Sanal mecralar sahte bir yanılsama oluşturuyor, derin bir ilişki ancak g-öz g-öze değdiği zaman gerçekleşiyor gerçekten..  

Bu durumu 2 yıl önce ve 2 ay önce farklı zamanlarda ciddi iki ameliyat geçirdiğimde derinden acı bir şekilde fark etmiştim. Twitter’da  dua talebi nedeniyle bunu duyurduğumda 278 bin kişi görüntüleyip 1250 kişi beğenip 250 kişi altına mesaj yazmasına rağmen hastane odasına geçmiş olsun için bilfiil gelen kişi sayısı inanmayacaksınız ama -kendi ana babam kız kardeşim, eşim dışında- 7 kişiydi, yanlış duymadınız 7!

İnsanlardan iyice soğuyup doğaya ve boşluğa revân olmaya kesin karar verdiğim zor günlerdi vesselam. Allah âkibetimizi hayr eyleyip umduğumuza nail eylesin...

Not 1: Ben varmam inekliye
Yoğurdu sinekliye
Allah nasip eylesin
Omuzu tüfekliye

Köylü kızların ne vasıfta bir erkekle evlenecekleri hakkında fikir beyan etmelerinin öneminden vazgeçemeyiz.
İsmet Özel, Cuma Mektupları-II

Not 2: 
"Uçmayı öğrenmeden göçmeye mecbur kalmış bir kuş gibi kalbimiz."

Cahit Zarifoğlu

Not 3: Seçim konjonktürüne rağmen ücretli/maaşlı ve emekli kesimlerin gerçek enflasyona ezdirilmesi durumunun ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. 2024 Martından sonra sabit gelirlileri çok daha fazla ezen baskıcı ekonomik politikaların ağırlık kazanmasını, anti-enflasyonist politikaların tüm yükünün bu kesimlere taşıtılacak olmasını iktidar bloğuna bağlı seçmen kitleleri tam olarak öngöremeyecek olsalar bile, seçim öncesinde bile süren bu yoksullaştırıcı şokları algılamamaları mümkün değildir.

Enflasyon çok önemli bir olumsuzluk etkeni olarak duruyor. Devletin yönlendirdiği fiyatlar ve vergiler artı yükselen kurlar bunun önemli bir nedeni olarak algılanıyor. Enflasyonun kurları yukarı doğru tetikleyici etkileri nedeniyle seçimlere kadar bir "döviz şoku" algısını kırmak da kolay olmayabilir. İstenen dış finansman yeterince sağlanamıyor. İç açıklar da rekor kırıyor. KKM belası, bir kabus gibi kamu maliyesi üzerine çökmüş durumda.  

Nitekim Mart 2024 beklenmeden (belki de Saray'a empoze edilerek) KKM için 20.8.2023 tarihli RG'de yayınlanan yeni kararlar alınmak zorunda kalındı. KKM'ler için zorunlu karşılıklar yüzde 15'e çıkarılarak bir caydırıcı önlem alınmıştı zaten. Şimdi de dövize uygulanan karşılıklar arttırılıyor. Daha önemlisi vadesi gelen KKM hesaplarının TL mevduata dönüştürülmesi için bankalara sopa politikası uygulanmak isteniyor. (Ayrıca yabancı para mevduattan KKM'ye dönüşüme de son veriliyor). Bankalar KKM'den TL mevduata dönüşüm yapamazlarsa, menkul kıymet tesisine (Devlet İç Borçlanma Senedi-DİBS almaya) zorlanacaklar. DİBS'ler yüzde 18-20 faizle ihraç edildiği için de buradan zarar yazacaklar. Peki bankalar mudilerini KKM'den TL'ye dönüşüme hangi araçla özendirebilirler? Mevduat faizlerini yükselterek. Ancak bunun bugünkü "negatif reel faizler" konjonktüründe sınırları var; mudiyi tatmin etmek zor olur. KKM niçin gelmişti? Dövize yönelmeyi frenlemek için. Peki şu ana KKM sınırlandırılınca ilk etkisi ne olur? Dövize yöneliş artır, kurlar yukarı gider. Varsa, diğer enflasyona karşı koruyucu limanlara göçer. Nitekim, 21 Ağustos Pazartesi itibariyle BİST 100 endeksi yüzde 3,74 fırladı; kurlar da yukarı gitmeye başladı.
Öte yandan mevduat faizleri artarsa, kredi faizleri de artar; sonuçta hanehalkının, şirketler kesiminin ve Hazine'nin borçlanma maliyetleri yukarı gider. Öte yandan kamu bankalarının KKM dönüşümü yükünün büyük bölümünü taşıyacağını, daha fazla zarar yazacağını ve bunun Hazine'ye yüklenmesinin de vergi yükümlülerine bir yansıma anlamına geleceğini ekleyelim.

Dolayısıyla iktidarın eli hiç rahat değil. Halktan güç alan bir muhalefet bu iktidarı hallaç pamuğu gibi atar. Peki kendisini bile yenilemeyi beceremeyen o muhalefet nerede?

Not 4: Cennet değil mi yâr ile sohbet dedikleri
Dûzah değil mi âteş-i hasret dedikleri
Nev’î

Not 5: Oturup bir masa başına/Kaydederek/Falanca evrağın/Nereden gelip/Nereye gittiğini/Hiç de mi canın sıkılmadı/Hiç de mi gözüne ilişmedi deniz/Bunca zamandan beri/Hayret Remzi Bey/Hayret doğrusu..

