Paradise..
Paradise. Platform "Cennete Yakın" adıyla gösteriyor. Platform netfliks. Akışı vasat ama konusu ilginç: AEON ilaç şirketinin buluşu sayesinde paraya ihtiyacı...
Paradise. Platform "Cennete Yakın" adıyla gösteriyor. Platform netfliks.
Akışı vasat ama konusu ilginç: AEON ilaç şirketinin buluşu sayesinde paraya ihtiyacı olanlar, ömürlerinden bir bölümünü ömre ihtiyacı olan zenginlere satıyorlar. Sonunda bir şirket çalışanı da bu lanet tuzağa düşüyor.
Hele şöyle bir sahne var ki, ne çok şey anlatıyor...
Mültecilerin yaşadığı bir konteyner ev.
Kızkardeş ranzasında uzanmış tv izliyor.
Şirketin becerikli bağış toplama görevlisi ailenin delikanlı
üyesini ikna etmeye çalışıyor. Anne va baba ayakta oğullarının
kararını bekliyor.
Çocuk sözleşmeye bakıp "üç, beş yıl düşünmüştüm" diyor.
"Biliyorum" diyor görevli; "ama şunu düşün, on beş yıl bağış için
700 bin avro ve bir kimlik belgesi verilecek. Bu çöplükte yaşamak
mı, yoksa gerçek bir hayat mı? Nasıl olsa, daha 18 yaşındasın."
Son söz: Selim İleri'nin "Her Gece Bodrum" romanındaki şu sözler ne kadar doğruydu: "Otellerden, pansiyonlardan ayrılırken hep bir şey unuttum sanırdı. Tekrar tekrar dönüp bakardı odaya. Bir yerden ayrılırken hep bir şeyi, bir duyguyu, bir özlemi, bir sevgiyi orada bırakmış sanırdı."
Not 1: Sıkıcı birtakım insanlardan, dürüstlük ve çalışkanlık
dersi dinlemeye kimsenin ihtiyacı yok. İki sıra dolduramaz.
Milletin karnı da tok bu ahlâklı kazanç lakırdılarına.
Bize yalan söylüyorlar, dersin. Sana kızarlar, yalan söyleyene
değil.
Bizi soyduklarını söylersin. Yine sana kızarlar, soyanlara
değil.
Desteklediğin söz ve eylemlerini değiştirenlere, karşı çıkarsın.
Şimdi niye desteklemiyorsun diye, savrulmakla da seni
suçlarlar.
Toplum; kötü adamları ödüllendirip iyileri cezalandırıyorsa geçmiş
olsun. Bu çarpık düzen, polisiye tedbirle düzelmez.
Not 2: Hem karnım doysun, hem de pastam dursun diyerek yeni
teknoloji ve gelişmelere iç geçirip, konfor zonundaki rahatını
bozamayanları düşününce aklıma hep Hazreti Mevlana’nın Mesnevi’de
anlattığı Kazvinli ve Dövmeci hikâyesi gelir.
Kazvin, İran’da bir şehir.
Bir gün Kazvinli’nin biri, bir dövmeciye gider ve dövme yaptırmak
istediğini söyler.
“Ey dövmeci bana bir dövme yap, ama canımı çok acıtma” der.
Dövmeci ne dövmesi istediği sorduğunda ise Kazvinli’de arzular
şelale tabii:
“Benim burcum aslan. Kükreyen bir aslan dövmesi yap. Tam aslana
benzesin. Rengi de soluk olmasın”
Dövmeci nereye döveyim resmi diye sorunca da “Omzuma” demiş
Kazvinli.
Dövmeci iğneyi batırır batırmaz Kazvinli basmış narayı.
“Aman usta, canımı aldın. Neyi resmediyorsun?” diye sorunca, dövme
ustası:
“Aslan yap demedin mi bilader?” demiş.
“Dedim dedim, tabii. Neresinden başladın aslan resmi yapmaya” diye
sormuş.
Dövmeci de “Kuyruğundan başladım” deyince, canı tatlı, aslan
Kazvinli
“Ey iki gözüm ustam, kuyruğu kalsın, kuyruğunu yapma” demiş.
Dövmeci devam etmiş. İğneyi bir kere daha batırınca yattığı yerden
yine zıplamış Kazvinli
“Aman diyeyim ustam. Şimdi neresini yapıyorsun aslanın?”
