruhlarından kaçacaklar.

Dünyanın kara kargaşasında hayat hakkı bulamayanlar, ebediyyetin huzurlu vadilerinde hayat bulacaklar.

Not 1: Zamanı bir mezura gibi yuvarlayıp ortadan kaldırabileceğimizi sanıyor ve yanılıyoruz. Parçalarını yan yana getirerek ve her şeyi yerli yerine koyarak bir "puzzle" gibi tamamlayabileceğimizi düşünüyoruz ve aldanıyoruz.

Zaman böyle bir şey değil!

Zaman hem halkaların birbirine kenetlendiği bir zincir gibi uzayıp gidiyor, hem de sadece bir tek andan ibaret kalabiliyor.

Yaşanmış anlarımız var ve yaşanacağını umduğumuz başka anların var olduğunu umuyoruz.

Ama bu geniş bir zamanımız olduğu anlamına gelmiyor.

Bir kerede sadece bir tek anı yaşıyoruz ve o anın duygusu her seferinde bizim bütün dünyamızı kaplıyor.

Not 2: Kafamızı kaldırıp baktığımızda bir tavan görüyoruz ve ayaklarımızı o tavanın tam karşısındaki tabana basıyoruz.

Etrafımızda bizi sarıp sarmalayan çok sayıda duvar var.

Kendimizi hep bir şeylerin içindeymiş gibi tarif ediyoruz.

Oysa çoğu zaman fazlasıyla dışında oluyoruz her şeyin.

Bizi ''içeride'' tutacak olan duvarlar, her şeyden dışarlıklı kalakalmamıza neden oluyor.

Bir mahkûm bir hücrenin içine uçsuz bucaksız bir dünya sığdırabiliyor; ama hayal gücü olmayan bir seyyah, dünyanın bütün mesafelerini aştığı halde, bir adım bile ilerlememiş oluyor.

Not 3: “Aşk ile çalışırken bir ney olur insan, saatlerin fısıltısı müziğe dönüşür neyin yüreğinde. Peki nedir aşk ile çalışmak? Yâr giyecekmiş gibi dokumaktır kumaşı, nakış işler gibi kalpten...” diyor Deepak Chopra, ‘Başarının 7 Spritüel Yasası’nı anlatırken...

“Hayatın anlamına eremediğimiz her tezahürü” diye yazdı defterine beyaz saçlı adam, “kaçırdığımız bir otobüs gibi, bizi varacağımız yerden mahrum bırakıyor.”

Not 4: Bazen çakıl taşlarının arasındaki bir çakıl taşı olmayı isteyecek kadar sıkılırız kendimizden.

Bazen film bitip ışıklar yandığında kendi uçsuz bucaksız karanlığımızla başbaşa kalırız.

Bazen her şeyin bir çınlamadan ibaret olduğuna inanıp havada asılı kalırız.

Bazen günlerimizin bir karalama olarak kalacağını ve hiç temize çekilemeyeceğini düşünüp sarsılırız.

Bazen yazdıkça yazdıkça... yazılırız.

Bazen parmağımızın ucunu dokundurduğumuz bir denizde çılgınca boğuluruz.

Bazen hayatın en küçük, en önemsiz tümseklerine takılıp burun üstü yere çakılırız.

Bazen iliklerimize kadar ıslanır ve sadece üstümüzde biraz yağmur suyu biriktirdiğimizi düşünürüz.

Bazen gelmeyen ve gitmeyen bir bahara takılır kalır, takvimlere zorluk çıkartırız.

Bazen hiç ahenklerini bozmadan, hiç işlerini aksatmadan, içimizi kemiren kurtlara katılırız.

Bazen yerinde bulamadığımız şeylerin bütün suçunu vakitsiz esen rüzgarlara yükleriz.

Bazen bir sarmaşık gibi kıvrıla kıvrıla ilerler ve duvarların soğuk gövdelerine sarılırız.

Not 5: 75 yıldır HAMAS sayesinde kaç FİLİSTİNLİ öldü?

SELE karşı durulmaz.

KIZILDERİLİLER durdu ve ne oldu sonra?

Sadece uyum sağlayanlar hayatta kaldı.

Kazanacağın savaşa gireceksin. Kazanamayacaksan, uyum sağlayacaksın.

Not 6: SUCUĞUN iyisini, ancak düzgün bir KASAPTAN alabilirsiniz.

Neden?

Market raflarındaki sucuğun fiyatının ancak %50'si firma cebine gider. KDV'si, lojistiği, market komisyonu, firesi, iadesi...vb.

Yani, 1000 TL'ye aldığın sucuk bile, aslında 500 TL'lik.

Not 7: Savaşlarda daima FAKİRLER ölür.

TERÖRİSTLER dahi FAKİRLERDEN seçilir.

