Futurist yatırım uzmanı Mert Başaran uzun süreden beri borsa, arsa tavsiyesi veriyor. Dolar tutmanın kimseye bir şey kazandırmadığını rakamlarla izah ediyor.
Başarana göre 2002-2023 yıllarında dolar 20 kat kazandırırken, borsa 80 kat, altın 130 kat, ev fiyatları 100 kat, asgari ücret 90 kat artmış.
Su akar yatağını bulur. Demekki altın, ev ve borsa uzun süre (en az 5 yıl) eskisi gibi olmayacak. Bu arada tabii dolar faizlerini es geçmemek lazım. Dolar faizleri 2020 lere kadar bizde % 5 lerdeydi. Bileşik olarak düşünürsek %120 olur en az. 45 kat olur o zaman. Bir de dolarları 2015 sonrası alanlar 2003 göre çok karlılar. Çünkü 2002-2013 arası dolar hiç kımıldamadı. 1.5 tl civarı sabitleşmişti adeta sıcak paradan dolayı. Altın olayı istisna idi. Konut ise son 3 yılda fırladı. Hepsi ABD merkez bankası ve diğer merkez bankalarının 2008 kriziyle birlikte ve korona vesilesiyle karşılıksız para basımıyla ilgili. Şimdi o çağda kapandı. Her şeyin zamanı var.
Asgari ücrete gelirsek. Bizim ülkede ortalama ücret asgari ücret oldu. Ondan reel anlamda artmış görünüyor. Toplumun % 60 ı asgari ücretli oldu. Çok da hayırlı bir gelişme sayılmaz. Toplumu taban ücrette eşitledik maalesef.
Ayrıca doları insanlar yatırım amaçlı değil paralarının değerini korumak için aldı yıllarca. Koruyamadıkları da ortada verilere göre. Denize düşen misali dolar. Mesele dolara halkı muhtaç etmemek. Bunun tek yolu ise fiyat istikrarı, enflasyonsuz bir ekonomi. Enflasyonun kronik sürekli olduğu bir ülkede yatırım ortamı ancak bu kadar olur. Dolar konuşmaya çok devam ederiz.
Son söz: Bugün BAE ülkelerinde ŞERİAT var.
Ama plajlarda ÇIPLAK kadınlar yatıyor.
PARA olunca, her sorun çözülüyor, kimse başkasıyla uğraşmıyor.
Fakir halkları, böler ve yönetirler. Çare; zenginleşmektir.
Ancak, her toplum zenginleşemez.
EĞİTİMLİ kitle ülkeden kaçıyor.
Bu kitle kaçtıkça, üretimde KATMA DEĞER düşüyor.
Bunun üstüne, ülkeye alınan ekstra 16 Milyon KÖYLÜYÜ de koyarsanız, vaziyet daha da kötüleşiyor.
Türkiye için planlanan HİNDİSTAN HALK MODELİ.
Türkiye'de halkın bilinçli bir politikayla fakir bırakıldığı, ancak sadece DIŞ GÜÇLER değil, İÇ GÜÇLERİN de politikasının bu yönde olduğu gerçeği, çok üzücü.
Tek çare,çocuklarınızı GLOBAL yetiştirmek.
Kuş gibi İngilizce şakıyacak, teknolojiye hakim, bastıp gidebilecek çocuklar.
KÖYLÜYE servet transfer edilen esas rejim, KOMÜNİZMDİR.
Teknolojik üretime hiç bir katkısı olmayan bu kitleye, hakettiğinden fazlasını vermek için, teknolojik üretimi yapan kitleyi fakirleştirmeniz gerekir.
Sonuç?
Düşük IQ'ya avantaj sağlayan sistem, batar!
Not 1: İran’da kurulan Büyük Selçuklu devletinin hükümdarları ordunun yönetimini bizzat üstlenirken bürokrasinin yönetimini Fars asıllı tecrübeli, nüfuzlu ve soylu vezirlere emanet ediyorlardı. Adeta “devlet içinde devlet” şeklinde bir görünüm arz eden vezirlik makamının babadan oğula geçtiği durumlara bile rastlanıyordu. Nizamülmülk’ten sonra oğulları Fahrülmülk ve Müeyyidülmülk devlet aygıtının başına geçtiler.
Osmanlılarda da ilk dönemde vezirlik kurumu belirleyici bir güce sahipken Fatih’ten itibaren baş vezirler -toplumsal dayanağı olmayan- devşirmelerden seçilmeye başlanarak yönetimdeki güç dağılımı ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Ancak baş vezirlik makamı her zaman etkisini sürdürdü. Tabii, bu etki devletin iç ve dış siyasetinin başarılar elde ettiği dönemlerde daha fazla hissediliyordu.
Geçenlerde bir vesileyle Osmanlı tarihinin 18. yüzyılına dair bir şeyler okurken dikkatimi bir ayrıntı çekti: 3. Ahmed’den 3. Selim’e kadar toplam 6 padişah hüküm sürüyor 18. yüzyıl boyunca. Zaten bütün Osmanlı tarihinde toplam 36 kişi tahta çıkmış olduğuna göre ortalama her yüz yıla 6 padişah düşüyor.
Ortalama 15-20 yıl civarında bir süre devlet başkanlığı görevi için az da sayılmaz, çok fazla da sayılmaz herhalde. Ama benim dikkatimi çeken ayrıntı bu değil. Söz konusu yüzyılda hüküm süren 6 padişaha mukabil 63 sadrazamın görev yapmış olması çekti dikkatimi. Yani devlet başkanı adına bütün askeri ve sivil bürokrasiyi yöneten büyük vezirlerin ortalama görev süreleri iki yıldan bile daha az.
Bu tablo, cumhuriyet devrindeki 1970’li veya 1990’lı yılların zayıf hükümetlerini ve siyasi krizlerini hatırlatıyor insana. Belki bugünkü siyasi tablonun devamı halinde bizi bekleyen kriz durumunu da haber veriyor…
Yükseliş devam ederken sistemik problemlerin başladığı dönem olarak görülen 16. yüzyılda 42; gerilemenin artık “resmen” başladığı 17. yüzyılda ise 63 baş vezir saydım... Çöküşün iyice belirginleştiği 18. yüzyıldaki hükümet başkanı sayısı ise 70’e yakın... 19. yüzyılda bu rekor da kırılmış; tam 80 kere sadrazam ataması yapılmış... (Mesela II. Abdülhamid saltanatının yalnızca ilk on yılında yirmi kere sadrazam değiştiriyor.) Bir defadan fazla bu görevi yapanlar olsa da son yüzyıllardaki sayılar ve bu sayıların istikrarlı bir grafik dâhilinde sürekli yükseliş göstermesi pek normal olmasa gerek. Aksine, bir problemin işareti bu...
Öyle anlaşılıyor ki işlerin yolunda gittiği dönemlerde devleti yöneten kadrolarda devamlılık oluyor. Buna mukabil işler bozulduğunda işin başındaki kişilere kesiliyor fatura. Olumsuz gidişi engellemenin daha esaslı veya yapısal çözümleri bulunamadığı için boyuna sadrazamlar, seraskerler, şeyhülislamlar vs. değiştirilip duruyor. Ama bu “yöntem” idarede istikrarsızlık oluşturmaktan başka bir işe yaramadığından bir kısır döngü oluşuyor. İmparatorluğun yıkıldığı güne kadar bu böyle devam edip gidiyor.
Demek ki meseleyi kişilerde değil, öncelikle zihniyette ve yapısal şartlarda aramak gerekiyor ki kötüye gidişe bir çare bulunabilsin. Yoksa veziri de değiştirseniz hükümdarı da değiştirseniz akıbeti değiştiremiyorsunuz.