“Kulağı” demiş dövmeci.
“Aman kulağını bırak, kulaksız olsun aslan” demiş Kazvinli.
La havle çekip devam etmiş dövme ustası.
Usta işine devam ederken, Kazvinli birkaç dakika sonra yine
yaygarayı koparmış:
“Aman ustam, merhamet. İğneyi canıma geçirdin. Şimdi neresini
yapıyorsun aslanın?” deyince bu defa dövme ustası:
“Aslanın karnını yapıyorum” demiş.
“Aman karnını bırak, aslanın karnı da olmasın” diye cevap alınca
dövme ustası elindekileri atmış
“Tövbe billah böyle bir aslanı ne Allah yaratmıştır, ne de
böylesini kimse görmüştür” demiş.
TL;DR, Mevlana "İğne acısına katlan ki nefsinin iğnesinden
kurtulasın" diye bitiriyor hikâyeyi. Siz anlayın ki zor günlere,
uykusuz gecelere sabredesiniz ki, rüya gibi günler sizin olsun.
Hasılı, herkes aslan resmi ile yaptırmak istiyor, ama iğne acısına
dayanabilenlerin sayısı az.
Not 3: Ağarsa saçların belin bükülse Birer birer hep dişlerin dökülse (canım dökülse) Vücudun kurusa kanın çekilse Yine şu gönlümün yarisin benim
Bülbülün gül için zar-ı misali Kerem'in bağrının nar-ı misali İnler garip gönlüm arı misali Tadına doyulmaz balımsın benim
Not 4: Reel faiz politikasına geçilmediği sürece, sorun
derinleşecektir. Kur korumalı mevduat biterse, çoğunluk tekrar
döviz mevduatına dönmek isteyecektir. Dövizi o günkü kurdan
bankadan veya piyasadan alacaktır. Döviz alış ve satış farkı kadar
zarar edecektir. Eğer bankadan almak isterse bankalar kâğıt üstünde
işlem yapacaklar. Ama nakit çekmek isteyenler için bankalar bu
nakdi, ya yeni gelen dövizden ödemesi gerekecek veya MB’den döviz
alması gerekecek. Dövize talep yoğunlaşacak ve kurlar
artacaktır.
Son 20 yıldır ekonomi yönetimi iki hata yapıyor;
Birisi kamu zararlarının, kamu maliyetlerinin sosyalize
edilmesidir. Kur korumalı mevduat dışında bir diğer örnek olarak
kamu özel işbirliği yatırımlarını verebiliriz. Bu yatırımların
yüksek maliyeti, bütçeyi ipotek altına aldı ve gelecek yıllarda
kamu harcamalarının düşmesine neden oldu. Kaynakların verimsiz
kullanılması ve yüksek maliyetler sosyalize edilmiş oldu.
Hükümetler bu yolla tüyü bitmemiş yetim hakkı yedi.
Diğeri; Siyasi iktidarın devlet ve kamu kaynakları ile ilgili
yanlış anlayışıdır. Hükümetler seçilmiş olmayı kamu kaynaklarını
istediği gibi kullanma hakkı olarak görüyor. Gerçekte ise bu hak
kendisine geçici olarak ve toplum adına kaynakların etkin
kullanılmasını ve sosyal fayda ve sosyal refahın artırılmasını
sağlama görevi olarak vermiştir.
Not 5: Doktorların ve genelde “beyin”lerin yurt dışına göçmesinde birinci faktör iktisadidir. İkinci faktör siyasidir ve asla önemsiz değildir. Okumuş kesimlere tepeden bakış, “yurt dışında okuyanlar kültür ajanı olarak döndüler” gibi yanlış ve dışlayıcı sözler… Sınavlarda ve kurumlarda liyakatin değil “bizden” olanın tercihi, üniversitelerdeki baskı havası gibi siyasi faktörler son derece önemlidir.
Not 6: Her ilde bir üniversite popülizmiyle, Tıp Fakültesi sayımız 128’e çıktı. Almanya’da ise tıp fakültesi sayısı 43… Tabela asmakla ‘fakülte’ olunmuyor.
Not 7: Robert Kolej olsun, Alman Lisesi olsun, Galatasaray Lisesi olsun; bunların mezunlarının yüzde 20’si, yüzde 30’u yurtdışına gitse aslında Türkiye için çok kötü bir şey değil. Çünkü yurt dışında yeni teknolojileri öğrenip, yeni şeyleri Türkiye’ye getirme durumları olur. Ama yurtdışına giden mezun oranı yüzde 90’lara geldiğinde bu artık çöküştür.