Orhan Veli

Not 6: Doğru ile yanlışı, haklı ile haksızı, iyi ile kötüyü, suçlu ile suçsuzu, güzel ile çirkini, yalan ile gerçeği fark edenler için şu dünyada huzur var mıdır? Onlar için günler geçmez ki. Farkına varanlar başlarını yastığa rahatça koyabilir mi, uyuyabilir mi?

Not 7: Kime dokunsam sensin/Kimi çağırsa dudaklarım…/Başımın tacı, canım efendim./Görünmez çığlıklarımı gören/Eğilmez başımı öpensin./Sen bir deniz derinliğisin

Tanpınar

Not 8: Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim/El ele olduğumuz o gün gülmek bizim/Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim/Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim..

Not 9: Nefes alıyor sessiz perdeler karanlıkta/Ay sükûtla örüyor tenhâda kozasını…/Fısıldıyor perdeler bir haber karanlıkta:/Ve uyku uzatıyor sükûn dolu tasını”(Sedat Ümran Yedigün Mecmuası, 16 Eylül 1945).

Not 10: Leke aşmaz sınırını,/Kendini bilir,/Durur bütün oturmuşluğuyla;/Dağıtmaz, yaymaz gücünü/Siz dokunmayınca.
S.U.

Not 11: Aynalar şimdi bir parça sevindi
Herkesten apayrı yaşamak neye?
Dalarlar daima bir düşünceye
Şair aynaların iç yalnızlığı
Bitmiyor, bitmiyor hiç yalnızlığı!..

S. U.

Not 12: Bize âyan olmayan nice hâlin içinde bir imtihandır dünya. Bazen de farklı bir şekilde âyan olur her sır ve ateş bile güle döner. Hersekli Ârif Hikmet ne güzel söylemişti: “Ayân etmek için âsâr-ı aşkı/ Halîl’e âteşi gülzâr edersin” Bize düşen güzeli ve iyiliği dilemek. Bir bahçıvan olmak şu mihnet yerinde. Ve gülistan eylemek niyetiyle toprağa su vermek…

Not 13: Derdimi sorarsan dürülü kat kat
Ey gönül derdinden etme şikâyet
Yüce dağlar gurur duyar karından
Âşık Veysel

Not 14: “Benim derd-i derûnum âşık-ı zâr olmayan bilmez / Muhabbet bir belâdır kim giriftâr olmayan bilmez” diyordu Halîmî. Şair, burada muhabbeti “belâ” olarak görür ancak belanın sadece “keder, sıkıntı” anlamı yoktur. Belâ; deneme ve imtihan anlamlarına da gelir. Peki, nedir bu imtihan ve neyi denemekteyiz? Kim, kimler anlar bu muhabbeti? “Âşık-ı zâr” olmayan bilmez, diyor şair. Demek ki dert ile inleyen, sızlayan ve ağlayan bir âşık gerek bu meclise ve sohbete. Evvela muhabbet gerek. Nedir muhabbet? Muhabbet Arapçadır ve (mahabbet) kelimesinin hub (hubb) kökünden isim olduğu belirtilmekte, hub ise “buğzun zıddı” olarak tanımlanmaktadır. Bu kelimelerden başka “meveddet ve vüd” (vüdd) yaygın biçimde “sevgi” anlamında kullanılmaktadır. Coşkulu sevmektir. Neyi, neyden ayırarak daha çok sevmek gerektiğini herkes bilebilir mi? İşte bu sebeple muhabbetin çokça tanımı yapılmıştır ve muhabbetin de dereceleri vardır. “Sevgi benim dinim ve imanımdır.” diyen büyük âlimin ne dediğini bilmek kolay mı? Muhabbetin çokça tanımı, derecesi olsa da aslında nazarımızı muhabbet ehline çevirmek daha değerli değil midir? Muhabbet ehlini nasıl biliriz, nerededir bu yüce gönüllüler?

Not 15: Muhabbetten mahrum nice gönlün düştüğü bir mahzen değil midir şu dünya? Şeyh Galip, “O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm/Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü” demişti ama biz anlayamamıştık. Demek ki bizim payımıza sevgi payı olarak parça parça olmuş bir gönül düşmüş. Dünya, parça parça olan bu gönlü bir araya getirme, yaralara merhem olma yeri midir? Zor, çok zor… 

Not 16: Hayat, can, doğum ve umut… Varlığın en küçüğünü de en büyüğünü de var eden simya: muhabbet. Muhabbetiniz bereketli, samimi ve içten olsun inşallah.

Not 7: "Yalnızlık ve yabancılaşma çağından, rekabet takıntısından ve aşırı bireycilikten, imaja, şöhrete, güce ve zenginliğe tapınmaktan kurtulduğumuzda, bizi bekleyen bir insan bulacağız. Bu kişi, gerçek karakteri bastırılmış olan, hayal edebileceğimizden daha iyi bir kişidir. O, içimizde yaşayan ve başından beri orada olan kişidir." 

 George Monbiot

Not 8: FIRST REPUBLIC BANK borsadan çıkarılıyor.

İyi okuyun derim.

"Önceki Yönetim" suçlanıyormuş.

SEC'e gerekli beyanlar yapılamamış.

