Yirmi birinci yüzyıl başında, yaşadığımız teknolojik gelişme süreci Asimov'un yirmi bin yıl sonra olmasını beklediği yeniliklerin birçoğunu hayatımıza soktu.

Bilim kurgu edebiyatının en büyük isimlerinden ve Nebula Ödülü sahibi Isaac Asimov’un 1940-50 arasında yazdığı robot romanları bugün yaşadıklarımıza farklı bir bakış sahibi olmamızı sağlar. Öykü kısaca şöyledir: İnsanlar günümüzden yirmi bin yıl sonra insansı robotlar üreten ve uzaydaki yaşanabilir gezegenleri iskân edebilen bir uygarlığa kavuşmuşlardır. İlk uzaya yayılma hamlesinden 300 yıl sonra uzayda 30 yeni gezegenden oluşmuş bir konfederasyon bulunmaktaydı. Bu gezegenlerin iskânı robot teknolojisi sayesinde gerçekleşmişti. Uzaylı gezegenlerde Dünya’ya nispetle çok daha az insan yaşıyordu ama teknolojileri, özellikle robot teknolojisi çok gelişmişti.

Uzaylı gezegenlerindeki insanların nüfusları az olmasına rağmen yaşam standartları çok yüksekti. Her gereksinimleri robot hizmetçiler tarafından karşılanıyor, kendilerine gerekli gıdaları malikânelerinde bulunan çiftliklerde robotlar tarafından üretiliyordu. Bu yüzden insanlar arası ilişkiler azalmıştı. Bu gezegenlerde yaşayan insanların hem kontrol edilebilir habitatları hem de yüksek tıp teknolojileri sayesinde ömürleri üç yüz yıla kadar uzamıştı. Her şeyi olan bu uzun ömürlü ve sağlıklı insanlar, adeta, mitolojideki yarı tanrılar seviyesine çıkmışlardı. İnsanların meslekleri bu yüzden sanat ve bilim gibi alanlarda, tasarım gibi mesleklerde yoğunlaşmaktaydı. Çoğu kimsenin paraya ihtiyacı olmadığı için toplumsal ilişkilerde sınıftan çok itibar / statü öne çıkmaktaydı. Haliyle bu toplumların her biri aşırı bireyci, bireysel özgürlüğü her şeyin önüne koyan toplumlar haline dönüşmekteydi.

Uzaylı gezegenlerin içinde insanlar arası ilişkileri en canlı olan gezegen Aurora / Şafak Gezegeni idi. Aurora’da insanlar aileler halinde yaşayabiliyorlardı. Az sayıda ama insandan hiç ayırt edilemeyen gelişmiş robotları vardı. Aurora aynı zamanda uzaylı gezegenlerin en kalabalığı (nüfusu 100 milyon civarında), en zengini ve askeri gücü en yüksek olanıydı. Doğal olarak uzaylı gezegenlerin lideri konumundaydı.

Öte yandan insan ilişkileri en zayıf olan Solaria / Güneş Ülkesi Gezegeniydi. Aurora’dakiler kadar karmaşık olmasalar da, en fazla robotlaşmış gezegen burasıydı. Solaria’da 10 bin insan yaşamaktaydı. Bütün gezegen birbirine eşit on bin parçaya bölünmüş her bir parça tek bir insanın malikânesi konumundaydı. Her Solarialı insanın emrinde on binlerce robot vardı. Ancak bu insanlar başka insanlarla yüz yüze görüşmüyorlardı. Robotları vasıtasıyla birbirlerinin hologramlarını (üç boyutlu görüntü) kullanarak iletişim içine giriyorlardı. Çok özel durumlarda yüz yüze görüşmek zorunda olduklarında özel maskeler, eldivenler giyiyorlar ve birbirlerine belli bir mesafeden daha fazla yaklaşmıyorlardı. Nüfus kontrol altındaydı ve bir çiftin evlenip çocuk sahibi olması çok yaygın değildi. Genelde çocuklar suni döllenme yolu ile üretiliyordu. Amaç gezegenin 10 bin kişilik nüfusunun artmaması ve her vatandaşın refah düzeyinin hep aynı yüksek düzeyde tutulmasıydı. Yani robotlaşma arttıkça, sosyalleşme azalıyor ve bireycilik artıyordu. Mensuplarına bir yeryüzü cenneti gibi gelse de, üç yüz yıl içindeki bu gelişme süreci, uzaylı gezegenlerde bireysel girişim gücünü, yaratıcılığı ve uzayda yeni koloniler kurma isteğini yok eden de bir sonuca yol açmıştı.