Not 8; Muhalefetin karşı karşıya bulunduğu gerçek şudur:
Hiçbir şey yerli yerinde değil Akşener de yerli yerinde değil.
Şu haliyle muhalefeti depresyondan çıkaracak bir strateji, bir
siyasi formül görünürde yok.
Belki bir şok, bir travma onları hayata döndürebilir.
Hekimler hastalarına tedavi için ilaç verirler, perhiz
önerirler.
Şunu yesin, bunu yemesin, şundan uzak dursun… İla ahir.
Bir şifa umudu kalmayınca hastayı fazla sıkıştırmak, yormak
istemezler.
“Ne yerse yesin” derler.
Türkiye’deki muhalefetin durumu biraz öyle.
Not 9: Yaşanan rahatsızlık öyle bir boyuta ulaştı ki, Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca devreye girmek zorunda kaldı. Geçen hafta Kaplan’la ilgili soruşturmayı yürüten Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç’le görüşen Yargıtay Başkanı Akarca Ayhan Bora Kaplan’ın dosyasının içeri hakkında bilgi almak istedi. Savcılık koordinesinde yürütülen bir soruşturma hakkında bizzat Ankara Emniyet Müdürünü çağırıp görüşmesi pek usule uygun bir durum değil. Görüşme ‘nezaket’ kapsamında bile olsa zamanlaması manidar.
Bu noktada Akarca’nın farklı iki amacı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. İlki, Dinç’ten aldığı bilgilerden yola çıkarak halen Yargıtay üyesi olan Yüksel Kocaman veya varsa başka üye / üyeler hakkında soruşturma başlatmak. Diğeri ise; Kocaman ve olası diğer yüksek yargı mensupları hakkındaki iddiaları değerlendirmek, iddiaları ciddi bulmuyorsa Yargıtay üyeleri için koruma zırhı oluşturmak.
Yozlaşma, bozulma, çürüme yargıya sıçramışsa artık gerçekten tuz
kokmaktan tuz olmaktan çıkmış demektir.
Yolsuzluk iddialarına bulaşmış yargı sisteminde yolsuzlukla
mücadele başarıya ulaşabilir mi?
Not 10: Dünyanın hiçbir yerinde bu denli ciddi işler son dakikaya bırakılmaz ve de yarım yamalak mülakatla çözülmez. Güvenlik soruşturmasını anlarım ama yılların cenderesinden geçen adama son dakikada düşük mülakat notu vererek “sen öğretmenlik yapamazsın” deme hakkına kimse sahip olmamalı.
Bu işi yapacaksak baştan yapmalıyız. Daha bu gençler yolun
başında lisans aşamasında iken öğretmenliğe elverişli ve yeterli
olup olmadıkları ile ilgili objektif kriterlere dayalı testlerden,
çalışmalardan, psikolojik değerlendirmelerden geçirilmelidir. Sonra
da değerlendirme sonuçları uygun değilse bu gençlere “Şu şu
sebeplerle öğretmenliğe uygun değilsin. İlla bu bölümü bitireceksen
de öğretmen olamazsın” diyeceksin.
Diyeceksin ki kendi geleceklerine yeniden yön verebilsinler. En iyi
ihtimalle 22-23 yılı okullarda geçtikten sonra ve de tüm engelleri
geçtiğine inanan bir gence son dakikada “Sen öğretmenliğe uygun
değilsin!” demek cinayet olmasa da en az onun kadar feci bir
durumdur.
Bir de şu var: Madem öğretmenliği sadece eğitim fakülteleri ile
sınırlayacağız o halde tüm fen-edebiyat fakültelerinin
kontenjanlarını düşürmek ve de bu insanların akademik faaliyet
yürütmesini istiyorsak hepsine dil hazırlık koymak ve bu dil
hazırlığı geçemedikleri takdirde akademisyen olamayacaklarını
deklare etmek gerekmez mi? Çünkü, dil olmadan doktora aşamasına
kabul edilmiyorsunuz. Dil olmadan doktora aşamasına gelemiyorsanız
engeli başta koyun ki yine gençler yollarını başka türlü
çizebilsinler.