Not 9: “Zaman hancı, bulut yolcu/Şimdi gitti en son yolcu” devamını dinleyemedi, kapattı. Kahvenin kokusunu bir daha çekti içine. Denizin kabaran yüzünü, dalgaların seyrini, kayalıklara vurup vurup dönen dalgaların her defasında elinin boşa çıkışını düşündü. Bir de kayalıkların yüzünü… Elini kalbine götürdü, kayalıklar gibi miydi, hayır, kendine haksızlık edemezdi.
Kuşların kalbiyle gelen o mektuptan bir cümle daha okudu: “Masum güzel…” Ah, bu cümle! “Şâdî-i mahabbet de bizim gam da bizimdir / Mecrûh-ı diliz yâre de merhem de bizimdir” diyordu Nâilî. Hem mecruh düştü hem düşürdü. Şimdi merhem kimdeydi? Kim kime merhem olacaktı? Kahvenin kokusu gidiyor, acısı kalıyordu. Tortulaşan sözler… İçinde birikiyordu her şey. İlk kez değildi ama bu sefer çözülemeyen bir muammanın insanı deli eden sırrına takılmıştı. Söz üstüne söz, düğüm üstüne düğümdü. Çözülmesi ne mümkün!

Not 10: Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu 

Not 11: Bu ülkede siyaset yapmak ciddi bütçelerle mümkün. Maddî gücü olmayanlara siyasetin kapıları doğrudan değil ama dolaylı olarak kapatılmıştır. Çünkü fikri olana değil parası olana itibar ediliyor. Siyasi sahnede de parası olanlar rol alıyor. Bir başka sorun da siyasi bir hesabınız olmasa bile bu ülkede çalışkan ve dürüst insanların önü kesiliyor. Siz sevildikçe, size güven duyuldukça siyasileri rahatsız ediyorsunuz. Yine kapılar bir şekilde kapanıyor. Siyaset dar bir kadro ile yapılıyor. Belli bir kesimin tekeline geçen siyasi kadroların mesleklerine bakın. Hepsi de parayla oynayan kişilerdir. Burada da çoğunluğu iş adamları, serbest meslek erbabı oluşturuyor. Özellikle yerel yönetimlerin imar komisyonlarında kimler yer alıyor, bir düşünelim. Niçin bilim adamlarına burada yer yok? Çünkü siyasete etki etmek için para gerekiyor. Bilim adamında da para yok! İşte konuşulması gereken budur! Türkiye’deki en büyük sorun “ahbap çavuş” olanlarca kurulan düzendir. Karşılıklı çıkar üzerine kurulu bu sistem devam ettikçe depremler öldürmeye devam edecek, biz yine ağıt yakacağız.

 Not 12: “Kâğıttanmış kederi kelimelerin
boşluğun acısı cümleden ince”
Haydar Ergülen

Not 13: “Tam ortasındayken bir ömrün/Bulaştı canıma dinmez bir masal/Bir kalmak acısı/Aslında bembeyaz şeylerden bahsedecektim/Bir güle kırmızı davranmanın hikâyesinde kaldım/Toydum ve hakir…”

Seyyidhan Kömürcü

Not 14: Dünyanın ortasında bıçak gibi saplanan terk edişler. Kör bıçağa uzatılan masum hayallerin kanı akıyor da ne oluyor? Dünyanın seyri olmuş virane yüzler. Olsun, yine de bırakmayacağım tutunduğum son acıyı. Rüzgârların doğum yeri olsa da kalbim, sakinleşecek bu alabora. Ve dünyadan alacağım intikamımı. Elini boşa çıkaracağım dünyanın, bir taşın üstünde boylu boyunca uzanıp inadına uyuyacağım. Bir ağıt, bin acıyı teslim alacak. Ve sükûtum susturacak, yok edecek bu fâni debdebeyi.

Not 15: “Ne yaparsan yap saati kurma/Öyle dağıldık ki hepimiz/Her günün geçmesi bir gerçek oluyor/Seninle her uzaklık gibi böyle…”

Edip Cansever

Not 16: Öğrendim sonunda, ölüm bozar tüm ayarları, tüm saatlerin ayarını da. Ve şair çıkar ortaya şöyle der: “ağacın kederi yapraklarından/aşklar yerle bir oluyor gazelden önce” Yerle bir olanı gördükçe soğuyor muyuz dünyadan? Yoksa yine de elimizi uzatıp vefaya mı tutunmak istiyoruz? Şimdi bir şiir oku zira insanı okursun, içimi okursun. Okursan ağlamasan da anlarsın. Ve Haydar Ergülen’in şu dizeleri özetler ömrümüzü:
“öleceği zaman hayvanlar gibi
saklanmak istiyor ya insan
saklanacak bir yeri olmalı
aşka, çocukluğa, anneye, şiire
ve eksik ölür insan”

Not 17: Behçet Necatigil, “Yaşamak azaptır çok zaman/Dualara açıldı ağız/Tükendi dizlerde derman/Akşamı bulamayacağız.” derken akşam yine olmuştu. Sofrada toplanan yalnızlıktı. Kalabalık caddelerden taşan sesin ürküttüğü ruh nereye sığınabilirdi? Kaçışın mümkün olmadığı, vaktin sessizliğe doymadığı, bir ruhun bir ruhu boğmadığı günlerin özlemi…

Not 18: Yolumuz kırık, önümüz karanlık/Ve ağır tuğrası alnımızda/Padişah yalnızlığın/Ama yine de umudumuz kalabalık.” Umudun kalabalık olması nedir? Metin Altıok, “Bir Acıya Kiracı” olmayı kabullenmişti. Biz hangi acıların kiracısı olabiliriz? Gönlümüzde kimi misafir eder, kime boyun bükeriz? Yolumuzda hangi engebeler vardır, biz kime yaslanır, nerede uslanırız? Kiracı mıyız, ev sahibi mi? Hangi acılar göğsümüzde tutunur? Bu sessizlik ırmağı nereye akar, nerede durulur?