Zenginlik, uzun yaşam ve hiçbir derdin olmaması insanları hem yalnızlaştırmış hem toplumsal dayanışmayı ve sosyalleşmeyi bitirmişti. Yani robotlaşma arttıkça yaşam standartları yükselse de insanların insanlıktan uzaklaştığı, toplumların da atalete mahkûm olup çökmeye yüz tuttuğu söylenebilir.

Asimov’un bundan 80 sene önce öngördüğü gibi, robotlaşma sosyalleşmeyi, toplumsal bütünleşmeyi, dayanışmayı ve insanların birbirine güvenini ortadan kaldıracak bir süreç. Bunun karşılığında bireycileşmeyi, bencilliği, yalnızlaşmayı, yabancılaşmayı ve güvensizliği de arttıran birçok etkeni de doğurmakta.

İnsanlığın toplumsal evrimi birlikte hareket etme, dayanışma, güven ve toplumsallaşma ile gerçekleşmiştir. Eğer bu süreç tersine döner ve herkes sadece kendisi için yaşar, sadece kendi çıkarını düşünür, kimseye ve topluma güvenmez ve kendine ve topluma yabancılaşırsa insanlığın toplumsal evrimi geriye gitmeye başlar. Ortaçağların bağnaz ve despotik toplumlarına veya köleci topluma geriye dönüş başlar.

Önümüzde yeni teknolojiye dayalı yeni bir üretim, dağıtım ve toplum düzeni bulunmaktadır. Ne yaparsak yapalım eskiye dönmek bundan sonra pek mümkün değildir. Bize düşen ne? Her şeyden önce, karşılıklı güvenimizi ve dayanışmamızı, birlikte hareket etme içgüdülerimizi kaybetmemeliyiz. Yeni şartlarda yeni bir uygarlık kurulur, ancak bu yeni uygarlığın insan uygarlığı olabilmesi için güven, sevgi ve dayanışma ön koşuldur.

Son söz: En düşük emekli maaşı ve asgari ücret karşılaştırması neden sürekli yapılıp duruyor? Bu düpedüz elma ve muz karşılaştırması. Birisi aktif olarak çalışıp prim ödeyen diğeri emekli olmuş yatırdığı primden maaş alan kişi. Dünyanın her yerinde en düşük emekli maaşı asgari ücretin altıdır. Çünkü en düşük emekli maaşını zaten en düşük ücret yani asgari ücretten prim yatıran kişi alıyor. Emekli olduktan sonra herkesin maaşı düşüyorken asgari ücretlininki nasıl olup da düşmeyip aynı kalacak?

Not 1: Şimdi soruyorum Kemal Kılıçdaroğlu’nun fotoğrafı üzerinden ortalığı yıkan din istismarcılarına...

Örflerin gereği özen gösterilmesi gereken seccadeye o özeni göstermeyen Kemal Kılıçdaroğlu mu hatalı yoksa namazını kıldıktan sonra o seccadeyi katlayıp yerine kaldırmayan mı?

Bir de garip olan şu; söz konusu fotoğrafın çekildiği mekan namaz kılınan özel bir mekan falan değil.

Yani cami değil orası.

Ya da mescid.

İftarın yapıldığı lokantanın işletmecisinin yönetim odası.

Yerdekinin seccade mi, seccade benzeri halı mı olduğu bile belli değil.

Kaldı ki, Kemal Bey’in üzerinde durduğu seccade alttaki halı ile neredeyse aynı renk!

Ve yanında da başka bir desende başka bir küçük halı var.