YÖK, üstüne düşen hiçbir şeyi yapmazken tüm günahın gençlerin
sırtına yüklenmesi ne derecede doğru olabilir.
Muhtemelen birileri yine sayın Yusuf Tekin’e bu konuda bir
şeyler fısıldadı ki açık liselere geçiş imkansıza yakın bir şekilde
güçleştirildi.
Birinci sebebi az çok tahmin ediyorum. Okulların ve de
öğretmenlerin LGS, AYT, TYT sonuçları diye gırtlağına çöken il,
ilçe Milli Eğitim Müdürlüklerinden illallah eden nitelikli okul
yöneticilerinin yüksek başarı gösterebilecek öğrencilerini son
sınıfta açık liseye kaptırmanın önüne geçebilmek ve onların
başarısı bizim başarımız diye övünebilmek için böyle bir talepte
bulunmuş olabilirler.
Halbuki memleket çapında binlerce lise öğrencisi sırf okul mecburi
olduğu için hiçbir hedef taşımadan okullara gidiyor. Gittikleri
yetmiyormuş gibi gerçekten bir şeyler öğrenmek isteyenleri de
engelliyorlar.
Şimdi siz bu binlerce çocuğu zorla okul içinde tutacaksınız ve bir
de bunlara sınıfta kalma getireceksiniz.
Bunun akıl alır bir yanı var mı? Başarılı olduğu için son senesini
sınıfta boş boş oturarak geçirmek istemeyen öğrenci ile okulun
kapısından bile geçmek istemeyen öğrencileri zorla okul içinde
tuttuğumuzda oluşacak problemleri yine öğretmenlerin sırtına
yıkarak çözmeye çalışıyoruz.
Hala şunu anlamış değiliz, liselerimizin ezici çoğunluğu gençler
sırf sokakta kontrolsüz kalmasın diye tıka basa doldurulmuş
durumda.
Bundan ne vatana ne de millete bir fayda gelir.
Yukarıda, arada belirttiğim gibi bütün günahı sadece iktidara
yıkmak da yanlış olur. Muhalefetin bu konulardaki çapsızlığı da bu
çarpık düzenin besleyici gücüdür.
Not 11: "Dünyanın sınırları vardır ama insanın aptallığı sınırsızdır” diye yazmıştı Gustave Flaubert. Bu gerçeklik onu oldukça rahatsız edici bir boyuta taşımıştı. Şair dostu Louise Colet’e yazdığı mektuplarda aptal bulduğu yakınları ve tanıdıkları hakkında sayısız serzenişte bulunmuştu. Öyle canına tak etmişti ki akrabalarından akademisyenlere, tanıdığı kimi felsefecilere kadar “aptal” tanımı altında insanları kategorilendirmeye başladı. Hatta bu konuyla ilgili bir ansiklopedi yapma fikri de olan Flaubert, projesinin sonunu göremeden hayata gözlerini kapadı.
Ekonomi tarihçisi, Profesör Carlo Maria Cipolla da aptallığı “insanlığa yönelik en büyük varoluşsal tehdit olarak” tanımladı ve bu konuyla alakalı 100 sayfaya yakın bir makale yayınladı. Makalede insanlığı dört ana kategoriye ayırıyordu; Akıllı, Haydut, Çaresiz, Aptal…
Yayına göre aptal kişi, kendisi fayda sağlamadığında başka bir kişiye veya bir grup insana zarar veren, bu zararı vermek uğruna kendisini de zarara uğratabilen kişidir. Cipolla bu tanımı “aptallığın altın yasası” deklare etmişti ve eklemişti. “İktisatçılara göre aptal kişi, kendisine açık bir fayda sağlamadan başkaları için sorun yaratan kişidir.”
Makalenin en ilginç yanı “Aptal” kategorisinin Cipolla
tarafından tüm popülasyonlarda sabit kalan bir değişken olduğunu
öne sürmesiydi. Hayal edebileceğimiz her kategoride (eğitim, gelir,
etnisite, meslek grubu) sabit bir aptal insan yüzdesi vardı.
Üniversite profesörleri aptal olabilir, aptal olan ABD başkanları
vardı, aptal idareciler, aptal amirler…
Makaledeki “ancak sürekli aptallık, aptallıkta değişmeyen tek
şeydir. Aptal insanları bu kadar tehlikeli yapan da budur.” ibaresi
üzerinde düşünmeye değer geldi. Çünkü aptal insanın bir anlamda
iyiye ya da daha kötüye evrimleşememesini, sabit noktada kalmasını
ve bu mihenge etrafındaki her kesimi çağırdığını anlatıyordu bir
anlamda bu kısım.