Not 19: Ahmet Arif gibiyim diyebilen var mı? “Gene bir cehennem var yastığımda/Gel artık…” Cehennem nedir? Sevilenin yokluğu mudur? Yastığın ateş topuna dönmesi nedendir? Gözyaşınız kirpiklerinizde donuyorsa nedendir? Sessizliği midir dünyanın?

Not 20: Irmaklar sessiz ağlıyor. Suyun yalnızlığını öğrendim. Çiçeğin küstüğünü duydum. Ateşin üşüdüğünü, ışığın karanlığını gördüm. Sessize aldım. Kendimi ayırdım o yorucu kalabalıktan. Bir mağara ağzını tutan örümcektir yüzüm. Yüzüm kalbimi tuttu. İçimde yaşanır hicretler. Sessizliğin bir yol olduğunu söylemişti dedem. Sükûtîlik yolunun çilesini kaç kişi çekebilir şu gürültülü dünyada? Kulağımızda çoğalan yırtıcı seslerden kim kurtarabilir bizi? Dünyayı sessize almak ve içe çekilmek iyi gelmez mi hepimize? Çok olmak yüktür, zira dünya az ile gidilecek yoldur.

Not 21: Sözler ne kadar acı ise o kadar da ağırdır. Sözün ağırlığı, taşın ağırlığından az mıdır? Yoksa bu gürültülü dünyanın ağırlığı hoyratça söylenen sözlerden mi ibarettir?

Not 22: “Sen tane tanesin sevgilim/Denizim ben batık aşklarla dolu” Melih Cevdet, Yalan şiirinde belki de kendini anlatıyordu: “Ben güzel günlerin şairiyim/Saadetten alıyorum ilhamımı/Kızlara çeyizlerinden bahsediyorum/Mahpuslara affı umumiden…/Çocuklara müjdeler veriyorum/Babası cephede kalan çocuklara…” Ben güzel günlerin şairiyim, demişti. Biz de onu hep güzel şiirleriyle hatırlıyoruz. Ruhu şad olsun.

Not 23: “Bir gün ışığa döner yaprak/Üzümler kızarır kütükte/Elbette diner bu sağanak/Kaybolur içimdeki ukde.” Melih Cevdet

Not 24: Üç derdim var birbirinden seçilmez/Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm/Daracık daracık bir yerim de yok.

Melih Cevdet

Not 24: Cemal Süreya’yı, kitaplarına almadığı ilk şiiri Şarkısı Beyaz’dan bir bölüm ile selamlıyoruz:
“Ayıcılar geçti, mağlup insanlar geçti
Rüyalar darmadağındı Şarkısı-beyaz
Sonra dalgalar geldi dile
Sonra bir mavilik aldı her yerimizi;
Nasıl hatırlıyorsan dünyayı
öyle…”

Not 25: Ölünce kirlerimizden temizlenir,/Ölünce biz de iyi adam oluruz..
Orhan Veli

Not 26: Vaktizamanında konuşmuştu bir kalp ehli. Ondan kalan birkaç kelam geldi, kondu dilimin ucuna: “Eskiyor, yaşlanıyor, geçiyor her şey. Neye baksam zamanı geçiyor. Mîâdı doluyor her şeyin, bir sen her dem tazesin, ey sevgili! Ne sunayım sana, canımdan gayrı kalmadı servetim…” Yahya Kemal, “Artık ne gelen ne beklenen var;/Tenha yolun ortasında rüzgâr” derken hangi ruh hâli içindeydi? Şimdi bizi bu tenha hâlde bırakmak dünyanın oyunu mudur? Çok mu şey bekliyoruz buradan?

Not 27: Necip Fazıl 1930 yılında yazdığı “Bekleyen” şiirinde, “Ölürsün... Kapanır yollar geriye/ Ben mezarla sırdaş olur, beklerim/ Varılmaz hayale işaret diye/ Toprağında bir taş olur, beklerim...” diyerek sonsuz bir bekleyiş içine girer. Bu bekleyişi sabır ile izah etmek de zordur. Hududu ve derecesi ölçülemeyen bir aşkın hikâyesidir bu bekleyiş. Işığı görmeyen çiçek açar mı? Açsa da yaşar mı? Işığımız sönmesin, gidilecek daha çok yolumuz var, demişseniz sizi sonsuza değin bekleyen çıkar. Çünkü beklenen tektir ve güneştir.