Her şey bir yana…

Kemal Kılıçdaroğlu’nu; “İslamiyet’e saygısızlık” yaptığı gerekçesi ile yaftalayanlar, linçleyenler, ağıza alınmayacak kelimelerle hakaret edenler neden söz konusu iftarı organize eden eski Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu’nun yaptığı açıklamayı dikkate almıyor?

Not 2: Yorgunum, dertliyim, yürek dayanmaz

Mutsuzum desem de kimse inanmaz

Maziyi ararım, böyle yaşanmaz

Çekilmez çiledir benim hayatım

Bir meçhule döndü benim hayatım..

Not 3: Göreceksen şimdi gör beni... Çünkü tabutlar ışık geçirmez.

Not 4: Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan.

Not 5: Yorgunum. Pencereme dolanma ay ışığı bu gece.

Not 6: Sararmış bir devrimci fotoğrafıdır hayatım

Genelevi bulamayan yeniyetmeye benzer

Yalnızlığı yalnızlıktır ve çok sıradandır

Her hafta sonu annesini görmeye gider

Ahmet Erhan

Not 7:Çözemediğim bir şeyler var hayatımda

Sualtı gibi derinlerde sessizce bekleyen

Dirensem, daha ne kadar direnebilirim artık

Nereye kadar gidebilirim, gitsem?

İnsanın gidecek bir yerinin olmaması nede fenaymış

Özleyip de vardığım her yerden, hemen kaçsam diyorum

Ne aradığımı biliyorum, ne bulduğumu

Bilmem neresinde yanıldım ben bu hayatın?

A.E.&M.A.

Not 8: Bu dünyaya geliş gayemiz mutluluk değil. Adam olanın sermayesi hüzün ve dünya iyilere göre bir yer değil, kötülerin dünyası bu…

Not 9: Bir ekonomide esas artı değeri üretken sektörlerin ürettiğinden bahsetmiştim. Yani sanayi, tarım ve madencilik sektörlerinde üretilen artı değer ekonomide üretilen toplam artı değerin büyük bir kısmını kapsar. Sanayi, madencilik ve tarımda üretilen ürünlerin ekonomide sektörlere nihai mal veya ara girdi olarak dağıtılmasında ulaştırma, otel ve lokantacılık, eğlence ve perakende ticaret sektörleri görev alırken finans sektörü de üretilen üründen elde edilen parasal gelirlerin ekonomiye yeniden aktarılmasını sağlar. Her sektörde sermaye birikimi farklı zaman dilimleri içinde gerçekleşir. Ancak hepsinde ortak özellik şudur: Mevcut alt yapı sermayesi ve teknoloji düzeylerinde fiziki sermaye artışı sermayenin verimliliğini ve kârları düşüren bir etkiye sahiptir. Bu iktisatta azalan verimler yasası olarak bilinir.

Kâr oranlarında düşme eğilimi yasası bir paradoksa benzemektedir. Mitolojide “kendi kuyruğunu yiyen yılan” olarak tabir edilen meseli andırmaktadır. Yani kapitalist sistem yaşamak için büyümek, büyümek için sermaye bitirmek, sermaye biriktirmek için de kâr etmek zorundadır. Ancak sermaye birikimi – yeni bir alt yapı yatırımları dalgası veya yeni bir teknoloji paradigması olmadan - kârların düşmesine ve dolayısıyla yatırımların ve birikimin yavaşlamasına yol açmaktadır. Kâr oranlarında düşüş sebebiyle sermaye sahipleri kaynakları yavaş yavaş reel üretimden çekerek finansal sektöre ve gayrimenkul sektörüne aktarır. Bunun sonucunda da üretken sektörlerde üretim ve artı değer düşerken üretken olmayan sektörlerde – özellikle finans ve gayrı menkul sektöründe – kârlar artmaya başlar. Lakin bu çelişkili bir durumdur. Başta da belirttiğimiz gibi tarım, madencilik ve sanayi de üretim olmadan hizmetler sektöründe üretim olamaz. Bu aslında gerçek bir kaynağı olmadan hizmetler sektöründe fiktif ve hayali kârların şişmesi anlamına gelir. Ekonomi kocaman bir balona dönüşür.