Ya da makalenin “aptal bir insanla karşı karşıya kaldığımızda geleceğimiz artık tamamen onun insafına kalmıştır” bölümü. Kendi tarafında çekerek aptallaştırdığı ve kendisine her koşulda inanmaya adanmış toplulukla birlikte linç, pogrom, yansıtma, iftira gibi gücünün bekasına ait tüm organizmaların devreye girmesi hususu. Aslında iktidarların kendisinden çok tebaası, şürekâsı bu konuda iştahlı.
Bir toplumun basiret ve ferasetini yükseklere çıkartmak büyük çabalar gerektirir ve bu kısımla bir yere kadar uğraşırsın; yerini sabitleyene kadar. Sonrası gereksizdir ve daha fazla zorlamanın anlamı yoktur.
Yaptıkların yetmiyorsa da yapıyormuş gibi göründüklerin de mi
yok? Düsturu ceptedir. Her zaman iş görür.
Artık istediğini sana hemen her seçimde vermesi gereken topluluğu
biçimlendirme zamanı. Eğitim atılımlarının kasten ağırdan alırsın
mesela, bir sene el yazısı, bir sene düz yazı. Bir açık liseye
gidersin, bir sınıfta kalırsın. Kalmazsın sınıfta da 50 ile
geçersin, nasılsa değişir seneye, artık kalırsın. Of şaşırdım ne
yapıyorduk biz dersin. Ya şundadır ya bunda neticede. Aptal sorular
akıllı sorulara evrilir. Fakat yine de koca sınavda doğru sayısı
matematikte etkisiz elemana selam çakmış binler, olmadı yüzler
zuhurdadır ve yine de bunun hiçbir müsebbibi yoktur. Sadece iyiye
talip olunur, yanlış her zaman cami önüne bırakılır.
Göz boyayıcı şahlanışlar gelir sonra devreye. 2023’e geldik
neticede. Baktık yıllarla olmuyor değişim vurduralım arabayı
yüzyıla. Daha yüzyıl var diye diye hesap da sorulamaz artık öyle
devcileyin bir zaman. Asr-ı Saadet toplumundaki asır mı bu
asır.
Artık geldiğimiz kıvam gereği kendimizden daha düşük vaziyetteki toplumlara bakarak “halimize şükredeceğiz, suyu ırmaktan bidonlarla da taşıyor olabilirdik” demeye başlarız. Bitmeyen bir hazinedir bu şükretmek nimeti. İşin içinden çıkma potansiyeli. Yoksulluğun psikolojik olması gibi. Tanıdınız siz onu. Sonrası daha ileride ekonomik ve sosyokültürel donanımı olan toplumlara tu kaka yapmak. “Alayı soykırımcı onların. Bırak onları.” Ülkenin en kallavi insanlarına, sanatçısına doktoruna vize vermiyormuş falan bu ülkeler; palavra. Yerlerdeyiz fakat gururumuz var, burnumuz yukarda…
Not 12: İstanbul’da yerel belediyecilik anlamında seçmene
dokunan herhangi bir yatırım yapılmadı!
Anne kart, ücretsiz süt gibi yatırımlar dışında şehir dışından
gelen öğrencilere burs vermekle yetindi İmamoğlu!
Genele yatırım yapayım derken yerelin elinden gittiğinin farkına
varmadı İmamoğlu!
Kar yağdı şehir dışındaydı, sel oldu şehir dışındaydı!
Rakiplerine prim üstüne prim verdi!
Şimdi yeni yeni İstanbul’da yürüyen merdivenlerin sabote edildiği
görüntüler servis ediliyor!
Bunlar yeni değil ki?
Örneğin yeni açılan Yenibosna metrosunun yürüyen merdivenlerinden
biri çalışırken biri muhakkak bozuk oluyor!
Diyelim ki sabote var, eee orada güvenlik neden var?
Yoksa güvenlikler İmamoğlu’nun ilk işe başladığında işten
çıkarmadığı AKP’liler de, saboteye müdahale mi etmiyor yoksa?
İstanbul’un birçok noktasında durum bu!