Not 28: Şükrü Erbaş, “Bir durgun sudayız, konuşsak da / Kuş uçmuyor içimizdeki ormandan.” diyordu. Hatırladım. Düşündüm ormanları, yolları, ağaçları, denizleri… Kuş uçmuyordu. Hüznüm boğazımda durdu. Gündüzdü. Güneşe döndüm. Açtım göğsümü. Ben sustum, yaralarım konuşuyordu. Yollar dile geldi. Ben sustum. Dilim dolaştı. Nefesim kesildi. Göğsümde bir dağ. Kalbim çarpıyor. Bedenim kaskatı. Sesim çıkmıyor. Güneş yakıyor. Kelimeler cümle olmuyor, söz dizimi karışık ve devriliyor her harf. Ağzımda kuruyan sesler içimde yük. Üzülmez misin?

Not 29: Göğsümü açıp bekliyorum. Sabır dersleri alıyorum. Sabır mektebinde talime başladım. İlk ders: Kuşlar Döner mi? “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.” diyordu Kafka. Kuşlar bir gün döner mi, bilemem. Gerçi vefa yemiyle beslenmişlerdi. Furuğ Ferruhzad, “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.” dese de ben hep seni hatırlıyorum. Şimdi göğümde kuşlar uçuyor, seni sanıyorum. Göğsümde derin bir boşluk. Üzülmez misin?

Not 30: Fânî olan, fânî olana boyun eğmez. Şu gelip geçen ömrümüzü güzelleştiren ve bizi sonsuza hazırlayana bakmak en iyi yol. Her şeyin sonu var. Mevsimler geçiyor, yeryüzü renkten renge bürünüyor. İnsan bu yolculukta kendisine bir yoldaş arıyor. Kalbinin dilini bilen, konuşmadan anlaşabilen, aynı anda aynı duyguyu yaşayan… İnsan fânî ama arzuları sonsuza uzanıyor. Fânîlik yokluk da değil. Bu âlemin bir süreci. Fânîyiz ama yok olmayacağız.

Not 31: “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter.” diyen Molcolm X gibi öne çıkmak için neyi bekler insan?
Herkesin bulunduğu konuma göre bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Dua ederken bile sevdiklerimizi unutmamamız öğütlenmiyor muydu? Bu dünya her zaman rahat edeceğimiz bir yer değil. Çünkü cennet burada değil. Gün gelir, bugünkü sessizliğimizden hesaba çekiliriz. Lütfen tedirgin olunuz ve ediniz!

Not 32: Cahil insanlar hem pervasız hem de çok rahattır. Tedirgin değillerdir. Çünkü kendileri dışındaki dünyaya kapalıdır gözleri. Bir de bencil insanlar böyledir. Dünyanın merkezinde kendileri vardır. İnsan kendisi ve kendisi dışındaki durumu fark ettiğinde ve çözdüğünde tedirgindir, huzursuzdur. Dünyayı anlamak en büyük beladır, bu bela ile yaşamak zordur insana. Dünya yüktür. Bu yükü taşımak veya taşımamak tercihi sunulmuştur insana. Kimisi bu yükün altında ezilir, kimisi de bu yükten kaçar. Bazıları da kendi yükünü başkasına yıkar. İşte dünyaya sığınan insanın hâli. Sığınmacı rolünden ev sahibi rolüne giren insanın önünde bir şey duramıyor ama yine de insan tutunamıyor. Çünkü her şeyi ters yüz eden bir hakikat var: ölüm.

Not 33: Hepimiz sığınmacıyız. Kimimiz merhamet yüklü anneye sığınır, kimimiz dağ gibi bir babaya, kimimiz aşkın sırrına, gönlüne… Sığınmak, bir bakıma teslim olmaktır. Teslim olana hürmet edilir, yardım edilir. Kim bu yardıma muhtaç değildir? Kendinden uzaklaşıp nereye gider, nereye sığınır insan? Dönüp dolaşıp şu dünyada sonunda hepimiz aynı yere sığınacağız.

Not 34: Yorulur her şey. Zamanı yorarsınız.
Her şey yorulur. Dünya da yorulur. Yorgunluk yaşlanmaktır belki de. Dünya da yaşlanır. O da bir gün ölecek.
İnsan gün olur kendisine yük olur.
Kalbiniz de yük olur.
Taşıyamaz hâle gelirsiniz kendinizi.
Yoruyor her şey. Dünya yorulma yeriymiş. Anlıyor bunu insan. Sevdiklerinizin yorduğu yer oluyor burası.
Gözünüz yoruluyor.
Gönlünüz yoruluyor.
Siz yorulunca ırmaklar yorgun akıyor. Günler omzunuzda yük oluyor.
Yaprak, ağaca yük oluyor. Yük olunca veda ediyor. Vedasıyla sonbahar başlıyor. Sanat oluyor.
Çiçek, dalında yük olur mu? Oluyor bazen. Yük olunca soluyor. Solmak, yorgunluktur.
Su, yorulur mu? Demir yorulur mu? Suyun yorulup yorulmadığını bilemesek de demirin yorulduğunu duymuştum. İşlese de işlemese de yoruluyor demir. Çünkü ona biçilen bir ömür var.
Ömür, size takdir edilen sermaye. Bu sermaye hem dünyevî hem de uhrevî bir sermaye. Yorulmadan olmuyor. Yorulmak, emek vermenin diğer adı oluyor. İnsanız, yorulmaya adayız. Pablo Neruda “Yoruldum ayaklarımdan işte, tırnaklarımdan, gölgemden, saçlarımdan. Yoruldum işte insan olmaktan.” derken içimizi okuyordu.
Yorgunluk bıkkınlık getirmeyecek, daha da sarılacağız hayata. Hayat, bize pınar olacak. Bu pınar belki damla damla akacak, lütfedecek her şeyi. Ama bizde ne yılgınlık ne de bıkkınlık olacak. Gerçekten de öyle midir? Yılmadan yorulmadan diye başlıyoruz söze. Şimdi vazgeçiyorum az önce söylediklerimden. Yorulacağız. Bıkacağız. İnsanız! Ancak yeniden başlayacağız. Yunus Emre “Her dem yeniden doğarız/Bizden kim usanası” diyordu. Her dem yeniden doğmak, dirilişin yani hayatın her an yeniden yaratıldığına işaret değil midir? Dünde kalan, ölendir; hayat andır. Yarın ise henüz yaratılmamıştır.