Dünya tarihinde görülmüş bütün büyük krizler öncesinde reel sektörde kârlar düşerken finansal sektörde kârlar ve gayrimenkul sektöründe rantlar pupa yelken artmaya başlamıştır. On yedinci yüzyılda Hollanda merkezle Lale Çılgınlığı, on dokuzuncu yüzyılda Güney Denizi Balonu ve Missouri Balonları, ABD’deki demir yolu şirketlerinin hisselerindeki balon bunlara örnektir. Yirminci yüzyılda Gürleyen Yirmiler (Roaring Twenties) 1920’li yıllarda sermayenin reel sektörden finansal sektöre akması ile başlayan bir süreçtir ve hızla edinilen finansal servetler ve lüks tüketimdeki artış ile hatırlanır. Sonucu 1929 yılında patlayan ve 1936’ya kadar devam eden Büyük Buhran olmuştur. Büyük Buhran kadar yıkıcı olmasa da benzeri bir durum – farklı şekillerde 1970’lerin petrol krizleri ve 2008 Küresel Finans Krizinde de görülmüştür. Sebep aynıdır: Reel üretimde artı değer üretimi yavaşlar, kârlar gitgide daha az oranda realize edilirken, finans ve gayrimenkul sektörlerinde çılgın bir kâr artışı oluşur. Yeni zenginler türer. Kolay kazanılan para lüks tüketimi patlatır. Ancak bu küçük bir azınlık için geçerlidir. Halkın çoğunluğunu oluşturan emekçilerin, küçük üreticilerin hem gelirleri hem de servetleri düşer. Yani ekonomi içi hava dolu bir balona dönüşmüştür. Balonun patlaması için bir iğne ucu yeter.

Kapalı ekonomilerde bu süreç daha çabuk işleyebilir. Açık ekonomide ise üretim açığı bir müddet daha devam eder. Üretim açığı ithalatla, ithalat da dış borçla karşılanır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde – eğer doğal kaynak ihracatçısı değillerse - balonun patlaması hemen hemen her zaman dış borçta hızlı bir artış ve akabinde bir döviz krizi ile tetiklenir. Türkiye’nin tecrübe ettiği krizlerin hemen hemen hepsi bu ana yolu takip eder.

Kapitalist sistem, bu yüzden, kendi kuyruğunu yiyen yılan misali yaşamak için kendini yemek zorundadır. Bu sabit bir kısır döngü müdür? Eğer yeni alt yapı yatırımları ve yeni teknoloji gelişimi olmazsa, evet, öyledir. Ancak kapitalist sistem kendi iç dinamikleriyle yeni alt yapı yatırımlarını başlatan ve yeni teknoloji paradigmalarını geliştiren bir özelliğe de sahiptir. Her yeni alt yapı yatırımı dalgasında (18-25 yıl aralıklarla gerçekleşir) ve her yeni teknoloji paradigması oluşturulduğunda (45-60 yıl aralıklarla) kapitalist sistem yeni bir sermaye birikimi süreci başlatır. Bunun için de krizlerde safraları atar. Burada safradan kasıt iflas eden firmalar ve işsiz kalan milyonlardır. Ancak sonuç itibariyle iflas eden firmalar ve düşen fiziki sermaye birikimi kârların yeniden yükselmesine yol açar. Tekrar ekonomide kaynaklar finansal kesimden reel sektöre akmaya başlar. Bu anlamda kapitalizm “kendi kuyruğunu yiyen yılana” değil, krizlerde “deri değiştiren yılana” benzer.

Marx’ın anlattığı da buydu: Teknoloji ve alt yapı değişimi olmadan kapitalizm “kuyruğunu yiyen yılana” benzer. Ancak Marx bütün söyleyeceklerini bitirmeden öbür tarafa göçmüştü. Marksistler bu yüzden her daim yılanın kendi kendini yemesini bekler. Ancak Schumpeter’in gösterdiği gibi yılan kendi kendini yememekte ancak deri değiştirmektedir.