Not 2: Sokak röportajlarında çok sevdiğim tarzı açıklayayım: Soruyu şu şekilde soruyorlar: “Kılıçdaroğu şunu söylemiş veya CHP şöyle yapmış”. Vatandaş tabii hiç durur mu... Kılıçdaroğlu ve CHP hakkında nerede ise en ağır cümleleri kullanırken hiddetinden de yerinde duramıyor.
Sonra sunucu “pardon bunu Kılıçdaroğlu değil, Erdoğan söylemiş veya CHP değil AK Parti yapmış” diye söylediğinde aynı vatandaş birden dünyanın en şefkatlisi kesilip o söz veya eylemin doğrulunu anlatıveriyor.
Bu karaktere ne denir bilmiyorum ama bu karakterin barındırıldığı anlayışın ülke adına felaket olduğunu söyleyebilirim.
Not 3: Bakınız bu yıl narenciye üretimi çok fazla. Narenciye ekimi yıllık olmuyor, yani mevsim etkisi ile ürün çok bol.
İyi ama bu bol ürünler neden raflarda hala çok pahalı?
Tarlada alıcı bile bulamayan limon raflarda 15-20 lira. Keza mandalina ve portakal için de durum benzer şekilde.
Deli gibi ürün bolluğuna rağmen fiyatlar neden bu kadar yüksek?
Bu ürünlerin fire oranları da çok yüksek değil. Buna rağmen fiyatlar neden çok yüksek?
Bunu bir başka şekilde izah edeyim: Türkiye’de yatırım teşvik oranı OECD ülkelerine göre oldukça iyi durumda. Buna rağmen yatırım artışı ve teknolojik ilerleme çok geride...
Yani diyeceğim o ki, sorunlarımız öyle basit değil ve yapısal... Keşke sadece üretimle bu işler çözülecek gibi olsa...
O nedenledir ki, Türkiye’nin aklı ve bilimi yeniden yönetimsel anlamda ciddiyet alması ve toplumun geleceğine yatırım yapması gerekiyor. Çocuklarımıza ve torunlarımıza çok acıyorum ve içim yanıyor.
Not 4: “Devrildi devrilecek canı elinde taşımaz bunca derdi / Gece gündüz dua eder tazelensin çorak gönüller
Kara eller rüzgârla savrulsun, sararmış tarlalar yeşille buluşsun, âşka yürüsün canlar ”
Buradan hareketle;
Bu dalavereli, karanlık kavram setinin bir an önce yıkılıp yerine yenilerinin gelmesi, yani yeni bir düzenin inşa edilmesi gerekiyor.
Ve bu düzeni besleyenlerin ivedilikle sistemin dışına atılması gerekiyor. Tüm bunların gerçekleşmesi için de toplumsal bir bilince ihtiyaç olduğu düşüncesindeyim.
Diğer türlü başka bir çıkış yolu yok maalesef.
Ve gençlerimizin fenomenlerin yalan dünyalarına özenmeleri yerine Steve Jobs gibi, Elon Musk gibi, Larry Page gibi başarılı girişimci hikâyelerine özenmelerini, ‘derin öğrenme’ ya da ‘veri madenciliğini’ öğrenmek için çaba sarf etmelerini, dolandırıcıların boş hikâyelerini dinlemek yerine ‘fraud analiziyle’ ilgili teknik sohbetler yapmasını umut ediyoruz.
Not 5: Evet, bir bakalım. Mesela yarın emredilse. Dolar 5 liranın bir kuruş üstünde satılmayacaktır! Altının gramı 390 liradır, vesselam! Ve kiralar, kontrat kaç yıllık olursa olsun %25’ten fazla arttırılamaz! Bitti! Emir, demiri keser!
Ne olur? Şu olur: Narh kararlarını aldığınız gün ne büfelerde dolar, ne kuyumcularda altın bulabilirsiniz.
Sokakta yürürken yanınıza birileri yaklaşır ve fısıldar: “Dolar var dolar.” Sizi turist zannederlerse aynı kişiler bu sefer, “Dollar? Dollar? Good prays, dollar.” derler. Benzer şekilde “Altın mı baktın abi? Uygun fiyata var abi.” diye fısıldayanlar türer.
Peki kiralar? O kolay. Kontrat resmî bedelden yapılır. Zamlısı açıktan alınır.
İşte buna piyasa diyoruz. Fısıltıyla yanınıza yaklaşacaklara da kara-piyasa; doğrusu karaborsa. Sarıklı, cüppeli âlimlerimiz de Allah’ın işi diyor. Hükümler birbirinden pek uzak değil aslında.
Not 6: Engellilik, başkalarının bir çırpıda yapacaklarını uzun bir süreçte yapabilmektir kimi zaman. Ya da başkalarının yapabileceği bazı şeyleri hiç yapamamak. Ancak insan olmak ve insan kalmak için bu yapabilme yeteneklerinin hiçbirine ihtiyaç yok.
Sosyal medyada çok sık rastladığım bir mesaj var. “3 Aralık Dünya Engelliler Günü kutlu olsun.” Düşüncesizce sarf edilen bir söz. Az daha konfetiler atacaklar, havai fişek patlatacaklar. Bir de, özellikle son yıllarda engellileri podyumlara çıkarıyorlar, hem de devlet protokollerinde. Bu da çok yaralayıcı bir şey.
Engelliler Günü’nün kutlama mesajlarıyla gündemde tutulmaya çalışılması da engellilerin -hangi niyetle yapılırsa yapılsın- podyumlara çıkarılması da engellilerin hiç de hazzetmediği görüntüler. Engelliler günü/haftası çoğu defa işkence halini alıyor engelli birey için.
Aslolan bakış açısıdır. Toplum engellilere nasıl bakıyor? Onlara yaklaşımı nasıl? Engelli, toplumda “muhtaç” bir varlık olarak mı algılanıyor, yoksa -her insan gibi- bir “birey” olarak mı?
Not 7: Ekonomik ve siyasi bedelleri bir yana Erdoğan’ın Batı, ABD, İsrail’e karşı tevil getirmez sert çıkışları ve buna rağmen hala iktidarda olmasının, dünyadaki birçok Global Güney liderine ilham kaynağı olmuş olma ihtimali bir hayli yüksek.
Not 8: ‘M.Ö IV.yy’da Aristo ‘Bütün insanoğlu doğası gereği olarak bilgiyi arzulamaktadır’ demektedir. Dolayısıyla bilgi insanoğlunun ilk çağlarından bugüne, tüm ekonomik sistemlerin temelinde yer almaktadır. Ancak bilgi ve toplumsal ilerleme, başarı ve hayat standartları arasındaki ilişki hiçbir zaman bugünkü kadar belirgin olmamıştır. Geleneksel ekonomilerde toprak, emek, sermaye üretimin temel faktörleri iken, Toffler ya da Drucker gibi yazarların da ifadesiyle bilgi tabanlı ekonomide kuruluşların faaliyetlerine değer katan temel unsur olarak ‘bilgi’, üretimin ve yönetimin öncelikli faktörü olarak ön plana çıkmaktadır. Bu açıdan Aristo’dan 25 asır sonra bilgi, ekonomi ve refahın temel unsuru haline gelmiştir.’
Peki, bilginin kaynağı üniversitelerimiz ne kadar üretken? Siyasetin gölgesinden ne kadar bağımsız? Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar ne durumda olduğumuzu özetliyor doğrusu.
Not 9: Apple Türkiye fiyatlarına bir yılda bilmem kaç defa zam yapmış. Bu maalesef haber olarak paylaşılıyor.
Diğer taraftan teknolojiyi üretemeyen, transfer eden ülke olunca böyle haberlerin yapılması da paylaşılması da doğal.
Bizim de Apple, Samsung gibi markalarımız olsaydı şu an yüksek ihtimal cari açığı konuşmayacaktık.