Not 35: Bedenen yorulan insan, dinlenir, uyur ve rahatlar. Gönül yorgunluğu olan insanı nasıl dinlendiririz? İnsanın dinleneceği yer, yine insandır. İnsan, insana limandır. Sığınacağınız yer, bir dostun gönlüdür. Gecenin yorgunluğunu, uyumaktan daha çok sizi seven birinin sıcak ve samimî sözleri, size açtığı kalbi giderir.

Not 36: 
“Akşamları yorgun, hasta ve kalbi kırılmış
Uzanıp yatıyorum ot yatağıma.”
Arif Damar

Not 37: Dünyalık makamlar dünyada kalıyor. Mesele gönüllerde kalmaktır. Müstakil olmak, kalmak ve sığınmadan özgür ve dik durmak bu ülkede çokça mihnete katlanmak demektir. Adamın olmadan olmuyor, demiştim bir dosta. Çokça hoşuna gitmişti bu sözüm. Evet, maalesef adamın olmadan olmuyor! İşlerimiz aracılılarla yürüyor şu devirde. Nedir bu, niçin böyle bir işleyiş hüküm sürüyor? Duruş sahibi olmak kimi, kimleri korkutuyor, rahatsız ediyor? Sanırım korkanların yetersizliklerinden kaynaklanıyor. Kimseye minneti olmadan yürüyenler tabiî ki birilerini rahatsız edecektir. Böyle de ol muştur.
En çok minnet duyulan yer siyasettir. Bizde siyaset, millete hizmet etme aracı olmaktan çıkıp aynı ideolojide toplananların menfaat birlikteliği hâline dönmüştür. Bu çark böyle dönüyor. Aksi yönde davrananları da dışlıyorlar. Tabiî ki bir yerlere gelenler de belli mahfillerin referansı ile geldikleri için haksız düzen, bir düzen hâline geliyor. Her gelen de buna uyuyor. Bilgi, birikim, tecrübe, liyakat ile bir yerlere gelmek istersen de mihnete razısın demektir. Aslında aklı çalıştırmanın, orijinal ve farklı olmanın yolu müdanasız ve minnetsiz bir yoldan geçiyor. Ancak bu yolda çokça taşlar var. Gün olur yalınayak bile yürümek zorunda kalırsınız. Yalnız da kalabilirsiniz. İşte çileniz yani mihnetinizle baş başa kalırsınız. Peki, kötü müdür mihnet? Asla! Sizi geliştirir. Olaylara, kişilere, durumlara karşı zihniniz, aklınız, fikriniz daima çalışır ve ilerler.
Türkiye’de fikir hareketlerinin içinde pişen ancak yorulan, bu mihnete katlanan az insan yoktur. “Bu insanlar ne yapar?” diye düşünebilirsiniz. Evet, bu insanlar kenarda bekler. İncinmiştir. İstenilmez, verilir, diyordu bir dost. Böyle insanlar tavassut ile de iş yapmaz. Yani birilerini araya koyarak da iş yapmazlar, yaptırmazlar. Böyle insanların gücü, dayanağı kendileridir. Kolay kolay yönetilmez, boyun eğmezler. Lazım mı böyle adamlar bu ülkeye? Toplumun neye ihtiyacını olduğunu bilmek bazen zor. Ancak şu söze göre de hüküm vermek zor değil: “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” Bu sözü iyi tahlil etmek lazım. İşler kötüye gittiğinde herkes her şeyden şikâyet eder. Şikâyetin kaynağını kimse görmek istemez. Oysa herkesin kendisine bakması gerekmez mi? Herkes bulunduğu duruma nasıl geldiğini bilmez mi? Mihnetle mi, minnetle mi geldin? Bunu düşünmek zor mudur? Zordur, acıdır, yüzleşmektir bunun adı.

Not 38: En kolay yönetme ve tahakküm biçimi birilerine minnet yüklemek, hak etmeği hâlde makam vermek, imkân sunmaktır. Böyle kişiler de sizin kapınızdan ayrılmaz. Tıpkı sarayın soytarıları gibi. Kral çıplak demek kolay değildir. Minnetle iş yapanın beyni tozlanmıştır, zihninin üstünde tül vardır. Birileri onu açık zanneder ama görünmeyen o tül, size yüklenen minnettir. Mihnet ise acıtır, sizi diri tutar, her zaman isyana hazırsınız demektir. Vefa duymak ile minneti de karıştırmamak gerekir. Vefada samimiyet, sadakat, kardeşlik hukuku ve dostluk vardır. İyiliği yapıp unuttuğunuzda ardından vefa gelir. Hak etmeden elde edilen ne varsa orada derin bir minnet duygusu olur. Bu ise körü körüne bağlılığı getirir. Oysa bize aklını çalıştıran insanlar lazım. Mihnette ise alın teri ve emek vardır. Aklını kiraya vermez mihneti göze alan adam. Şair Nesîmî ne güzel demişti: “Rızkımı veren Hüda’dır, kula minnet eylemem.”