Bugün ne oluyor? Yılan deri mi değiştiriyor? Bu değişim ne zaman ve nasıl gerçekleşecek?

Not 10: İnsan dünyanın cennet olmayacağını, mutlak mutluluğu dünyada aramaması gerektiğini bilmelidir. Gerçek gündemine dönmek için bir saatine bir gökyüzüne bakması yeterlidir. Gazete başlıklarına göre değil, hayatının boşluklarına göre oluşturulmuş bir gündem insana şiir de yazdırır öykü de!

Not 11: Sesinden tanıyordum kadınların mutsuzluğunu. Sanki seslerinin özel bir kokusu oluyordu, kıyılmış tütün kıvamında. Yanık gül yaprağı gibi kokuyordu sesleri. Daha ilk notasında alıyordunuz kokusunu, bezgin, mesafeli ve biraz da düşmanca.

Tehlikeli Masallar, Ahmet Altan

Not 12: insanlar güç sahibi olmak isteyen her şeye alışkanlıktan boyun eğiyorlar.

İnsanca Pek İnsanca 1 Nietzsche

Not 13: Hiç kimseyi incitmek, hiç kimseye zarar vermek istememek, adaletli, tarafsız bir zihniyetin olduğu kadar, korkakça bir zihniyetin işareti de olabilir.

İnsanca Pek İnsanca 1 Nietzsche

Not 14: “Zerdüşt’ün bilgeliği arttı ve bolluğu yüzünden ona acı vermeye başladı.”

Böyle Söyledi Zerdüşt, Nietzsche

Not 15: Bir insanı kaybetmek istiyorsanız çok sevin, kendiliğinden defolup gider.

Not 16: “Erenler zehir getirin / Bal ilen öldürmen beni / Yokluk benim eski dostum / mal ilen öldürmen beni.” Âşık Hüdai; mahrumiyeti cana minnet bilecek kadar yücelikle tanımlar. Enflasyon; konfor alanlarının bir çıktısı ise tedavisi için durgunluk (mahrumiyet) çare olarak düşünülebilir. Obeziteyle mücadele zaten diyet dediğimiz aşırı beslenmekten kendini mahrum bırakmak değil midir?

Not 17: Derler ki maddi zenginliğin ölçüsü; mal ve servet biriktirmek ise manevi zenginliğin ölçüsü de az şeye ihtiyaç duymak, kendini isteklerinden mahrum bırakmaktır. Mahrumiyetin bir bedeli vardır. Konforu azaltması… Ancak bir ödülü de vardır. Varlığıyla seni sınava sokan hayat, ondan mahrum bırakarak seni olgunlaştırır. “Onsuz yaşayamam” deme; seni onsuz da yaşatırım. “Ondan mahrum olursam yaşayamam” deme; seni ondan mahrum bırakarak da yaşatırım.

Not 18: Kişiyi yücelten; ona akıtılanların büyüsüne kapılmadan, “bu bana lâzım değil” diyebilmesidir. İhtiyaçların sınırlı, isteklerin sonsuz olduğu bu dünyada zaten hayat kalitesini yükseltmenin bir yolu da budur; Bilinçli mahrumiyet. Ramazan, insanın kendi iradesiyle kendisini bazı şeylerden mahrum bırakmasıdır aslında… Hangi kuvvet seni aç kalmaya zorlayabilir? Oruç sayesinde inancın gücü; sana gıdalardan bir süreliğine mahrum kalmayı sağlar. Mahrumiyeti biraz da “kayıp” penceresinden değil, “kazanç” odağından gör. Konfor çürütür, mahrumiyet olgunlaştırır. Eğer mahrum edildiğini doğru okuyabilmişsen…

Not 19: Daha dün sabah, ayıptır söylemesi "Birkaç portakal, birkaç nar, bir paket mantar, bir karnabahar, yarım kilo salatalık, yarım kilo domates, bir kıvırcık, üç dört elma, üç dört de muz"dan oluşan bir manav alışverişi yaptım; 479 TL! Kalbime iniyordu!

