Haftalardır bir kentin üstüne bomba yağdırıyor İsrail, arkasına dünyanın jandarmasını almış. Herkesin yaptığı sadece konuşmak. Hadi biz konuşalım. Peki karar merciinde olanlar niye sadece konuşuyor. Liderler de devlet başkanları da sadece konuşacaksa bizden ne farkları var. Birileri bu zulmü ve bağıra bağıra gelen savaşı durdurmak için inisiyatif almalı ve somut güç kullanmalı. Miting yaparak lanetleyerek ölümler engellenmiyor, önüne geçilemiyor katliamın.

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Gazzeli Filistinlilere uygulanan üç haftalık zulüm görüntüleri ekranları kapladıkça, geçmişe şöyle bir göz atınca bir deja vu hali hissediliyor. Daha önce yaşanılanların birer kopyası gibi savaşların ve zulümlerin tarihi. Tarihin tekerrür ettiğini söylemeyeceğim, zira nüanslardır renk ve katman katan ama pek çok illettin farklı şekillerde tekrarlandığını görüyoruz. Temel çürük olunca, yıkım kaçınılmaz oluyor.

Bugün yaşadıklarımızı göz önünde bulundurunca, her şey çok tanıdık geliyor. Toplama kampına gönderilip şans eseri kurtulan kimyacı yazar Primo Levi’nin “Boğulanlar Kurtulanlar” kitabından şunu öğreniyoruz: Bu suçları işleyenlerin içi rahattı zira Naziler kurbanlarına şöyle diyordu: “Bu savaş nasıl sona ererse ersin, size karşı savaşı biz kazandık; tanıklık etmek için bir tekiniz bile hayatta kalmayacak; ama biriniz kaçmayı başarsa bile, dünya onun anlattıklarına inanmayacak.” Bu cümleleri okurken ister istemez şu an yaşadıklarımız aklıma düşüyor. Bugün yaşadıklarımızı araştırıp yazmayacaksak, yarın birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız? Eğer İkinci Dünya Savaşı’ndan bir ders çıkaracaksak, o da bu olmalı. İntikam duygusunun ne kötülükler doğurduğunu ve ne fesat döngüye döndüğünü İsrail’de de görüyoruz, ülkemizde de. Ölüm fügünden çıkmanın tek yolu, önce bilmek, sonra “göze göz, dişe diş” hıncını bir kenara koymaktır.

Tarih kibirli liderlerden ve savaş kahramanlarından bahsetmeyi sever. Oyunun kuruluşu ve oynanışıdır haber olan. Madalyonun öteki yüzü hiç de şaşaalı değildir. Arka planda göçe zorlanan milyonlar, Stalin’in dediği gibi, istatistiğe indirgenir çoğunlukla. Bugün dünya, tarihin en büyük göç kriziyle karşı karşıyayken, Balkan Savaşları, Çerkez ve Ermeni kıyımları ve Dünya Savaşları’nın evsiz, yurtsuz, hayatsız bıraktığı milyonlarca insanı hatırlamalı/ hatırlatmalı. Mesela, 1921 yılı boyunca sayısız mültecinin Irak’a akın ettiğini not etmeliyiz.

Günümüzü kangren eden bütün bu çürük temeller Birinci Dünya Savaşı sonrasında atıldı. Dört İmparatorluğun çöküşüyle yeni ülkeler icat edildi. Muzaffer devletler, savaş sonrasında Sünni liderlerin Şii çoğunluk, Şii liderlerin Sünni çoğunlukların başına geçirilmesine, Kürtlerin bağımsız bir Kürdistan’a kavuşamamasına, Balfur’u takiben Filistin’in ikiye bölünüp Museviler için yepyeni bir vatan oluşturulmasına karar verdiler. Bugün boşuna Üçüncü Dünya Savaşı senaryoları yazılmıyor çünkü eski defterler hiç kapanmadı. Dünya günbegün güvensizleşirken, totaliter devlet zihniyeti ve faşizan lidercikler tekrar hortlamaya başladı. Rusya yüzyıllık hayaline yaklaştı. Biz dalga konusuna dönüşen “değerli yalnızlığımıza” saplandık. İşte tam da bu zamanda, Büyük Savaş’ın en büyük şairine kulak vermek lazım. “Bugün şairin tek yapabileceği şey uyarıda bulunmak” demişti Wilfred Owen, cephede ölmeden önce. Ben de naçiz uyarımla sonlandırıyorum sözlerimi...