Not 39: Susmanın ne kadar çok anlam ifade ettiğini öğrenmeli. Çok konuşarak yoruyoruz birbirimizi. Dinlenmek ve yeniden başlamak için susmalı. Şöyle diyordu Edip Cansever:
“Yorulduğun zaman söyle
Susalım, hiç konuşmayalım istersen
Sussak da hiç konuşmasak da sözlerin senin
Açık denizler gibidir zaten elimde
Her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren”
Demek oluyor ki susmak tamir ediyor, şifa oluyor. Aslında tümüyle susmak da değil bu. Taşkın olmamak, sakinleşmektir bunun adı. Kıyıya çekilmek bazen de. Tenha limanlarda denizi dinlemek. Dalgalara kulak vermek. Her zaman hayalimizdir sahil kasabasında yaşamak. Tekneyle açılmak. Deniz kokusunu içimize çekmek. İçimiz deniz olur böylece. Börtü böceğin sesine kulak vererek tabiata açılmak. Susmak biraz da kendimizden, insanlardan, kalabalıklardan uzaklaşmaktır. Niçin okuyorsun, dedi. Cevap çok dikkat çekiciydi. Beni dünyadan uzaklaştırıyor, dedi. Aslında hayattan kopmak değildi bu. Yılgınlıklar, yorgunluklar, pişmanlıklar onu bu tercihe zorluyordu.

Not 40: Evet, yol varsa bir gün, bir yerde, bir vakit ansızın bulur ruhumuz kendi eşini. Cennet orasıdır belki de. Gözüm şimdi bir cenneti görür gibi. Ruhum kanatlanıp uçuyor. Nazım’ın dediği gibi diyerek ruhumu, bırakıyorum ruhumun dizlerine :
“Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
gölgem gibi demiyorum
çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da
Ellerim ayaklarım gibi de değil
uykudayken yitirirsin elini ayağını
ben hasreti uykuda da yitirmiyordum.”

Not 41: Sohbetin derinleştiği, çayların demini aldığı bir mekânda bir dostun hatırlatması: “Allah imhal eder fakat ihmal etmez” Dünyada her şeyin bir süresi var, bu süreyi takdir eden bir kudret var. Süre yani zaman içinde ortaya çıkıyor hakikat. Burada da sabırlı olmak kurtuluştur. Hayatın hayhuyu içinde acele edip de üzüldüğümüz durumlar olabiliyor. Bir de bu hayhuy içinde bizim ihmal ettiğimiz değerler, insanlar olabiliyor. Ne yaşıyorsak bize takdir edileni yaşıyoruz. Daha doğrusu hak ettiğimiz şey geliyor başımıza. Israrla hırsla değil de samimiyetle istediklerimiz bizi mutlu ediyor. Huzur, bu samimiyet havuzundadır.

Not 42: “Sen bir tarafa, dünya bir tarafa” diyorken bile gizli bir tartı vardır, bu kıyas bile yersizliktir. Sen teksin, gözümün gördüğü, ruhumun duyduğu tek sevgili… Gerçi Cahit Sıtkı bunu öylesine güzel ifade eder ki:
“Dünya bir yana, o hayal bir yana; 
Bir meşaledir pervaneyim ona. 
Altında bir ömür döne dolana 
Ağladığım yer penceresi midir?”

Not 43: Ahmet Haşim’in “O Belde”de dile getirdiği, “Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz/Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz/Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı” hayali ile “Yollar” şiirindeki ruhunun seferini anlattığı, “Yollar/Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî,/Yollar/Hep birer hatt-ı pür-sükût oldu/Akşamın sîne-î gubârında.” dizelerini çok ama çok anlamaya, dinlemeye ihtiyacımız var. Hepimiz kendi ateşimizde yanıyoruz, hepimiz Haşim’ce bir sesin peşinden koşarak ufku yakalamaya ömür veriyoruz. Ruhu şâd olsun Haşim’in.

Not 44; Şair Eşref, “İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar mezar taşımı.” demişti, korktuğu başına geldi, ne yazık ki mezar taşı da çalındı.
Bugün, onun döneminde hükmü geçen ve şaşaalı hayat süren çok kişi unutuldu ama Şair Eşref’in şu dörtlüğü bile onu kalıcı kılmaya yetiyor: “Etmeden tahkik bir söz söyleyemem bir şahıs için/Eski bir darb-ı meseldir gerçi orman taşlamak/ Hicvedersem haini zahid günah ettin deme/Din-i İslam’da sevaptır çünkü şeytan taşlamak”

Not 45: Çocuklarımız mevcut eğitim sisteminde en kolay usul ile yetişiyor. Test usulü sıralamayı pratik biçimde belirliyor. Maalesef yetenekler yok oluyor. Şımarık, saygısız ve asi bir gençlik sel gibi geliyor. Kuşaklar arası makas açıldıkça açılıyor. Çocuklara sunulan maddî imkânlar, onların gönlünü kazanmaya yetmiyor. Türkiye’de gençlik hareketleri hep önemli olmuştur ama bu sefer durum çığırından çıkma noktasına gelmiştir. Çığ gibi büyüyen sosyal medya gücü çocukları, gençleri etkisi altına alıyor. Bir bumeranga kapılır gibi kapılıp yok olan gençlerimiz az değil.