PKK'lıların arasında bir tane ZENGİN BEBESİ var mı?

(MİT’çileri saymazsak. Onlar görev icabı orada...)

Not 8: Bazen de bana gülümse sevdiğim

bakarsın kanadı kırılan kuşlar

uçmaya başlar yeniden

kayan yıldızların çığlığı düşmez

gün ortasında ruhumun üzerine.

Not 9: Mesele, kötülük edecek kudreti olduğu halde kötülük etmemektir.

Not 10: Nasıl oldu da kapitalizm insan soyunun alçaltılmasına sebep oldu? Kentsoylular Avrupa’da kendilerinden önceki hâkim sınıfların yapamadığı bir şey yaptı: Önceki hayat tarzlarından artan her şeye taassupla karşı çıktı. Giderek geleneğe ait her şeyi işlevsiz bıraktı, yok edebildiğini yok etti. Müstemlekecilik sanayileşmenin dayanağı oldu. Bağımsızlığını geç elde etmesi sebebiyle müstemleke edinme yarışına katılamamış bir ABD icat ettiği serbest ticaret bahanesiyle başta Latin Amerika olmak üzere elinin erdiği her yeri, hemen hemen yeryüzünün tamamını talan etti. Türk hâkimiyeti altındaki topraklarda Ermeni nüfusunun yoğun olduğu Van’da, Merzifon’da, Tarsus’ta, Kayseri Talas’ta ve sair her yerde paralı Amerikan Kolejleri vardı ve bu eğitim kurumlarından tahsil etmek isteyen her Ermeni bedava yararlanıyordu.

Niçin Türkün kaçtığı delikte pineklediğini iddia ediyoruz? Çünkü medeniyet başında olduğu gibi halen İbranî-Hıristiyan kültür karmaşasının himayesi altında keyfine bakmaktadır. Türk hâkimiyetine meydan okuyan her etnik unsur modernizmin, kapitalizmin sağladığı destekle faaliyetlerini hızlandırıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ülke olarak günden güne fakirleşmesine mukabil Türkiye şahsi servet birikimindeki artış bakımından dünya birincisi. Onu Kazakistan ve Rusya takip ediyor. Eğer kapitalizmin ve modernizmin burçlarını yüceltmek söz konusu değilse ülke menfaatini gözetmek çağdaşlığı dışlamak anlamına geliyor. Kükremiş sel gibi değiliz. Enginlere sığmış vaziyetteyiz.

Not 11: Olaylar zamanın tümörleridir, insanlar çürümenin failleridir; tarih ise çürümenin ta kendisi.

Not 12: Güzellik sakıngandır.

Coşkudan çekinir.

Çok beklendiğinde gelmekten vazgeçer.

Umudu kestiğinde, beklediğini unuttuğunda kapıda beliriverir.

Not 13: Kritik soru...

Özel okulların hâli ortada. Veliler ve çocuklar müşteri...

Notlar, puanlar şişirilmiyor diye iddia edecek kaç kişi var?

O hâlde Ortaöğretim Başarı Puanı uygulaması beklenen faydayı sağlamak yerine adaletsizliğe yol açıyor, diyebilir miyiz? O zaman niye Millî Eğitim Bakanlığı bu konuda kılını kıpırdatmıyor ve ölü taklidi yapıyor! Bu milletin evlatları hep parası olanların gerisinde mi kalacak aynı emeği vermesine rağmen! Zenginler ve çocukları zaten 3-0 önde başladıkları yarışa bir de üniversite sınavında haksız not verilerek niye başlangıç avantajı yaratılıyor! Lütfen çözüm.

Not 14: Durmadan şu konuşuluyor: Bodrum pahalı, Çeşme pahalı, Antalya pahalı...

Tamam! Anladık!

Ya İstanbul mesela? Veyahut İzmir!

İstanbul'daki ve İzmir’deki pahalılık hakkında videolar çekecek "influencer"lar yok mu?

Not 15:   “Dünya’yı bir kum tanesinde görebilmek

Cenneti bir vahşi çiçekte fark edebilmek

Avuç içinde sonsuzluğu

Bir saat içerisinde ebediyeti bulabilmek”

(William Blake)

Not 16; Riis: “Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Usta belki yüz kere taşa vurur; ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz onda. Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ‘çat’ diye ikiye ayrılır. İşte o zaman anlarım ki taşı ikiye bölen o son vuruş değil ondan öncekilerdir.”

 Onun için hayatın çıkmaza girdiği zamanlarda insanı rahatlatan, sonuca götüren şey eylemlerin sürekliliğidir.