Kissinger gibileri genç askerleri “cannon fodder” olarak gördü. (Tam tercümesi “top yemi”; başka bir deyişle “harcanabilirler”). Ölümüne yakın Kruşçev’le yapılan bir röportajda, “Hayatın bir noktasında, arabalar, evler, para, kadın ya da yemeğin önemi kalmaz. Ama gücün verdiği yetkiyi kullanmak, işte ondan hiç bıkmazsınız” demişti. Güç kimilerinde bağımlılık yaratır. Güce tapınanların ne kendileri, ne oğulları savaşır kirli savaşlarda. Cephedeki bir asker gibi görmezler, “dünyanın cehennemden daha beter olduğunu”. Bugün savaş tamtamları çalanlar bir düne baksa yarının vahametini anlayacaklardır. Putlaştırdıkları liderlerin aslında birer kukla olduğunu, II. Wilhelm gibilerinin sonunda kaçmak zorunda kaldığını, Hitler’in intiharını hatırlasalar belki böyle bağırmazlar. Kim bilir, belki de kötülük böyle bir şeydir: Arsız, sıradan, cahil bir körlük...

Altüst olmuş umutlar mezarlığında korku içinde dolaşan bir insanlık. Belki de bu korkuyla herkes her şeyin sesini, televizyonların, ibadet yerlerinin, mitinglerin sesini sonuna kadar açmış, korkusunu korkutarak aşmaya çalışıyor, ama nafile. Bauman diyor ki, "Güvensizlik ve savunmasızlık içeren böyle bir dünya imajını içselleştirmiş bir kimse hakiki bir tehdit olmadığında bile sürekli olarak tehlikeyle doğrudan karşılaşmaya uygun yanıtlara başvuracaktır..."

Bauman, yapılması gerekenin özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin küresel ölçekte yeniden kurulması olduğunu yazmış. Bu denge olumsuz anlamda güvenliğin ağır bastığı bir noktaya doğru hızla ilerliyor. Ama özgürlüklerin askıya alınmasıyla güvenliğin tam ters yönde etkileneceği de insanlık tarihine bakılınca görülebilir. Bir diğer husus da, korkulan şeylerin kökenine inmeden gerçekçi umutların ve çözümlerin mümkün olmayacağı... Ama artık bütün dünyayı içine alan bir 'aydın' sorunu var. Ün peşinde koşan tarafgir, felaket tellalı, karamsar aydınlar, kendi küçük iktidarları ve izlenme oranlarıyla meşgulken, toplumla sahici bağlar kuramıyorlar. Bauman'ın ifadesiyle, entelektüeller ile halk arasındaki sözleşme bozulmuş durumda. Bu sözleşme yenilenmeden, tek tek bireylerin bütün bu korkularla yüzleşmesi kolay değil.

İstenmeyen İçerikler:

Ticaret Bakanlığı bir duyuru yapmış. Demiş ki; size arzunuzun hilafına siz istemeden atılan cep telefonunuza atılan mesajları e devlet üzerinden şuraya girerek engelleyebilirsiniz. Yahu devlet de enteresan oldu artık.

Tecavüz edeni direkt cezalandırsalar böyle olmaz. Adam tecavüz ediyor sonra ben bir daha tecavüze maruz kalmamak içim önlem alıyorum. Devlet aygıtı şirketlerin ve sermayenin fahişesi olmamalı, halkını korumalı kötülerden.

Son söz: Şikayet güçsüzlerin başvuru sığınağıdır. Akdeniz’e demirleyen bir uçak gemisi ve üzerindeki teçhizatların bu günkü rayiç bedeli toplamı 90 milyonluk Türkiye’nin ekonomik büyüklüğünün yarısına yakın ise orada durup derin derin düşünmek lazım. Bir de üstüne üstlük vatanını bırakıp giden yetişmiş gençlerimiz var gözümüzün önünde. Kısır çekişmelerimiz içinde neler kaybettiğimizi anlamak için umarım çok geç kalmayız…