Not 46: Aile ve çocuk arasındaki bağ neredeyse “maddî” bağ olarak kalmış durumda. Çocuk, akademik yönden başarılı ama bu başarı sadece kendisi için. Egoist bir ruh inşâ ediyoruz. Kişisel gelişim adı altına yayılan bir furya var. Hepsi de kişiyi, nefsi tanrılaştıran bir anlayışla telkinde bulunuyor. Her yelpazeden aile de çocuklarının sadece akademik başarısına odaklanmış durumda. Okula uğrayan her velinin sorduğu ilk soru: “Çocuğumuzun dersleri nasıl?” Evet, dersleri iyi ama hayattan ders almış mı, ahlâkî gelişimi nedir, bunu kimse sormuyor. Herkesin ve her kesimin kilitlendiği nokta, varsa yoksa akademik başarı!

Not 47: Çocuk, akademik yönden başarılı ama bu başarı sadece kendisi için. Egoist bir ruh inşâ ediyoruz. Kişisel gelişim adı altına yayılan bir furya var. Hepsi de kişiyi, nefsi tanrılaştıran bir anlayışla telkinde bulunuyor. Her yelpazeden aile de çocuklarının sadece akademik başarısına odaklanmış durumda. Okula uğrayan her velinin sorduğu ilk soru: “Çocuğumuzun dersleri nasıl?” Evet, dersleri iyi ama hayattan ders almış mı, ahlâkî gelişimi nedir, bunu kimse sormuyor. 

Not 48: Kalpten konuşanları Allah korur.

Not 49; 'Bizim erdemimiz gelecekteki bir mükâfata yönelmiyor, aşkımızın mükâfat aramaması gibi. Zahmeti için ödüllendirilme fikri soylu bir ruhu incitir. Onun için erdem bir süs de değildir, güzelliğinin bir biçimidir.'

Andre Gide, Dar Kapı.

Not 50: Mehmet Şimşek:

"Bütçe açığının sebebi EMEKLİLER!"

demiş.

Doğru söylüyor.

O zaman ne olacak?

MAAŞLAR düşecek.

Başka çözüm yok.

VERGİNİN de bir limiti vardır.

Ama ne yapsak nafile.

EYT bir kere çift taraflı hançer olup girdi.

Artık kimse çıkaramaz.

Not 51: Emanete ihanet edenin tereddütsüz vatana ihanet edeceğini söyleyebiliriz. Bir ülke arkadaşlık ilişkilerinin istinat ettiği temel üzerinde durur. Bir ülkede yaşayanların "bizlik" duygusunu silin, o ülke artık düşmanlarının oyuncağı olmuştur.

İsmet Özel, Cuma Mektupları-II

Not 52: Bugün talebelik artık ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır.

Türkiye'nin Maarif Davası, Nurettin Topçu

Not 53: HARVARD da ölmüş. Ortalam not 4 üzerinden 3.8 olmuş.

Boğaziçi’nde ortalama GPA ne acaba?

Muhtemelen 2.5-3.0 bandında.

Normalde de bu bantta olması, katiyyen 3.0'ı geçmemesi gerekir.

Yoksa, not almanın anlamı kalmaz.

Biz okurken, 70 puan C idi. (2.0)

Bazen çan eğrisi uygulanıyordu. 

Not 54: Devlet hazine kağıdına %25 ödeyecek.

Ama bankalar KKM çıkışına %45 ödeyecek.

Bu %45, bankaların cebinden çıkacaksa, bankaların öz kaynaklar iyice eriyecek demektir.

Uzun süredir banka öz kaynakları Dolar bazında eriyor.

 Not 55: İstanbul’da yol kenarlarını, bırakın yolu otoyol kenarlarını çimle kaplamak hiç akılcı bir iş değildir. Güzel görünür ama kent planlama açısından büyük hatadır.
Çünkü bir metrekare çim yaz aylarında günde 6 litre, çok sıcak günlerde günde 10 litre su ister. Kentleri bilgi ve görgü ile yöneten ülkelerde, hele ki bol yağmur alan bir kent değilse dağın taşın çimle donatıldığı, bol su isteyen çiçeklerle donatıldığı bir kent göremezsiniz.
Küresel ısınmanın etkisini göstermesi ile birlikte pek çok kent artık kentteki bitki örtüsünü değiştirmeye başladı. Daha az su gerektiren kaktüs benzeri nebatlar, çok daha az su gerektiren çim benzeri örtücü bitkiler ve çimin onda biri kadar bile su istemeyen bodur veya uzun ağaçlar akılcı yönetilen kentlerin yeni bitki örtüsü olmaya başladı.
Eğer belediyecilik anlayışını değiştirmezseniz, kentlerin bitki örtüsünü kentin su kaynakları ve iklimi ile paralel hale getirmez iseniz, dikey bahçe, dağ taş çim, otoyol kenarları bile halı saha kıvamında çim derseniz sonra vatandaşa çağrı yapar su tasarrufu istersiniz.
Elbette isteyebilirsiniz ama biliniz ki, uzun vadede bu çare değildir.
Çare, kenti iklimine göre yönetmektir.