Not 17: Her şeyin bir anda olmasını istiyoruz. Yemek hızlı bir şekilde önümüze gelsin, en hızlı şekilde varacağımız yere varmak istiyoruz. Onun için sürecin içerisindeki bereket hayatın içerisinden çekilip gidiyor. Tıpkı diğer alanlardan çekildiği gibi. Biraz durmaya, görmeye, hissetmeye, anlamaya ihtiyacımız var. Biraz hayrete biraz gayrete ihtiyacımız var. Gökyüzüne yüzümüzü çevirip, durup dinlemeye ne dersiniz? Hoşça bakın zatınıza…

Not 18: Kültür, sanat, edebiyat ve dahi şiirin kiloyla tartılıp metre ile ölçüldüğü zamanlardan geçiyoruz. Eli kalem tutan kurşundan kalemlerin, politikacıların kırıp döktüklerini toparlama karşılığında ücretlendirilip ödüllendirildiğini hayretle seyrediyoruz. Söz hiç bu kadar irtifa kaybetmedi. Fikir hiç bu kadar pespayeleşmedi. Aydın namına kırıntı bile yok! Ya âlimi, uleması? Kim kaybetmiş ki bulasın! …

Not 19: Rahmetli Mevlâna İdris bazen bir çocukla, bazen bir köpekle, bazen de bir ağaçla konuştuğunu söyler Şizofreni Risalesi’nde. Akabinde ilave eder;  

“Sorsanıza neden? Niçin sizle konuşmuyorum?” 

Sorduğumuzda şu cevabı alırız Mevlâna’dan;

“Çünkü vaktiniz yok sizin kendinizi dinlemeye bile. Bu yüzden beni dinlemiyor oluşunuza hiç şaşırmıyorum.”

Ama daha büyük bir şeye şaşırır; 

“Bir cehenneme çevirmek için her şeyi deneyip başardığınız bu hayata nasıl dayanacağınıza?”

Gülten Akın ise şöyle başlar İlkyaz şiirine;

“Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya”

Evet, kimselerin vakti yok usul usul yaşamaya. Baka baka, göre göre yavaşlayıp yürümeye kimselerin zamanı yok. Tıpkı bir Afrika atasözünde ifade edildiği gibi; “O kadar hızlı gidiyoruz ki ruhlarımız arkada kalıyor”. Binbir telaş içinde geçiyor hayat. Hep koşuşturma, hep bir şeylere yetişme telaşı! … Oysa sonuçta anlaşılıyor ki hiçbir şeye yetmiyor, hiçbir şeye yetişemiyoruz

“Durup ince şeyleri anlatmaya

Kimselerin vakti olmasa da

Okulların kadın öğretmencikleri

Tatil günlerini çoğaltsalar da

Kutsal nemiz varsa onun adına

Gözlerimiz için bağlar dokusalar da

Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide

Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden

Islık çalar yanıt veririz”

Ama artık vakit çok geç ne ıslık çalmaya ne de birilerini dinleyip ince ince yanıt vermeye…

Her şeyin magazinleşip maddileştiği bir dünyada somut karşılığı olmayan hiçbir şey rağbet görmüyor artık. İnce şeyler manasız… Cevabı olmayan sorular sormanın bir anlamı yok. Karşılığında oy olmayan siyasete geçit yok. Para getirmeyen dua makbul değil! … Karşılıksız iyilik yapılmıyor. Neredeyse mabetlere giriş bile ücretli! … 

Ezcümle; paraya tahvil edilmeyen ince şeyler rafa kaldırılmış durumda… Sözde var olan da yeni maddi getiriler için yüz olarak kullanılıyordur muhakkak. 

Varsa yoksa kazanmak? 

Neyi kazanmak? 

Üniversiteyi değil tabii, para kazanmak! … 

İşin doğrusu metreyle ölçülmeyip, kilo ile tartılmayan hiçbir ama hiçbir şeyin kıymet-i harbiyesinin kalmadığı bir dünyada yaşıyoruz. 

O nedenle kimselerin ince şeyleri dinlemeye vakti yok artık! …

Böyle bir ahvalde soyut kelime ve cümlelerle ne kadar yol alabilirsiniz ki?

Yani demem o ki kültür-sanat can çekişiyor. Edebiyat irtifa kaybediyor. Her geçen gün şiirin sesi kısıklaşıyor. Romanımız yok zaten. Her şey hikâye yani… Hikâye dediysem hafife aldığımı sanmayın. Bu işin öyküsü de var, denemesi ise bedava! …

Hal böyle olunca işin keyfi de kaçıyor. Evet, alık bir dünyada yaşamaya alıştırılıyoruz. Edebiyatın, sanatın, şiirin olmadığı bir dünyaya doğru yol alıyoruz. Sormadan edemiyor insan: “Yoksa şiirin, sanatın edebiyatın yeni kanonu bu mu?” diye.