Not 20: İyi misiniz siz? Kızılay bile bu ülkede çadırı parayla satıyor! Bankaya 29'la para topla, 14'le kredi ver dediğiniz zaman o banka ne olur?

Merkez Bankası'nın esas görevi enflasyonu düşürmektir. Enflasyon düşerse faiz düşer, çünkü vatandaş için ana kriter Erdoğan'ın faiz buyruğu değil, enflasyon rakamıdır. Enflasyon kadar para eridiği için faiz en az o kadar olmalıdır der, olmazsa gider dolar alır…

Bankacılık sistemi üzerinde tepinerek kredi faizi düşmez! Birileri siyasi prim yapacak diye finansal sistemi bozmak bu ülke ekonomisine yapılmış en büyük ihanettir.

Bankalara zorla aldırılan bu toksik tahvillere (düşük faizli tahviller) karşı gelecek yeni hükümet, bankacılık sistem temsilcileri ile görüşerek bir çıkış planı yapmalıdır. Banka bilançoları bozulursa dış sermaye borsaya giriş yapmaz ve bu da dolar kıtlığının sürmesi anlamına gelir. Bu nedenle Mayıs sonrası yeni MB Başkanı ve Hazine-Maliye Bakanı'nın ilk toplantısı bankacılarla olmalı, hasar tespiti yapılıp faiz artırımlarının ve toksik tahvillerin etkilerinin minimize edilmesi amaçlanmalıdır.

Not 21: George Orwell’in Hayvanlar Çiftliği’ni okuyanların çoğunluğu ‘Boksör’ adlı atla özdeşleştiğini ifade etmiştir. Çünkü Boksör, her devrin proletaryasıdır; hangi rejim altında yaşanırsa yaşansın, siyasal iktidar insan ya da hayvan türlerinden hangisinin elinde olursa olsun, toplum kendini nasıl tanımlıyorsa tanımlasın, birinci vazife, çok çalışmak gerektiğini Boksör’e telkin etmektir. Çalışkan at da zaten her koşulda öz-disiplin içinde “çok çalışacağım” sloganıyla hareket etmektedir ve bu yönde telkine açıktır.

Yani biz de boksörüz.

Not 22: Şüphesiz cehennem, bir gözetleme yeridir; azgınlar için, içinde çağlar boyu kalacakları bir dönüş yeridir. Nebe' 21-23. Ayet

Not 23: "Kim söylemiş beni/ Demirtaş'a vurulmuşum diye/ Kim görmüş, ama kim, Biden'ı öptüğümü/ Güya bir de cumalara dadanmışız/ Abdestleri tazeleyip tazeleyip/ Camide alıyormuşuz soluğu/ Geç bunları, anam babam, geç/ Geç bunları bir kalem/ Ya o, kapağı iftara atıp/ Bekir Bozdağ'a yakalanma hikayesi..."

Not 24: ‘Çip’ veya yarı iletkenlerin teknik adı MOS veya MOSFET. Yani ‘metal–oxide–semiconductor field-effect transistor.’

MOS veya MOSFET’i önemli yapan, aynı zeminin üzerine birden fazla transistörü yerleştirmeye imkan tanıması. Birden fazla diyorum, eğer kullandığınız telefon iPhone 14 ise ve içinde de Apple’ın M2 işlemcisi bulunuyorsa, bu bir tane işlemcinin içinde tam 20 milyar tane, yanlış okumadınız 20 milyar tane transistörün olduğunu bilin. İşte bunu mümkün kılan teknolojiyi icat eden adam Muhammed Attala.
1924’te Mısır’da doğmuş, Kahire Üniversitesi’nden makine mühendisi olarak mezun olmuş, sonra da Amerika’da Purdue Üniversitesinde master ve doktora derecesini yine aynı alanda, makine mühendisliğinde almış.

Fizikçi veya fiziksel kimyacı olmadığı için çalıştığı her yerde biraz aşağı görülmüş ama sonuç olarak 1959 yılında MOS’u o var etmiş. Bunu da, transistör olarak kullanılacak elektronların yaşadığı kuantum efektini sıfırlayacak bir yöntem bularak yapmış. Evet, bir makine mühendisi yapmış bunu.