Ama bunun gerçekleşmesi için de gençlerin özgürce soru sorabildiği, fikrini paylaşabildiği, akademisyenlerin siyasetin gölgesinde olmadan hareket edebildiği, inşaatçılar yerine ‘girişimcilerin, yazılımcıların, mühendislerin, doktorların vs.’ el üstünde tutulduğu ve asıl bilimin değerli görüldüğü bir ekosisteme ihtiyaç var.
Not 10; Şu an birçok alanda tıkanma yaşandığı düşüncesindeyim. Bu tıkanmaların açılması için inandığını yürekli bir şekilde söyleyenlere ihtiyaç var.
‘Kara para yanlıştır, zehir tacirleri yanlıştır, rant vicdansızlıktır’ diye haykıran yüreklere ihtiyaç var.
Zira kötüye kötü denmezse, ‘tamam efendim, olur efendim’ denirse, bir zaman sonra o kötüler toplumun doğruları olarak karşımıza çıkabilir.
Bundan da hepimiz zarar görürüz. Nihayetinde aynı gemideyiz ve birbirimizi ne kadar yargılasak da bilinç olarak birbirimize görünmez iplerle bağlıyız.
Not 11: Bırak git ne varsa göçmen kuşlar gibi / Fırlat eskileri en uzaklara bulutlar seninle nasılsa / Hesaplaş karanlık tarafınla, sarıl titreyen yanına
Hep uç inme hiç aşağılara bilme mazlumları, duyma derdiyle sessizce yananları, görme solmuş, bitmiş canları
Günlerce uç, rüzgâra karşı savrul, güneşe karşı yan, yağmurla bir ol sicim gibi dök, ama inme aşağılara, görme solmuş, bitmiş canları, görme…
Not 12: Ekim ayında bir önceki yılın aynı ayına göre Türkiye genelinde konut satışları %8,7 azaldı.
Ocak-Ekim dönemi itibariyle ise bir önceki yılın aynı dönemine göre %14,3 azalış gerçekleşti.
Sarı siteler de düşüşü teyit ediyor.
Oluşturulan endekslerde konut satışlarındaki düşüş net şekilde görülüyor.
İşte bu durumda inşaat yapanlar için zor aylar geliyor.
Yaprak kıpırdamıyor.
Bu faizle konut almak isteyenler bir adım geri atıyor.
Taşeronlar ile işverenler arasında zaten para değil takas sistemi işliyor.
Görünen o ki,
İnşaat sektöründe ilerleyen zamanlarda batış hikayeleriyle karşılaşmaya başlayabiliriz.
Çok büyük inşaatları var,
Bir şey olmaz, demeyin.
Nakit döngüsü bir kez aksadı mı, çorap söküğü gibi gelir arkası.
Konut satılmazsa işte inşaat sektörü için de efektif bir nakit yönetimi sağlanamaz.
Kısacası,
Konut satışlarındaki olumsuz tablo,
İnşaat sektörü üzerindeki riski artırmaktadır.
Not 13: Türkiye’nin millî bir dış ticaret politikası olmadı, bugün de yok. Bu nedenle Türkiye dış açıklardan kurtulamıyor.
En çarpıcı örnek; Avrupa Birliği ve Çin ile dış ticaretimizi karşılaştırmaktır.
Ocak-Ekim dönemi on ayda;
*İhracatımızın yüzde 41,3’ünü AB’ye yaptık. AB’ye olan dış ticaret açığımız 1,1 milyar dolar oldu. Geçen sene AB ile olan dış ticaretimizden fazlamız vardı.
*İhracatımızın yalnızca yüzde 1,3’ünü Çin’e yaptık. Çin’e karşı toplam dış ticaret açığımızın yüzde 37,8’i kadar, 35,5 milyar dolar dış ticaret açığı verdik.
Çin’in ihracatı içinde teknoloji malı ihracatı yüzde 30 yer tutuyor. Bize yaptığı ihracatta da aynı oranı varsayarsak, Çin’den yılda yaklaşık 40 milyar üstündeki ithalatımızı yüzde 70 oranında ve 10 milyar dolar düzeyine düşürebiliriz. Bu durumda cari açığımız kalmaz veya çok az kalır.
Hazine ve Maliye Bakanı vergileri artırmayı biliyor, Çin’e karşı kota ve vergi uygulamasını neden bilemiyor? Yoksa kendisine mani olan ithalat kartelleri mi var?
Bu hükûmetin millî dış ticaret politikası uygulamaya niyeti de yok. Topu yokuşa sürüyor. Söz gelimi Maliye ve Hazine Bakanı üçüncü çeyrekte ihracatımız yüzde 1,1 oranında arttı diyor, buna karşılık ithalatımızın yüzde 14 arttığını ve bu nedenle dış ticaret açığımızın arttığını saklıyor, söylemiyor.
Bir haftadır tüm Türkiye bir kadın dolandırıcıyı tartışıyor? Doğrudan hepimizden götüren Çin kartelini görmüyor. Anlaşılan hükûmet de bu durumdan memnun. Toplumun eline bir oyuncak vermiş. Hepimizi oynatıyor. Çin karteli gibi sorunları tartışmıyoruz.
Not 14: Bir eski Acem şair “Ölüm adildir, aynı haşmetle vurur şahı fakiri” diyor,
Öyle mi gerçekten
Sorarım o zaman
Ölümün adil olması için hayatın adil olması lazım değil midir!
Not 15: Demokrasi ile piyasa arasında ortak bir temel varmış; o da statü eşitliği fikriymiş. Demokraside kamusal sorunlarda herkesin söz söyleme hakkı varmış, piyasada ise herkesin alma ve satma hakkı; pek tabi ki alacak gücü ve satacak bir şeyi var ise. Her ikisi de zırva. Yozlaşan burjuva demokrasisinde bütün eşitlik masallarına rağmen siyasal güç ekonomik güce tahvil edilmiştir. Herkesin fikri değil zenginlerin, plütokratların, oligarkların fikri önemlidir. Piyasa ekonomisinde ise satma ve alma konusundaki eşitlik mavalı tam aklı kıtlara yöneliktir. Örneğin emek gücünü satan işçi ile onu satın alan işveren aynı güç ve statüde midir? Üfürükbilim işte.
Not 16: Uzun vadede piyasa ekonomisi demokrasi olmadan, demokrasi de piyasa ekonomisi olmadan yaşayamazmış. Wolf bilmelidir ki kapitalist gelişmenin erken örneklerinin çoğu süreci Martin Wolf’un anladığı anlamda demokrasinin namevcut olduğu bir ortamda kotardılar. Hem İngiliz Sanayi Devrimi, hem de Alman, Japon ve hatta bir yere kadar Amerikan gelişmesi demokrasinin olmadığı ya da güdük kaldığı tarihsel bir çerçeve içinde gerçekleşti. Şimdi bunu Wolf’a nasıl anlatsak ki? Üfürmüş işte. Dahası özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde temel ilkelerine uyulması anlamında burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu dönem Keynesyen refah dönemidir, yani piyasa ekonomisinin kısıtlandığı, gemlendiği bir dönemdir. Bilmiyor ki; dahası bilmediğini de bilmiyor.
Saçmaladım mı acaba diye hiç sormamış, Dunning-Kruger sendromu bu işte. Bakın ne diyor: 2022 yılında piyasa ekonomisi 7,9 milyar insanı besler hale gelmiştir. Oysa endüstri devriminin şafağında bu sayı yaklaşık 1 milyarmış, ve hatta 10 bin yıl önce, yani neolitik devrimin şafağında sadece 4 milyon imiş adem nüfusu. Geldiğimiz noktada şempanzelerin nüfusu sadece 300 bin, gorillerin nüfusu 200 bin ve orangutanların nüfusu ise sadece 70 binde kalmış durumdaymış. Gördünüz mü piyasa ekonomisi nelere kadir. Aşk olsun şempanze, goril ve orangutan dostlarımıza; bir piyasa ekonomisini keşfedememişler. Acaba nüfusları doğayı büyük bir iştahla araçsallaştıran ve işgal eden kapitalizmin yaşam alanlarını giderek daraltmasından mütevellit düşük kalmış olabilir mi? Boş verin şimdi, Wolf’a zor sorular sormayalım.