Özellikle İmamoğlu şehir dışında olduğunda hiç arızalanmayan
metrolar arızalanıyor, hiç bozulmayan toplu taşıma araçlarının
bozulası tutuyor!
Ortada bir sabotaj olduğu kesin ve bu aslında 2019 yılından beri
uygulanıyor!
İmamoğlu ise, bunu yapan, buna göz yuman İBB çalışanlarını
kovmayarak tekrar seçileceğini düşünüyor!
Belki de seçilmek istemiyordur!
Kim bilir?
Not 13: Merkez Bankası parasal genişlemeye gitti ve bu da
enflasyonu artırdı. Enflasyon, ekonomide kaynakların verimli
kullanılmasını engelledi. Gelir dağılımının bozulmasına, sosyal
problemlerin artmasına neden oldu.
Merkez bankasının yeni başkanı da, TL’ye dönüş için dolaylı
yollardan bankaları zorluyor ama MB’da faizleri halen eksi reel
faiz seviyesinde tutuyor. Mevduata da eksi reel faiz verildiği
sürece kim TL’ye geçip yoksullaşmak ister.
Aslında kur korumalı mevduat ekonomik istikrar için bir tuzaktır.
Çünkü Kur Korumalı Mevduat saadet zinciri gibi çalıştı. Sonu iyi
olmayacak. Yeni kur şokları yaratacaktır.
Reel faiz politikasına geçilmediği sürece, sorun derinleşecektir. Kur korumalı mevduat biterse, çoğunluk tekrar döviz mevduatına dönmek isteyecektir. Dövizi o günkü kurdan bankadan veya piyasadan alacaktır. Döviz alış ve satış farkı kadar zarar edecektir. Eğer bankadan almak isterse bankalar kâğıt üstünde işlem yapacaklar. Ama nakit çekmek isteyenler için bankalar bu nakdi, ya yeni gelen dövizden ödemesi gerekecek veya MB’den döviz alması gerekecek. Dövize talep yoğunlaşacak ve kurlar artacaktır.
Not 14: Rahat bir uyku her şeyi düzeltir diyordum, fakat rüyaları hesaba katmamışım. (A. H. TANPINAR / Suat'ın Mektubu)
Not 15: Bilim kurgu yarına ait bir anlatı değildir, hep bizimle beraberdir. Sahneye çıkmak üzere olan şeyleri kuliste hazırlanırken görmektir bilim kurgu.
Not 16: Hayat felsefesi yoktur, hayat vardır. Hayat felsefesi insanın bunu örtbas etmek için uydurduğu sözlerdir. ( ŞULE GÜRBÜZ / Kambur)
Not 17: Faiz takıntısı yüzünden tuttuğumuz heterodoks yolunun ne kadar yanlış olduğunu anladığımızda, iş işten geçmiş ve ülkenin çok değerli 20 ayı çöpe gitmiş oldu. Uçurumun kenarına getirdiğimiz ekonomiyi düze çıkarmak için ödenecek bedelin en büyüğü; heterodoksa gömdüğümüz zamanımız…
Zaman israfı; en sinsi olandır. Her madde, israf edilse de yeniden üretilebilir. Fakat zaman, verimli kullanılmadığında geri alınmaz. Tıpkı atılan ok gibi… Zaman, ya yaşanır ya da ıskalanır ve israf edilir. Misal heterodoks dönemiyle harcadığımız 20 ayı telafinin bir yolu yok… Gerçi zararın neresinden dönersen kârdır hesabı, bir noktada normale döndük. Fakat 20 ayın hesabını sormayı ihmal ederek…
Tasarruf çoğaltan, israf azaltandır. Tasarruf eden zenginleşir,
israf eden fakirleşir. İsrafı alışkanlığa taşıyana müsrif denir.
Müsrif tüccar, ticaretin kazancını tasarruf edememiş, iflas etmiş
demektir.
Eskiler “israf sefahatin (konfor), sefahat ise sefaletin kapısıdır”
derler. İsrafı kutsayan hiçbir inanç sistemi yoktur. Zira israf
etmede hayır, hayırda ise israf bulunmaz.
Canın ne istiyorsa, ye ve iç ama israf etme… Gençliğini israf eden,
yaşlılığında sağlık dilencisi olur. Servetini israf eden kendi
hazinesinin dilencisi sayılır.