Not 20: Tekniğe, teknolojiye mesafeli olsa da yanından geçip yakınından takip etmeyi bir nevi vazife addeder kendine. Bu dünyaya ait söz söylemek her yiğidin harcı değil, içine girmek gerekir elbette. Uzaydan dünya ile ilgili gazel okumak hoş da yeryüzüne inip yasak meyve ile yüzleşmek hiç kolay olmasa gerek. İşte Mustafa Kutlu bunu başarıyor. 

Nitekim Mustafa Kutlu’nun yakın zamanda (Mayıs 2024) çıkan Başkanın Adamları hikâye kitabı tam da bu anlattıklarımıza ışık tutuyor. Olay, Anadolu’nun küçük bir kasabasında geçer. Kasabada hummalı bir festival hazırlığı vardır. Festival fikri başkanın kızı Songül’e aittir. Çamlıpınar Belediye Başkanı Şemsettin Bilen bu fikri benimseyip hayata geçirmek için canhıraş bir mücadele içindedir. Kaymakam ile işi pişirirler önce, arkasından iş adamları, sponsorlar… Daha sonra kasabada adamları ile birlikte bir temayül yoklaması yapar, istişarede bulunur, akabinde ikna turuna çıkar.  Neticede halk meclisinde resmîleştirir festivali. İcra kurulu teşkil edilir. Öteden beri kasabada yapılagelen Şelale Şenlikleriyle iş birliği kurar. İçine şiir akşamlarını koymayı ihmal etmez.  Konsersiz festival olur mu hiç? Zara, Kenan Doğulu, Yıldız Tilbe, Ebru Yaşar, Mustafa Sandal… Her şey usulüne göre işler. Muhalif olanlar bile bu festivali destekler hale gelince iş fiiliyata geçer. Bütün detayları düşünülür festivalin. Öyle ki festival şenlik havasına bürünür. Güzellik yarışmalarından tutun da halk oyunlarına varıncaya kadar yok yok! … Şiir yarışması, kısa film yarışması, tek kişilik gösteriler, komedyenler, cambazlar, sokak tiyatroları, sergiler, konferanslar, sempozyumlar, kongreler… Yeter artık!.. Bu başkanı daha kimse tutamaz. Başkan bile! … Festival ulusal değil artık uluslararası olmuştur. Arada bir küçük tartışmalar yaşanır ama onlar keyfe keder şeyler. Sen asıl büyük resme bak! … Tam yerli ve de milli!…

Ama bir şey eksik! … Bu festivale bir de ‘Üstadı’ davet etmek gerekir. 

Kim o? 

Tabii Necip Fazıl Kısakürek değil! O öleli çok oldu.

“Eh! Herkesin üstadı kendine. Lakin iyi fikir. Gelirse yer gök inlemez belki ama, ufak bir kıvılcım parıldar” diyor Kutlu.

Ama ufak bir sorun vardır. Mesele de bu ya… 

Gelir mi peki Üstad?

“…parasını verirsek gelir. Yok ya! O ne biçim iş? Öyle! Artık belli bir şöhreti yakalayanların kaşesi var. Dava ne olacak peki, açık arttırmaya mı çıkacak? Yoo! Neoliberal ve postmodern düzen yahut düzensizlik içindeki yerini alacak. Aldı bile.”

İşte baştan beri ifade etmek istediğimizi Kutlu, böyle taşı gediğine koyuvererek anlatıyor. Kültür-sanatın dava halinin resmini çekiyor böylece. Siz her ne kadar kabul etmeseniz de bu böyledir, daha doğrusu böyle olmuştur. Dava kazanca, paraya, pula tahvil edilmiştir. Vatana millete hayırlı olsun ve de dava sağ olsun! …

Neymiş efendim?

“Üstad para alıyormuş. Herkes para alıyor. Eskiden ayıp sayılırmış. Eski günlerde değiliz. Hepimizin cep telefonu var. Hepimiz aynı gemideyiz.”

Ne diyordu Mevlâna Celâleddîn?

“Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne ait…

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”

Eski günlerde değiliz, dün dünde kaldı, amenna! … Lakin yeni hal de pek iyi bir hal değil!…

Öyle bir haldeyiz ki kültür, sanat, edebiyat ve dahi şiirin kiloyla tartılıp metre ile ölçüldüğü zamanlardan geçiyoruz. Eli kalem tutan kurşundan kalemlerin, politikacıların kırıp döktüklerini toparlama karşılığında ücretlendirilip ödüllendirildiğini hayretle seyrediyoruz. Söz hiç bu kadar irtifa kaybetmedi. Fikir hiç bu kadar pespayeleşmedi. Aydın namına kırıntı bile yok! Ya âlimi, uleması? Kim kaybetmiş ki bulasın! …  

Hal böyle olunca Başkanın Adamları kasabayı uzaya uçuracak festivaller yapmasın da ne yapsın? Üstad para istemiş, ister tabii! … Dava kaç kuruşa düştü böyle?