Detaylara takılmayalım diyoruz ama Wolf sürekli yumurtluyor. Bir yerde örneğin yine piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin melekelerini vurgulamak için şöyle spekülatif bir soru soruyor. Eğer I. Dünya Savaşı çıkmasaydı, piyasa ekonomisini geliştiren Alman İmparatorluğu otokratik bir monarşiden demokratik bir yapıya doğru evrilir miydi? Kendi zekice sorusuna zeki bir şekilde evet cevabını veriyor. Oysa savaşın hemen ertesinde genç Weimar Cumhuriyeti ekonomiyi tam da Wolf’un takdir edeceği ilkeler üzerinden dünya kapitalizmine açmak zorunda kaldı, ama burjuva demokrasisinin gelişmesi bir yana, insanlık tarihindeki en kanlı faşizm doğdu. Neden acaba? Bir kere daha tekrar edelim, üfürükbilimci liberaller tarih bilmiyorlar, ve ne yazık ki bilmediklerini de bilmiyorlar.
Wolf’u tutabilene aşk olsun. Yukarıdaki belirlemenin peşine hemen ekliyor. Örneğin diyor Tayvan ve Güney Kore diktatörlükle yola çıktılar ancak piyasa ekonomisini öyle bir geliştirdiler ki şimdi geldikleri noktada oldukça gelişkin bir demokrasiye sahip oldular. Külliyen yalan, uyduruyor. Her ikisi de hala yoz yarı-askeri faşizan diktatörlüktür. Her ikisinde de işçilerin örgütlenme hakları yoktur, dahası burjuva muhalefetinin bile örgütlenme hakkı çok kısıtlıdır.
Hemen bunun peşi sıra yine ekliyor. Oysa diyor Çin’de komünist partinin tek parti diktatörlüğüne rağmen gelişen piyasa ekonomisi eninde sonunda yatırımcıları ve sermayedarları siyasi yapının dönüşümü yönünde baskı yapmaya itecektir. Öyle mi? Demokratizasyon yönünde baskı yapmaları beklenen kapitalistler tam da işçilere zorla yüksek sömürüyü dayatan siyasi ortam var diye gittiler Çin’e. Şimdi onların demokratikleşme yönünde baskı yapmalarını beklemek mamutların piyano çalmasını beklemek gibi bir şey değil mi? Wolf üfürüyor yine.
Not 17: Çin mi? Sonuna kadar kapitalisttir. Üstelik bol ve ucuz emek gücü, düşük üretim maliyetleri ve sosyalizmden kalma sağlam bir altyapı üzerinden sağladığı birikim ve üretim küresel reel ücretler üzerinde deflasyonist bir etki yaratmaktadır. Daha da açığı Çin ucuza üretip zengin kapitalistlere ve kapitalist aleme ucuza sattıkça reel ücretlerin artışlarının önüne geçilmesine yardım etmiş olmaktadır. Böylece gırla sömürülen Çinli emekçiler aslında küresel kapitalizmin genelinde emek gücünün değerinin yükselmesini ya da aşırı yükselmesini engellemiş olmaktadırlar. Bunu bazıları China Effect (Çin Etkisi) olarak adlandırmaktadır.
Not 18: Kimseden bir fayda ummam ben, dilenmem kol kanat.
Kendi boşluk, kendi gökkubbemde kendim gezginim.
Bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.
Tevfik Fikret
Not 19: Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gezmeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
(...)
Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
T. Fikret
Not 20: Unutma; çağın şimşeklerin bollaştığı çağdır: Her yıldırımda bir gece, bir gölge yıkılır, Bir yükseliş ufku açılır, yükselir yaşamak; Yükselmeyen düşer: ya ilerlemek, ya yıkılmak!
Not 21: Bir uğursuz dönem gene:
Gene çiğnendi nice andlar;
Çiğnendi, yazık, ulusun yüce umudu!
Yasa diye topraklara sürtüldü alınlar;
Yasa diye, yasa diye, yasalar tepelendi...
Boş yere çığrı çığlık, boşuna bu inilti!
T. Fikret
Not 22: Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
T. Fikret
Not 23: “(...) Ey kan içen kargalar, bütün karanlıklar sizinle dolu! Artık yeter fikri susturduğunuz, yerini hiçbir şey tutamaz bu dünyada zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın. Hadi gidin tarih korusun sizi, -haydutlara en iyi sığınaktır gece-, gidin, yok olun siz de o mezarlıkta. İşte müjdelerin en güzeli, işte en gerçek özgürlük düşümüzdeki gelecek çağlarda: Ne savaş, ne savaşan, ne salgın, ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen, ne yakınma, ne de zulmün kahrı, ne tapılan, ne tapan, ben benim, sen de sen! (...)”
Not 24: “(...) Beşerin böyle işaretleri var; putunu kendi yapar, kendi tapar!... Ara git kilisesini, gez Kabe’sini, Dinle tekbîri, işit çan sesini, göreceksin ki hepsi boştur; umduğun, beklediğin şeyler yoktur. Allah’ı gibi düzme şeytanı, Buda’sı, Ehrimen’i, Yezdan’ı. (...) Kitabım doğa sahnesi kitabı, bendedir hayır ile şerrin sebebi. Varırım böylece ben mezara dek, ahirette dirilmeye mahal görmem pek. taşırım sevecen kalbimi ölçüsünde, beşerin aşkını da, kederini de. hak dini bence bugün yaşam dinidir ey Molla Sırât!..söyle, öyle değil midir?”
T. Fikret
Not 25: Rüzgar savuruyor yerdeki yaprakları. Düşen her yaprak taş ağırlığında. Kaldırımları döverek sürüklüyor yaşamı. Ne sağımı, ne solumu görebiliyorum. Ne de önüme, arkama bakabiliyorum. Dört yanımı saran karanlıkta. Dört duvar arasında. Yitmiş, yitirilmiş. Bulun beni.
Sabahtan yola çıkmıştım. Pür neşe. Gece bastırdı. Üşüdüm. Sabahı bekledim. Güneşle. Sabah olmadı. Yol uzadı. Aysız, yıldızsız gecede. Yürüyerek karanlıktan karanlığa.
Not 26: Kent, her gün biraz daha üstümüze geliyor. Ne rüzgar, ne fırtına. Yıkımın tozu toprağı savruluyor. Evsiz barksız kalanlarla. Sokakta.
Not 27: İslam, din ve dünya işleri arasında ayrım gözetmez; aksine, dini işlerin düzgün olmasını, dünyevi işlerin düzgün olmasına bağlar.
Not 28: Müslümanlar peşinden gidilenler değil, başkasının peşinden gidenler haline dönüşmüş bulunuyor. Çünkü insanlara ve bütün yaratılmışlara karşı en çok vicdani hassasiyete sahip olması gereken günümüz dindarlarının artık ahlaklı ve vicdanlı olmak gibi bir dertleri yok.
“Ben ne kralım ne de sultan, kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” diyen bir peygamberin takipçisi olan günümüz Müslümanların adeta bir tanrı gibi belledikleri kralları ve sultanları var artık…
Bazılarının ‘Sultanlara tapınma’ ifadesinden rahatsız olabileceklerinin farkındayım, ancak hemen hatırlatalım liderlerinin her sözünde bir hikmet arayan ve bunu bir din gibi belleyenlerin Allah’a değil, lidere tapındıklarını da söylemek gerekiyor.