Not 1: 80’li yılların, mizah dergilerinde karikatür olarak çizilen enflasyon canavarı, günümüzde artık iyice Game of Thrones’daki ejderha gibi 3 boyutlu ve gerçekçi bir halde evlerde, mutfaklarda, sokaklarda halkın üzerine fakirlik yağdırdı. 100 yılın son 20 yılında, artık 1 litre süt 21 lira oldu. O da en ucuzu, en kalitesizi. Gıda kodeksimiz zaten evlere şenlik.
Meyve sularının içinde meyve olmasına bile gerek yok ülkede. Dünyada fındığın merkezi olan ülkede, bir filo fındık kaç lira tahmin edin. Et deseniz, artık yemezseniz de olur. Ailelerde yeterince beslenemediği için güdük çocuklar büyüyor bu son yirmi yılda. Artık neredeyse temel dört işlemi bile zor yapıyor ilköğretimde gençler. Üniversitelerin kapısına kelepçe filan vurma gibi tuhaf hareketler gördük. Zaten halkın yarısı da sevilmiyor. Aynen bu sevgisizlikle bir 20 yıl daha devam edelim. 2053’te dünyanın en iyi 20 ekonomisi içindeyiz. Gittiği yere kadar.

Not 2: Sen kimsin kardeşim? Cumhuriyet’in 100’üncü yılını kutluyoruz farkında mısın? Bu Cumhuriyet sandığın gibi kolay kurulmadı. Büyük bir mücadele var, kan var altında. Dünyada ne olursa olsun, böyle bir günü ertelemeye ne hakkın ne de haddin var. Bu adamın kim olduğuna da baktım. Meğer AK partili Belediye Başkanı Tevfik Göksu’nun kardeşiymiş. Böyle bir adamın yaptığına şaşırmam elbette ama böyle birini elçi diye gönderenleri de affedemem en azından kendi vicdanımda.

Not 3: Halka arzlarla sürekli kazanmaya alışmış olan bir kesim var. Ve kayıp yaşamaya başladıklarında eski tadı alamayacaklar bu da panikleri beraberinde getirir. Öte yandan parasal sıkılaştırmaya gidiyoruz. Orada da bir sıkışma oldukça, realizasyonlar artacak. Yani halka arz için bile gelseler birikim yapmak isteyenlerin biraz daha ölçüp biçmeleri gerekiyor.

Not 4: Türkiye’ye üretim için yatırım yapanların nesli çoktan tükendi. Yabancılar, kalıcı yatırım yapmak, parasını getirmek için neye bakar? Şeffaflık var mı? Hukuk işliyor mu? Denetimler tam olarak yapılıyor mu? Bağımsız kurumlar çalışıyor mu? Kısaca kafası rahat mı? Millet olarak bizim kafamız rahat değil, onların nasıl olacak?

Vatandaşları bile kendi ülkesinden para kaçırmaya çalışırken yabancı fonları ülkeye para sokacak; enayi mi bunlar? Hayvan terli… Artık yemiyorlar!

Not 5: Herkesin otomobil sahibi olabileceği bir toplumda, yerleşimin MÜSTAKİL olması gerekiyor. Başka türlü imkansız. Ne yol yeter, ne park yeri.

Çok katlı otoparklı binalar da çözüm değildir. Çünkü, bu araçlar yola çıkacaklar. Ona göre şehir düzenlemesi olan bir yer var mı?

Not 6: Biraz lapa olmuş TAVUK PİLAVA daldırdığım plastik kaşık, gövdesinden direkt kırılınca, ülkemizin bir EKONOMİK BUHAR içinde olduğunu tekrar hatırladım.

Eskiden plastik çatal kaşıklar kırılmazdı.

Şimdi kırılıyorlar. Çünkü, maliyet baskısı arşa çıktı. Restoranlar da mort.