Fakat yaptığı buluşu o sırada çalıştığı Bell Lab anlamamış, önemsememiş. O da Bell’den ayrılıp önce HP’ye, sonra da gelecekte Intel’i kuracak olan Gordon Moore ve Robert Noyce’un da kurucu patronları arasında yer aldığı Fairchilds şirketine geçmiş. Ve icadını orada hayata geçirmeye başlamış, Moore ve Noyce kendi şirketleri Intel’i kurduklarında tartışmasız MOS teknolojisiyle üretime başlamışlar ve bugün bildiğimiz yarı iletken endüstrisi doğmuş.

Silikon Vadisi’ne bu ismi veren aslında Intel değil; MOS’ta germanium yerine silikonu kullanan Muhammed Attala’dan başkası değil.

Zannetmeyin ki Muhammed Attala’nın macerası burada bitiyor, hayatta başka hiçbir şey icat etmiyor. Hayır, orada durmuyor bu Mısırlı adam, 1972 yılında bilgisayar güvenliği alanına giriyor, kendi adıyla şirket kuruyor ve önce bir hardware üretip bununla bilgisayar güvenliğini kuruyor. Bugün sokakta gördüğünüz neredeyse bütün ATM cihazlarında bu hardware takılı. Paranızı o sayede güvenle çekiyor, hesabınıza o cihaz sayesinde güvenle para yatırmaya devam ediyorsunuz.

Ama sadece bu da değil. ATM’den para çekerken veya telefonunuzun ekranını açmaya çalışırken girdiğiniz o 4 haneli PIN (Personel Idendification Number) var ya, onu da Muhammed Attala icat ediyor ve bilgisayar haberleşmesi güvenliğine ekliyor.

Ardından internetin yaygınlaşmasından sonra Amerikalı bankalar ondan internet güvenliği talebinde bulunuyorlar. O güne kadar bankalar başta olmak üzere büyük şirketler internet güvenliğini kendi bilgisayar sistemlerinin etrafına ördükleri bir duvarla (FireWall) sağlıyorlar. Attala bu fikirden vazgeçiyor ve tek tek her önemli şeyi (e-mail, belirli bir dosya, belirli bir bilgisayar alt sistemi gibi) ayrıca şifreyle koruma mimarisini oluşturuyor. Daha sonra bu mimariye bugün hepimizin her an her yerde kullandığı RSA standardı şifreleme geliştirildi. Şifreleme Attala’ya ait değil ama şifreleri kullandığımız ana mimari yine onun eseri.

Bu müthiş adam 2009 yılında hayatını kaybetti. Fakat yazının başında da söyledim, hepimiz modern hayatımızı onun temellerini oluşturduğu teknoloji sayesinde sürdürüyoruz.

Mısır gibi Türkiye de aslında Attala’nın başarılarından, yaptıklarından sadece sonuçlarıyla haberdar oldu, hiçbir zaman Attala’nın tam olarak neyle uğraştığını anlayacak kadar bile bilimsel teknolojik okuryazarlığı olmadı bu iki ülkenin. Zaten o yüzden, dünyada son 60 yıldır var olan bu teknolojiyi üreten tek bir fabrikası bile yok iki ülkenin de. Bizler zaten tam olarak anlamadığımız bu teknolojinin tüketicileriyiz.

Not 25; Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı en büyük krizlerden biri de bilgi ve birikimin, entelektüel düzeyin, uzmanlığın çökmesi; bunun yerini varoşluğun, paçozluğun, ahbap çavuş ilişkilerinin alması. Ciddi ciddi Alpay Özalan, Ahmet Hamdi Çamlı gördü bu meclis. Buradan "hayat" çıkar mı?

hayatında bir tek kitap okumamış liderler, dahi anlamındaki de'yi ayıramayan akademisyenler, Arap örf ve adetini İslam zanneden din adamları, mecliste yumruk atmayı hüner zanneden siyasetçiler, paçozluğu Anadolu irfanı diye pazarlayan yazarlar, çizerler. buradan çıkmamız lazım.