Ama kabul edelim ki biz artık böyleyiz, Kur’an’ın yolsuzluğu, rüşveti şiddetle yasakladığını bildiğimiz halde, bu kötülüğe bulaşanlar ‘bizimkiler’ olunca ‘eskiden yolsuzluk yok muydu?’ bahanesiyle yolsuzluğu tevil etmek Müslümanlığımıza zarar vermiyor(!)
Ama biz böyleyiz, Netanyahu’nun Gazze’de çocukları öldürmesine destek veren Batılı liderlere lanetler yağdırır ama aynı Netanyahu’nun önünde el pençe divan duran, Gazze’yi aşağılayan Elon Musk’a selam ve sevgilerimizi sunarız. Çünkü o başka, belki 8. Tesla fabrikasını Türkiye'de kurar, ayrıca uydumuzu o fırlatıyor, Starlink'ten bize internet hizmeti sunuyor
Demek ki her gün medyada, siyasi nutuklarda vaaz kürsülerinde Gazze için ‘mücahitlik’ muhabbetinin yapıldığı ama bir kez olsun meydanlarında protesto yürüyüşlerinin yapılmadığı bir ülkede insanlığın ve vicdanın hikayesi böyle yazılıyormuş… Oysa “Haçlı bunlar” diyerek burun kıvırdığımız Batı başkentlerinde vicdan ve ahlak sahibi milyonlar sadece bir gün değil, her gün Gazze için yürüyor.
Not 29: Ben açıkçası devletin ve ülke yönetiminin ciddiyet içerisinde ve bilgilerin tamamını toplayarak icraat yaptıklarını sanırdım.
Yıllar geçti ve gördüm ki, devlette ve özellikle de yönetimlerde bilgi öyle çok önemli bir şey değilmiş. Kafasına göre takılanların yönettiği bir ülkeymişiz. Bunu NASS politikasında net olarak görmedik mi?
Şimdi size iki önemli veri söyleyeyim: Hammadde ve ara malı ithalatımız düşmeye devam ediyor (önemli kısmı enerjiden)
Ama artan ithalatımız tüketim malından geliyor.
Ticaret Bakanlığı verilerine göre kasım ayında bile tüketim malı ithalatı yüzde 39,8 artış göstermiş. Ocak-Kasım dönemi tüketim malı ithalat artışı ise yüzde 60,0...
Deli gibi, çılgınca tüketmeye devam ettiğimizi gösteren bir veridir bu.
Ekonomik aktiviteye bağlı ne reel bir ihracat artışı yaşıyoruz ne de reel bir ithalat düşüşü başladı.
Yani değişen bir şey yok... Tersine reel bir ithalat artışı hızlanarak devam ediyor.
Bunun bir diğer anlamı da şudur: Tüketimi kısmadan, enflasyonun gerisinde kalan faizler bizi Arjantin örneğine taşıyabilir. Türkiye de bir enflasyon & faiz sarmalına girerek kaybet kaybet dönemi yaşayabilir.
O nedenle faizlerin daha da artması ve tüketim ithalatını kısması gerekiyor. Bunun başka yolu yok...
Korkarak, çekinerek bu işi sürdüremeyiz.
Lakin ortada Recep Tayyip Erdoğan gibi büyük bir ekonomik riskimiz varken nereye gidebiliriz, ne maliyet öderiz derseniz cevabım şudur: Mayıs seçimlerinde bunu düşünecektiniz... Geçmiş olsun.
Not 30: İlkelerin beş kritik özelliği
Temel kurumsal yönetim ilkeleri adalet, şeffaflık, hesap verebilirlik, sorumluluk ve istişare olarak sıralanır.
Temel ilkelerin yanında, bu ilkelere uygun olarak tanımlanmış paydaşlarla, operasyonel faaliyetlerle ve organizasyonel yapıyla ilgili ilkeler de vardır.
Bazı araştırmacılar ilkelerin belirlenmesinde ve uygulanmasında beş özelliğe dikkat edilmesini öneriyorlar (1). Önerilere göre:
1.Ayırt edici olmalıdır.
İlkeler organizasyona özgü ve rakiplerden farklı olmalıdır.
Bir pazarlama şirketi müşterilerine, “halka açık pazarlara kolay ve ucuz erişim sağlamayı” misyon olarak kabul etmiş ve bu çerçevede “önce güvenlik” ilkesini benimsemişti.
Bu şirkette bir yazılım güncellemesindeki problem sebebiyle bir ürün grubunda yanlış sevkiyatlar yapıldı. Şirket bu ürün satışını sonlandırabilir veya yanlış sevkiyata devam edebilirdi. Ancak, “önce güvenlik” ilkesini benimsediği için sevkiyatı bir süre durdurarak sorunu gidermeyi ve güvenlik ilkesini sürdürmeyi tercih etti.
2.Tartışılabilir olmalıdır.
Veri analizi ve görselleştirmeyi yeniden tanımlayan bir şirket, bilinenin aksine, “müşteri her zaman haklı değildir” ve “farklı bir ürün isteyen satış taleplerini bırak” ilkelerini benimsemişti. Bu ilke pek çok kişi için mantıksız görünebilir ve sezgilere aykırı gelebilir. Şirket, ürünlerini geliştirirken dahil etmediği bazı özellikler için taleplerle karşılaşınca, bu ilkeleri kullanışlı buldu. Etkin şekilde uygulanan bu ilkeler, zaman içinde uyumlu bir satış ekibi ve sağlıklı bir müşteri tabanı ile sonuçlandı
3.Aktarılabilir olmalı.
“İlkeler, iş birimleri ve roller arasında birden çok senaryoya uygulanabilecek şekilde İfade edilir. Google, ‘dünyanın bilgilerini organize etmek ve (bu bilgileri) evrensel olarak erişilebilir ve kullanışlı hale getirmek’ misyonuyla internetin öncüsü olarak tanınır. Daha az bilinen şey ise şirket çalışanlarına yaydığı temel bir ilkedir: ‘Kullanıcıya odaklanın, geri kalan her şey onu takip edecektir.’ Bu ilkenin tekrar tekrar uygulanması, organizasyonun zaman içinde aldığı birçok önemli kararda etkili olmuştur. Örneğin Google’ın, Arama Motoru, Gmail ve Haritalar gibi ücretsiz, kaliteli web ürünleri sağlamaya ve reklam gelirlerinin zamanla artmasını beklemeye dayanan stratejisi, kullanıcı merkezli bu ilkeyle uyumludur.”
4.Bütünsel olmalı.
İlkeler bütünsel olarak uygulanmalı ve aralarında çelişki olmamalıdır.
Halka, temiz ve uygun fiyatlı enerji temin etmeyi misyon edinen enerji şirketi “teknik inovasyonu temel yetkinlik olarak kontrol” etmeyi ilke olarak benimsemişti.
Şirket, hükümet için bir teknoloji geliştirmek üzere enerji bakanlığından 10 milyon dolarlık hibe aldığında bir ikilemle karşılaştı: Enerji Bakanlığı düzenlemelerine uygunluk, şirketin geniş erişilebilirlik misyonuyla çelişen, daha da önemlisi teknoloji üzerindeki kontrolünü riske atan, yalnızca bakanlık kullanımına özel bir ürün geliştirmesini gerektiriyordu. Şirket bakanlık için ürün geliştirmek veya dünya pazarına odaklanmak arasında karar vermek zorundaydı. İlkelerine sadık kalarak hibeyi iade etmeye karar verdi. Bu karar, çalışanlar ve yatırımcılar nezdinde şirketin misyonunun güçlenmesine hizmet etti.