Not 7: Uzun yıllar önce çalıştığım bir okulda adını soyadını dahi yazamayan, babası olmayan bir öğrencim vardı. Görünüşte hiçbir engeli yoktu tam tersi oldukça da yakışıklı ve boylu boslu bir çocuktu ama akıl yaşı 8 yaş civarında idi. Kaynaştırmalı eğitim adı altında 8. Sınıfa kadar gelmişti. Son sınıfta en azından adını, soyadını, adresini yazabilsin diye bu çocukla özel olarak ilgilenmiş ama bir adım bile yol gidememiştik. Zar zor okuldan mezun ettik.
Durumunu bildiğim için annesini çağırmış ve oğlunu liseye göndermek yerine güvenilir bir yere çırak olarak vermek istemiştim. Durumu annesine anlatmış o da kabul etmişti. Yer ayarladık ama ben yaz tatilinde iken gitmemiş. Okulların açılmasında bir süre sonra bir gün yolda annesi ile birlikte takım elbiseli bir şekilde karşılaştık. “Hayırdır oğlum nereye?” diye sorduğumda “Hocam okula gidiyorum” dedi. Şaşkın bir şekilde annesine dönüp baktığımda annesi: “Hocam, bu çocuk 8 sene okudu ise liseyi de bitirir diye düşündüm” diye cevap verdi.
Annesi olacakları önceden görmüştü sanki. Bir sene sonra 12 yıllık zorunlu eğitim kararı çıktı ve bu tür çocuklar kaynaştırmalı eğitim adı altında 12 yıl okul içinde akranları ile birlikte tutuldu. Bu birlikteliğin artıları ve eksileri maalesef hiçbir zaman sağlıklı bir şekilde tartışılmadı. Hele şu günlerde akran zorbalığı üzerine çokça konuşuluyorken bu tür çocukların maruz kaldıkları akran zorbalıkları nedense hep görmezden gelindi. Daha doğrusu yönetmelikler gereği görmezden gelindi.
Çok üzülerek gördüğüm bir başka şeyi daha yazmak zorundayım. Rehberlik Araştırma Merkezlerinin kaynaştırmalı öğrenci raporu verdikleri bazı öğrencileri gördüğümde “eğer bunlar kaynaştırmalı ise diğerleri ne acaba diye?” kendi kendime sorduğum çok olmuştur.
Maalesef geleceğimiz olacak gençleri harcamak konusunda üstümüze yok. Mesleksiz ve de niteliksiz nesillerin maliyetini hesaplamayı bir türlü beceremiyoruz. Halbuki çevremiz cadı kazanı gibi kaynıyor ve olan bitenler bize tek bir neferimizin dahi harcanamayacak kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Not 8: 99 yılını eğitimde milat sayabiliriz. 8 yıllık zorunlu eğitim ile o güne kadar iyi kötü idare eden 5+3+3 sistemini ideolojik kaygılarla mahvettik. İmam Hatip düşmanlığı ile yılların tecrübelerinin bir kısmı bir çırpıda çöpe atılırken maalesef 4+4+4’le de yine diğer bir kısmı çöpe atıldı.
Bir zamanlar Fen Liseleri ve Anadolu Liselerine bugünkü tabirle nitelikli okullara öğrenci alımları 5. Sınıf sonunda yapılır ve bu okulların orta kısımları olurdu. Bu okulların sınavına girmek bile kolay değildi. Belli başlı derslerden yüksek bir ortalama tutturmanız gerekiyordu aksi halde sınava dahi giremiyordunuz. Meslek liselerinde de pek çok bölüme sınavla öğrenci alınırdı.

Not 9: Türkiye'de TARIM, kamyonlarla ilkel yöntemlere ülkeye dağıtılıyor.

DEMİRYOLU kullanılmıyor.

Haliyle, AKARYAKIT en büyük kalem maliyetlerde.

Böyle bir ülkede akaryakıtı Avrupa seviyesine çekersen, GIDA fiyatları Avrupa'yı da geçer.

Not 10: Her zaman, kadınlar için DOĞRU ERKEK olmaya çalıştım.

Sonuç?

Elde var sıfır.

Ne zaman, kadınlar için YANLIŞ ERKEK olmaya çalıştım, işte o zaman kadın YAĞMURU başladı.

Çünkü, ben, aslında YANLIŞ ERKEK imişim.

Not 11: 12 Eylül 1980'den sonra 7,5 yıl hapis yatan Muhsin Yazıcıoğlu der ki:

Hapiste yatanlar sağcısı, solcusuyla yüksek politikacı veya zengin ailelerin çocukları değildi; hepsi ezilmiş, yoksul ve gariban ailelerin çocuklarıydı.

Not 12: Kadın enercii diye bağırdı, çoluk çocuk ağzınızdan düşürmediniz, sonra cumhuriyet diyorsunuz. Hadi oradan hadi oradan.

Not 13: Millet olma bilincini kazanamamış yığınlarız. Cumhuriyet bile yüz yılda bu kollektif bilinci kazandırmadı. Menfaati söz konusu olduğu zaman hak hukuk vatan millet kardeş hiçbir şey takmayan bir topluluktan ibaretiz. Kesin bir yüzde vermek zor fakat bence bu ülkede halkın en az yarısı kendinden başka hiçkimse veya hiçbirşeyi umursamayacak kadar bencil. Ülkedeki bütün ekonomik ve sosyal sorunların altında aslında bu yatıyor.