Ülkeleri iflasa götüren yol, israf taşlarıyla döşenmiştir. Bu
israf, insan kaynağını kullanmamaktan, kaynaklarını
değerlendirememekten doğar.
İsraf edilen zamanın hesabını sormayan uluslar, dünün sorununu yarına taşımaya mahkûmdur.
Not 18: Yaratılan katma değerin teknoloji yoğunluğuna baktığımızda, özellikle son yıllarda düşük teknolojiden orta-düşük teknolojiye doğru bir kayma dikkat çekiyor. Ama orta-düşükten orta-yüksek teknolojiye, orta-yüksek teknolojiden yüksek teknolojiye geçişte ise bir patinaj söz konusu…
Not 19: Hatırlıyorum, 21 Aralık 2021 gece yarısı, yılın en uzun
gecesinde heterodoks başlatılıyor ve Kur Korumalı Mevduat ile
doğumhaneden çıkıveriyor. İddiasını hatırlatalım; üretim, istihdam,
büyüme ve ihracat artacaktı. Ancak tam tersi oldu ve cari fazla
şöyle dursun, cari açık rekorları kırdık.
Bugün, denenecek tüm yanlışları denedikten sonra Ortodoks
politikalara dönüverdik. Fakat hiç birimiz çıkıp bu ekonomiyi
uçurumun kenarına getiren eylemlerin hesabını sormuyor. Ben
soruyorum; heterodoksu bize niye yedirdiniz? Amacınız neydi?
Yandaşı fonlamak mı? Kime yaradı?
Bu hesap sorulmadıkça, yeni yönetimin ne zaman görevden alınacağı
üzerine toto oynayabiliriz. Nitekim yabancıların da takılıp kaldığı
soru bu; “Şimşek ve Erkan’ın raf ömrü ne kadar?” Bir gece yarısı
resmi gazetesinde adlarını görebiliriz... Yabancı, “sizden emin
olana dek para yok” diyor zaten.
Not 20: Bugün Millî Eğitim Bakanlığı’nın kurumsal hafızası olan binlerce yetişmiş eğitim yöneticisi, sonbaharda dökülen gazeller gibi ‘havuza’ dökülmüş durumda. Bu insanlar elini soğuk sudan sıcak suya koymadan, çoğunlukla da evde oturarak maaş alıyor. Son OECD Raporuna göre Türkiye’de eğitimden memnuniyet yüzde 21 ile dibe vurmuş durumda. Üniversite cephesinde durum daha da vahimdir. Üniversite sayısını arttırmamız gerekiyordu ve artırdık ama niteliği niceliğe kurban ettik.
Not 21: Kur korumalı mevduat hesaplarının yapısını, yani ne
kadarının doğrudan TL ile ne kadarının döviz dönüşümü yoluyla
açıldığını ne yazık ki bilmiyoruz. Bu yüzden KKM'de son bir ayda
yaşanan yüzde 3 dolayındaki azalmanın hangi tür hesaplardan
kaynaklandığı da meçhul.
KKM'nin yüzde 60-70 kadarını oluşturduğu tahmin edilen DTH
dönüşümlü hesaplarda fazla çıkış olmuyordur. Zaten bu hesaplarda
yaşanacak çıkış, TL mevduata geçişle sonuçlanmayacaktır. KKM'ye
girmeden önce de döviz tutmakta olan bu hesap sahipleri ne olacak
da şimdi birden TL'ye dönecek.
Dolayısıyla son bir ayda yaşanan sınırlı çıkış, büyük ölçüde, zaten
eskiden beri TL cinsi tasarrufu tercih edenlerden kaynaklanıyordur.
Bu tasarruf sahipleri bir dönem KKM'de kalmış ve şimdi yeniden ya
TL faizine dönmüş ya da paralarını başka türlü kullanmak
istemişlerdir. Bunlar arasında doğrudan döviz alan olmuş mudur,
mümkün ama buna pek ihtimal vermediğimi bir kez daha belirtmek
isterim.
Not 22: Çorba pişirildiği kadar sıcak yenmez..
Not 23: Neden gecenin el ayak çekilen vakitlerinde çırılçıplak bir halde kucağına düştüğüm kendimle gün boyu tek bir kelam bile edemiyorum!