5.Şirketi tanımlayıcı olmalı.
İlkeler, kritik anlarda ön plana çıkarlar. Apple, tüketicilerin Apple ürünlerini tercih etmelerinin temel nedeninin “gizliliğe odaklanmak” olduğunu ifade ediyor. “Şirket, paydaş ilkesi olarak ‘mahremİyetİn temel bir İnsan hakkı olduğunu’ İfade ediyor. 2015 yılında, Kaliforniya’nın San Bernardino kentinde yer alan Inland Regional Center’da 14 kişinin ölümüne ve çok daha fazlasının yaralanmasına neden olan terörist saldırının ardından FBI, şüphelinin telefonundan veri toplayabilmek için İPhone’a bir arka kapı oluşturmayı gerektiren bir mahkeme kararı aldı. Bunun üzerine Apple kamuoyuna, mahkeme kararıyla mücadele edeceğini açıkladı. Bu tavır, müşterileri ve çalışanlarına, şirketin söz konusu ilkeye ne kadar bağlı kalacağını açıkça belli etti.”
…
“İlkeler soyut bir organizasyonel kavramdan çok daha fazlasıdır. Karar almaya yardımcı olan pratik yol göstericilerdir. Etkili İletişime ve bir şirketin stratejisini uygulayabilmesine destek verirler. Dünya jeopolitik değişimlerden dijital kesintilere kadar bir dizi zorlukla karşı karşıya kaldıkça sağlam ilkeleri dile getiren ve bunlara bağlı kalan şirketler, kaçınılmaz olarak karşılaşacakları zor kararlarda doğru yönü belirlerken daha donanımlı olacaklar.
Not 31: Küresel kapatma denemesini, pandemi ilan ederek yaptılar. Lojistik sektörü duraklayınca ekonomik çarklar durdu, gıda krizi başladı. Ukrayna’daki savaş da gıda krizini büyüttü. Türkiye’nin çabasıyla aralıklı da olsa Ukrayna buğdayının dünyaya ulaşması sağlandı. Kriz halen devam ediyor.
Şimdi de “Güneşte patlamalar olacak, bütün dünyada elektrikler kesilecek, dijital haberleşme duracak” denilerek daha büyük bir kapatma uygulaması planlanıyor. Öyle ki, İngiltere Başbakan Yardımcısı Oliver Dowden, bir felaketin elektrik veya dijital iletişimin kesilmesiyle sonuçlanmasına karşı İngiliz halkının pille çalışan radyo, meşale, mum gibi malzemeleri hazır etmeleri gerektiğini söyledi.
Bütün dünyada elektriklerin kesilmesi zaten ekonomiyi durdurur. Bu da küresel lokavt demektir! Dünya ekonomisini ve dolayısıyla dünyanın siyasi yapısını yeniden düzenlemek isteyenler, belki elektrikleri tamamen kesemez ama dijital haberleşmeyi durdurma yeteneğine sahiptir...
*
Diğer taraftan ABD, İngiltere ve Fransa’nın uçak gemileriyle, savaş gemileriyle Doğu Akdeniz’e yerleşmesinin amacı bellidir. Daha önce de hatırlattığım gibi Senatör Chuck Hagel, 23 Ocak 2004’te Brüksel’de yaptığı, “Amerika, NATO ve Büyük Orta Doğu” başlıklı konuşmada, “21 yüzyılda NATO’nun Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında stratejik yoğunluğu, Türkiye, Afganistan, Irak, Akdeniz ve İsrail ve Filistin üzerinde olacaktır. Akdeniz, 21. yüzyılın en stratejik bölgesi olarak öne çıkacaktır” demişti.
Hamas saldırısı sonrası Gazze’de başlatılan çatışmanın ana sebebi, işte bu konuşmada belirtilen stratejidir.
Bu arada, BP gibi büyük bir şirket Türkiye’yi terk etti, Alatonlar da şirket hisselerini satıyor! Bunlar neyin hazırlığıdır, anlamak gerek...
Not 32: Geçmiş dönemlerde de yargı kurumlarında işler mükemmel değildi. Ama bu son dönemde işler iyice çığırından çıktı. Düşünün ki alt dereceli mahkemelerin “hükümleri tartışılmadan uygulanması gereken” Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymadığı zamanlara geldik…
Tuhaf tuhaf şeyler oluyor memlekette… Mesela bir anda gördük ki dünyanın dört bir tarafından gelen suç örgütleri, uyuşturucu çeteleri, kara para aklama organizasyonları İstanbul’u mesken tutmuşlar. Mafya babaları Türkiye Cumhuriyetinden vatandaşlık alıp faaliyetlerini burada yürütüyorlarmış. Aralarında kavga olmasa bunlar ortaya çıkmayacak ve hiç haberimiz olmayacaktı belki de… Böylesi bir tablonun emniyet ve yargı kurumlarının ihmali olmaksızın meydana gelmiş olabileceğini kim söyleyebilir?
Tuhaf tuhaf şeyler oluyor memlekette… Mesela geçtiğimiz aylarda İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar, HSK’ye bir dilekçe göndererek kendi kurumunda yasadışı çetesi liderinin, gasp çetesi liderinin ve uyuşturucu tacirlerinin para karşılığında tahliye edildiğini bildirmişti…
Başsavcı dilekçesinde “Maalesef üzülerek müşahede ettik ki; vatan uğruna gelecek nesillere daha temiz bir toplum oluşturmak için mücadele ederken bu süreçte görev alan kimi yargı mensupları devletten alacağı varmış gibi her türlü kirli işi yapmayı kendinde hak görmeye başladı” diyordu.
Bunlar vatandaşın yargıya da bir bütün olarak devlete de güvenini zedeleyen vahim örnekler. Tekrar söyleyeceğim: Gerek emniyette ve yargıda gerekse diğer devlet kurumlarında namuslu ve vatansever kamu görevlileri hâlâ çoğunlukta. Ne var ki sistemin işleyişi çürümeye, yozlaşmaya yol açıyor.
Bunun da sebebi yargı mekanizmasının bütünüyle siyasallaşması… Diğer bütün kurumlarda olduğu gibi kurumsallığın ortadan kalkmış olması… Liyakatin yerini sadakatin alması… Laf dinlemeyenin kulağından tutulup kapının önüne konulması… Her yerde emir demiri keser anlayışının benimsenmesi…
Bütün bunlar neticesinde kurumlarda iç denetimin imkansız hale gelmesi ve vatandaşın devletine güvenemez duruma getirilmesi…
Yakın zamanda yapılan bir kamuoyu araştırmasına katılan her dört kişiden ancak biri yargıya güvendiğini söylüyordu. Geri kalanlar çeşitli seviyelerde güvensizlik ifade etmişlerdi.
Bunlar iyi alametler değil…
Not 33: “Her şey olacağına varır” atasözümüz, teleolojik anlayışı nasıl benimsediğimizin en güzel nişanesi…
Her şey olacağına varacaksa, yani baştan belli, asla değiştirilemeyecek bir menzile doğru yol alıyorsak her şeyin iyi olmasını ummanın ötesinde yapabileceğimiz bir şey kalmıyor.
Varlığımıza dair tüm anlamlandırmamızı eriştiğimiz nihai noktaya göre yapınca, o noktaya hangi yollardan vardığımızın da bir ehemmiyeti kalmıyor.
Neticede, güce, zenginliğe, iktidara ulaşıp “başarılı” olduysak bunu hangi yollardan yaptığımız önemsiz bir teferruat haline geliyor.
Çünkü her şey “olacağına varmış” oluyor.
Teleolojik kafayla içinde debelenip durduğumuz çukurdan çıkamayız.
Bir şeyler değişsin istiyorsak artık “niçin” sorusunu sormayı, dikkatimizi sonuçlardan ziyade sebeplere vermeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Not 34: Şair hangi devrin içinden geçerse geçsin müdanasız adamdır lakin olup bitenin de farkında olan kişidir. Ne istiyorlar, her devirde sürü halinde şairlerin çıkmasını mı bekliyorlar? Oysa her kuşak kendi içinde üç beş yaratıcı adamı mutlaka çıkarır bizde ve yeniler eskilerle kol kola girerek hayat kurarlar. Behçet Necatigil’in ‘geçmişe atıfla ilerlemek’ dediği şey sadece metinsel bir ilişki değil, şiir sosyalitesinin can bulmasıdır. Ne olacaktı Melih Cevdet veya Metin Eloğlu şimdi yaşasaydı, onlar hücumdan geri mi kalacaktı?
Onları gözlerimizin ışığıyla öpemeyecek miyiz? Yaşları daha otuzu bulmuş onca şairimizi umutla alkışlamayıp ne yapacağız? Şiirin varlığı ve geleceği şairlerle ölçülür ve geriye doğru baktıkça hala canlı ve zengin bir görünüm taşıyan şiire bunca saldırının dinmiyor olması üzerine ciddiyetle kafa yormak gerekir.
Nerede bir hücum borusu öter dikkat kesilirim. Derdi nedir bu borazancının?
Not 35: “Ayrılıklar da sevdaya dahil!” diyor Atilla İlhan ve cevap veriyor Cahit Zarifoğlu: “Oturup konuşsaydık geçerdi belki her şey. Başını alıp gitmek sevdaya dahil değil..”
Not 36: Ben seni kötüleyemem hiç.
Çiçekli bir yol vardı, yürüdüm derim.
Ayaklarıma dikenler battı ama her
ormanda olur böyle şeyler derim...
Cahit Zarifoğlu
Not 37: İsmet Özel: Kürtlerin asimile olmalarına mani olan yine Batı’ydı. Çünkü Ankara’ya karşı Kürtlerin kullanılması da Batı’nın elindeki bir kozdu.
Hilmi Hacaloğlu: Şeyh Sait İsyanı’nı kast ediyorsunuz galiba.
İsmet Özel: Sadece Şeyh Sait İsyanı değil, bütün hadiseler.
Not 38: Everest’e tırmananlar arasında ölümler son kilometrelerde başlar.
Not 39: Fed’in iki misyonu var. İlki, enflasyonu hedefe yakın tutmak. İkincisi ise işsizliğin yükselmesini önlemek. EĞER işsizlik 2024 yılında kayda değer ölçüde yükselmeyecekse, Fed’in tek önceliği enflasyonu %2 veya altına çekmek olacak. İşsizlik de kolay kolay yükselmez. İlkin, ABD ekonomisi 4Ç itibarıyla (Atlanta Fed nowcast) 2024 konsensus tahmin olan yıllık %0.6’nın tam iki misli hızda büyüyor. Ekonomi bu tempoda büyüyünce de, istihdam gereksinimi yüksek seyreder.
İkincisi, ABD ve AB mülteci akımından bıkmış görünseler de, bugünlerde bırakın kalifiyesini, ayak işlerine koşturacak eleman bulmak dahi deveye hendek atlatmaktan güç.
Özetle,
204 yılında enflasyonda “son kilometreyi aşmak” umulandan çok daha zor çıkabilir; ve
istihdam arzında katılık sürer.
Fed FOMC yılın ikinci yarısından önce faiz indirimini gündeme dahi almaz. İlk indirim ise 4Ç’de yapılır. 2024 boyunca Fed faizi en fazla 50 baz puan düşer.
Yıl boyunca finans basını ve yatırım fonları tarafından ihmal edilen bir süreç var: Fed ve AMB’nın bilanço küçültme politikası 2024’te çok can yakacak. Bloomberg’de yer alan bir araştırmaya göre, banka likiditesi hızla daralıyor. Bankalarda en fazla 300-400 milyar dolar atıl likidite kaldı. Bu rezerv de 1Y2024’te tükenir ve mevduat-kredi faizleri Fed kararlarından bağımsız yükselmeye başlar.
2024 yılında en büyük sürprizi Japon Merkez Bankası’nın (BoJ) yapacağını da unutmamak lazım. Japonya’da deflasyon çağı kapandı. BoJ gelecek yıl daha az para basacak. Japon devlet tahvili getirileri yükselince de ABD uzun vadeli DİBS ve Alman Bund fiyatları üzerinde aşağı yönlü baskı yaratacak.
Yani, Fed ve AMB faiz indirse de ekonomik büyüme ve riskli varlıkların performansı açısından asli ölçüt olan “finansal koşullarda gevşeme”, çok arkadan gelecek.
Noel Baba’nın çam ağacının altına koyduğu hediye saatli bomba olmasın?
Not 40: Son günlerde sosyal medyanın iyice pavyona benzemesi, yani paylaşılan çoğu video, atılan çoğu tweet ve yazılan çoğu yorumun seviyeyi buharlaştırıp yok etmesi beni o kadar rahatsız ediyor ki mesleki amaçlı kullanmasam tüm sosyal medya hesaplarımı kapatacağım. Durum artık öyle bir noktaya geldi ki bu ortamlara psikopatoloji mi terbiyesizlik mi yoksa her ikisi mi birden hâkim anlamak zor. “Bu paylaşımlara bakmak zorunda değilsin. Herkes her şeyi yapmakta özgür” diyebilirsiniz; fakat paylaşılanları görmek kaçınılmaz, dahası bazı kişilerin kendi psikopatolojilerini sosyal medya aracılığıyla etrafa saçması, patolojik sayılan birçok tutum ve davranışın normalleşmesine, dolayısıyla sanal olmayan ortamda da hayatlarımızı olumsuz yönde etkilemesine sebep oluyor. Yani, ‘normal’ algısının yavaş yavaş değişmesine zemin hazırlıyor.
Dünyanın çeşitli yerlerinden benzer ilgi alanlarına sahip insanların aynı platformlarda buluşmasının da ‘normal‘ algısını -birçok açıdan- değiştirebilmesi ürkütücü. Benzer psikopatolojilere sahip insanların birbiriyle iletişime geçmesi ölümcül sonuçlar doğurabilir.
Örneğin, seri katil hayranları için açılan profiller, potansiyel seri katillerin harekete geçmesine sebep olabilir. Narsisistik kişilik özelliklere sahip seri katillerin ilgi çekmek ve hayran kitlesi kazanmak için cinayet işleyebileceği ya da cinayet işlemeye devam edebileceği, bu alanda çalışan uzmanların hipotezlerinden biri. Seri katillerin cinayet işlemesinin altındaki tek motivasyon tabii ki sadece narsisizmin medya veya sosyal medya üzerinden beslenmesi değil, ama bu da olası bir tetikleyici.
Sosyal medya tehlikeli psikopatolojilerin buluşması, herhangi bir suç işlemek için cesaret kazanması ve tabii kurban bulması açısından kullanılabilir. Yani sadece kara para aklama üzerinden şov yapma, para karşılığında soyunma ya da eşiyle aynı yatağa girip sosyal medya üzerinden amatör çekmeye çalışma dışında farklı psikopatolojilere de ev sahipliği yapabilir. Bu sebeple, insanın özel hayatını, evini, ailesini, gittiği yerleri ve birlikte takıldığı insanları en ince detayına kadar paylaşması aslında sanıldığından daha tehlikeli. Hesabınızın kapalı olması sizi korumaya yetmez; çünkü zeki bir psikopat kendisini belli etmez ve hangi profili hedef alacağı öngörülemez.