Not 24: Atlantik Bloku, Baltık-Girit Hattı üzerinden Türkiye’yi ıskartaya çıkardı. Bunun iki pratik ve somut neticesi olduğunu görüyoruz. İlk olarak Türkiye’nin Akdeniz açılımının akâmete uğratılması ve enerji kaynakları açısından çok zengin olan Doğu Akdeniz’den dışlanması. Bunun için Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrâil ve Mısır berâber çalışıyor. (Bunlara son olarak Hindistan da eklendi.) Son zamanlarda hayli başarılı olduklarını kaydetmeliyiz. (Yeni Baharat Yolu’nda Türkiye’nin dışlanması bu zincire eklenen son halka oldu.) Hâsılı, Türkiye’yi Rusya’nın ve İran’ın bulunduğu lânetliler havuzuna attılar. İran ve Rusya zâten Batı medeniyet dâiresinin dışında tasnif edildikleri için mesele yok. Sorun, Türkiye’nin üzerindeki Batılı kimliklerle, meselâ NATO mensubu bir devlet olarak bu havuza atılması. Evvel emirde istedikleri Rusya ile Türkiye’nin kapışması. Türkiye’yi, başından beri tâkip ettiği tarafsızlık çizgisinden çıkarıp müzmin Rusya düşmanı Yeni Avrupa’nın bir ileri karakolu yapmak istiyorlar. Bu olmazsa ceplerinde birbiriyle bağlantılı iki senaryo daha var. Sûriye ve Irak’ta ve Güney Kafkasya’daki Âzerbaycan-Ermenistan ihtilafları üzerinden İran ve Türkiye’yi karşı karşıya getirmek ve savaştırmak. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunlar, âcil finansal kaynak bulma ihtiyâcı, nihâyet en büyük ihrâcat pazarının hâlâ AB olması en büyük kozları... Seçimlerden evvel yazmıştık. Şimdi somutlaştı... Türkiye’nin bildiği yolda gideceği yol kalmadı. Bâzı şeyler sürüdürülebilir olmaktan çoktan çıktı... Türkiye artık bir yol ayırımında...
Not 25: Bir gönül inceliğidir, bir insana değerli olduğunu hissettirmek...
Not 26: Ustalar, kalfalar mı bozdu ekonomiyi?
Asla.
Ellerinin emeğiyle ekmeğini kazanan herkes saygıdeğerdir. İnşaat da
memleket iktisadı için lüzumludur.
Fakat biz lüzumu kadar değil, lüzumu olmadığı kadar, nerede kupon
arazi bulduysak, nerede rant gördüysek, gördüğümüz, bulduğumuz her
yere yaptık da yaptık.
Hiç olmazsa, cebimizde para varken birkaç sektörde fazladan bir iki
basamak yükselebilirdik.
Orta gelir eşiği birkaç akıllı adımla geçebilirdik.
Burnumuzun doğrusuna gittik. Kapımıza kadar gelen fırsatı
kapımızdan kovaladık.
Not 27: Vaktiyle Erdal İnönü’nün dediği gibi, “Limon gibi
sıkacak.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan memura verdik emekliye de verilmesi lazım
dedi. Sanki vermeyen başkasıymış gibi.
Ama hala veremedi. Temmuz’dan beri emekliyi oyalıyor. Temmuz bitti,
Ağustos bitti, Eylül bitti hala oyalıyor.
Sanki elini tutan var, dur diyen var.
Hani Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminde hızlı karar alacaktık?
Mehmet Şimşek’ten mi çekiniyor?
Zannetmiyorum.
“Faiz sebep enflasyon sonuç” yasası neshedildi.
Yeni ahkama göre “Enflasyon sebep faiz sonuç.”
O da yeni ahkama uygun davranıyor. Birkaç ayda yüzde 8,5’tan yüzde
30’a çıkan faize sesini çıkarmıyor, emekliyi erteleyebildiği kadar
erteliyor…
“Ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkâr olunamaz” çünkü.
“EZMÂNIN TAGAYYÜRÜ İLE AHKÂMIN TAGAYYÜRÜ İNKÂR OLUNAMAZ.”
Bu Mecelle kuralına göre zamanın değişmesiyle ictihadi hükümler ve yorumlar değişir ve yenilenmeye ihtiyaç duyar. Kur’an ve Sünnet’in ortaya koyduğu hükümler ise sabittir.
Kastedilen budur. İktisadi anlamda örneklendirirsek eğer; Enflasyon sebep faiz sonuçtur.
Cumamız mübarek olsun.