Not 41: Eyüp Gökhan Özekin’i bilirsiniz. 10 yıl önce Atatürk’ün ölüm yıldönümünde Akit’e “Olmasaydı da olurduk” diye ilan veren işadamı. Alperen Ocakları eski genel başkanı. Saidi Nursi hayranı…
Özekin, ilandan iki yıl sonra AK Parti’den Uşak ikinci sıradan milletvekili adayı oldu, seçilemedi. 14 Mayıs’ta Ankara’da 1. Bölge 10. sıradan listeye girdi, yine kazanamadı. Halen AK Parti Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi.
Özekin Ailesi geçen yıl bir dayak olayına karıştı. Eşi Şerife Özekin, şöförü ve adamıyla birlikte alışveriş merkezini basarak, kızının üzerine kahve döküp saçını çektikleri iddiasıyla üç genci tartakladı.
BÖLÜM BAŞINA 19.800.000 TL Eyüp Gökhan Özekin, sahibi olduğu ‘Miray Yapım’ bünyesinde TRT’ye belgesel ve dizi filmler çekiyor. Son olarak ‘Fatih Sultan Mehmet’ adlı 13 bölümlük dizi için el sıkıştı. Dizi önümüzdeki haftalarda TRT 1’de yayınlanacak. İddiaya göre… Özekin’e bölüm başına 19.800.000 TL ödenecek. Toplam bütçe 257.400.000 TL. Özekin’in avans olarak 77.000.000 TL aldığı belirtiliyor.
Not 42: İşgücü göstergelerinde en dikkat çekici olanlardan biri de, yüksek öğretim görenlerde işsizlik oranının lise altı eğitim görenlerin üzerine çıkmış olması. Üniversite mezunlarının işsizlik düzeyi yüzde 10.7 iken, lise eğitimini bile tamamlayamayanlarda bu oran yüzde 7,3. Bunun üç açıklaması olabilir: 1) Sayıları mantar gibi çoğalan üniversitelerden nitelikli eleman çıkmaması, firmaların verilen diplomaları geçerli kabul etmemesi. 2) Açılan işlerin çoğunlukla hizmet sektöründe kuryelik, garsonluk, tezgahtarlık gibi üniversite mezunlarına uygun, nitelikli pozisyonlar olmaması. 3) Asgari ücretin işgücü piyasasında egemen hale gelmesi, diplomalıların bu ücretlerden çalışmaya rıza göstermemesi.
Bunlardan her biri, ciddi ekonomik ve sosyal sorunlar doğurabilecek vahim bir duruma işaret ediyor. Bu konunun titizlikle araştırılması gerekiyor.
Not 43: Bilgiyi dışlayan, bileni aşağılayan bir yönetim tarzımız var. Eğer bilen insan bizden değilse, yandaşımız olmamışsa, biat etmiyor ve kendi cemaatimizden, akraba halkamızdan değilse, umursamıyoruz bile… Hatta göz kamaştıran bir başarısını yabancılar takdir etmemişse, farkına dahi varmıyoruz.
Ama temel sorun; bilen insanı bilebilmek, önemseyebilmek ve onunla çalışabilmekte yatıyor. Bizdeki düşük nitelikli patronların temel felsefesi şudur; “parasını benim verdiğim biri, benden daha akıllı nasıl olabilir?” Oluyor be kardeşim; burada sorun sensin ve o bilgisizlikle bezediğin şişik egon…
Not 44: Dilimizdeki ezber; “efendim kod yazma işine ilkokulda başlayalım” şeklinde… Oysa sorun “eğitim şart” klişesine bağlanamayacak kadar derin. Bilime, bilgiye önem vermeyen yönetici tutumu, Bill Gates dahi olsan başaracağına garanti değil. Hindistan, yazılımcılarıyla dünyanın bilişim devlerinin başında CEO düzeyine kadar tırmandı. Biz ise “bilen adam mı bizden adam mı?” ayırtında henüz bilenleri sevemedik. Sonra da samimiyetsiz merakla soruyoruz; “giden gelmiyor, acep nedendir?”
Not 45; "iyi hakem, sahada çok görünmeyen hakemdir" gibi bir söz vardır. ülke yönetiminde de böyle. bir başbakanı, cumhurbaşkanını ne kadar çok görüyorsanız; sloganlarını ne kadar çok duyuyorsanız; posterlerine ne kadar çok rastlıyorsanız; o ülke o kadar kötü yönetiliyor demektir.
Not 46: Fifa kokartlı hakem Halil Melen’e saldırı sonrası çok çok ve boş boş konuşmak yerine acilen 2 şey gerçekleşmeli ya da gerçekleştirilmeli; gerisi lafı güzaf:
1] futbol federasyonu başkanı mehmet büyükekşi istifa etmeli ya da ettirilmelidir.
2] ankaragücü takımı ligden düşürülmeli..
Not 47: "Arjantin pesosu, dolar karşısında yüzde 50'den fazla devalüe edilecek" demişler ancak zaten dolar karaborsada bu fiyatın da üzerinde bulunuyor. Serbest piyasanın çok altındaki resmi kur zaten hayal ürünüydü.
Devalüasyon değil gerçeğe dönüş olacak.
Not 48: Ekim ayında cari fazla vermişiz. Büyük ihtimalle bu kasım ve aralıkta da devam edecek. Şu anki yapısıyla Türkiye cari açık vermeden büyüyemez. Özellikle petrol fiyatları bu kadar yüksekken. Bütün bunlar ekonominin küçüldüğünü gösteriyor.
Not 49; herhangi bir yönetici, hakkındaki yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, haksızlık, hukuksuzluk, ahlâksızlık, rüşvet, adam kayırma gibi iddiaları "ezan susmayacak, bayrak inmeyecek, vatan bölünmeyecek" sözleriyle yanıtlıyorsa, iddialar doğrudur.
Not 50: Tüm sınıfsal ya da köksel üstünlükler, hatta asalet, zenginlik vb.; sahici kişisel üstünlükler karşısında, büyük bir zihin ya da büyük bir yürek karşısında, gerçek krallar karşısındaki rol icabı krallar gibidirler.
Aforizmalar, Schopenhauer
Not 51: iç dünyası zengin olan bir kişi yazgıdan çok şey beklemez; buna karşılık bir aptal, sonuna dek bir aptal olarak, bir hödük olarak kalır; isterse kendisi cennette, etrafı hurilerle çevrili olsun.
Atorizmalar, Schopenhauer
Not 52: Omnis stultita laborat fastidio sui (Ep.9)
(Latince) Aptallık kendi kendisinden bıkmaktan mustariptir. - ç.n.
Seneca
Not 53: “Ey kardeşler, cariyenin değil, fakat hür kadının çocuklarıyız.”
(Galatyalılara Mektup, 4, 31).
Not 54: Ötekilerden, dışarıdan, hiçbir bakımdan çok şey beklenilmemelidir. Bir kimsenin, başkaları için ne olabileceğinin, çok dar sınırları vardır: Sonunda herkes yine de yalnız başına kalır ve dahası, kimin yalnız olduğu da ayrıca tartışmalıdır.
Aforizmalar, Schopenhauer
Not 55: Kur cazip olmadan sıcak ya da soğuk para gelmeyecek gibi görünüyor. Ülkeye dış yatırımcı gelmesi için doların şu an en az 50 TL olması, seçimlerden önce devalüasyon riskli bulunuyorsa; doğal olarak o zaman en geç Nisan ya da Mayıs ayında en az 60 TL olması gerekiyor. Aksi halde döviz dolar istenen ölçüde gelmez. Dolar olması gereken adil değere ulaşmazsa politika faizi % 45 lerde mevduat faizleri % 55 lerde platolaşacakken muhtemelen faizler aynı sıralamayla % 55 ve % 70’lere çıkacaktır. Büyük ihtimal bu yüksek faizlerde dışarıdan dolar gelmezse derdimize derman olmayacaktır.