Paran olmayınca talimat  tavsiyeden öteye geçmiyor. Mecburen baktın olmuyor, bakmayacaksın.. Bakmayıp yapmaya karar verdi Türk Merkez Bankası. Faiz kararı kesinlikle doğru, eleştirmek hakkaniyete yakışmaz. Gaye hanımı tebrik ediyoruz. Mehmet Şimşek ve hükümet enflasyonla gerçekten mücadele edecek demektir. Tek sıkıntı şu: Bir kırlangıçla bahar gelmez.. Bu nedenle MB gelecek toplantılarda politika faizini üç ay içinde % 35 lere çıkarmazsa dün bankanın attığı adımın hiçbir anlamı kalmaz. Ayrıca politika faizini yükseltip kuru düşürmek ya da kuru 26-27 TL civarlarında tutarsak sıcak ve soğuk para gelmez. Körfez sermayesi gelmezse işler sarpa sarar.

Enflasyon geçmişi gösterir, faiz de geleceği… Geleceğin faizi de geçmişin performansıyla şekillenir.

Yanlış, yanlışla düzeltilemez. Uzayan çözüm, çözüm olmaz, dert olur.

TCMB kararı ihracatçı ve turizmci için büyük darbe oldu deniyor. Güler misiniz ağlar mısınız? 750 bp faiz artışı geldi, kurda 1 TL bile düşüş yok. Öteden beri söylüyorum. Sadece faiz artırarak kurun anlamlı bir düşüş kaydetmesi için faiz en az %45-50 olmalı..

Ekonomiyi bir yana bırakıp tekrar şiire edebiyata dönüp biraz hüzünlenelim biraz neşelenelim biraz rahatlayalım. Ülke gündemi ve ekonomi konuşmak yoruyor artık insanı.

Geçenlerde hastahanede ameliyat sonrası biraz hüzünlendim ve Zeki Ömer Defne hocamın “Kıyıdaki Tekne” şiirini hatırlamaya çalıştım. “Ah!” dedim. Zaman su gibi geçiyor, farketmiyoruz. Yaşlandıkça ve yalnız kaldıkça kıyıdaki tekne daha da anlam kazanıyor. Bir kez daha hatırlayalım şiiri ve hocamıza rahmet okuyalım.

Kurudum da kadid oldum kumlarda
Bir sefer bekleye bekleye her gün ben.
Enginlerden bir rüzgâr esmez mi serin serin
Pul pul ürperişler geçer içimden.

Bir gün atlayıveresim gelir şu kıyılardan
Işıl ışıl yeşil yeşil sulara.
Al başını çek git, der deli gönül
Verip kendini bir büyük rüzgâra!

Ta yanıbaşında durup da böyle
Hasretini çektiğin şeylere hasret gitmek!
Hem tut o sular için halkol, hayat ol,
Hem tut sonra o sulara hasret çek!

Biraz dalacak olsam ta içimden bir şeyin
Çıkıp dolaştığını duyuyorum denizde.
Ama öyle bitirmiş ki kum beni
Ardından bir türlü gidemiyorum işte.

Bazen ayak sesleri duyarım dört yanımda,
Bakarım, masmavi, levent bir umut.
Bakarım, sülün gibi serene sarılmış
Püfür püfür bir bulut.

Başımı, bordamı dövsün dalgalar,
Tuzlar tahtalarımı kemirsin istiyorum.
Çek beni fırtına, çek beni deniz!
Bırak beni sahil, bırak beni kum!
İnsaniyetinize sığınıyorum!


Not 1: Derler ki, adamın biri bir gün hamama gitmiş. Belli ki yıkanıp paklanacak, “yundum da geldim” diyecek. Orada, bir kildanın içinde büyük bir parça kil görmüş. “Kirimi yumaya lazım olsa gerek” deyip bir avuç almış kilden. Bir de baksa görse nedir? Daha önce koktuğunu hiç ama hiç hissetmediği kil öyle bir kokar ki nergisin kokusu da öyle değil, lavantanın kokusu da. Meraklanıp sormuş kile: “Niyedir böyle güzel kokuşun?” Eyitmiş kil: “Bir dem gülle birlikte oldum da ondan kokarım.

Not 2: Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü/ Kimsesiz gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı..
C.S.T.

Not 3: “Zamanın bir çocuğu, tüketilmiş, unutulmuş bir neslin kimsesiz bir kalıntısıydı. Hala güçlü, dimdik ayakta ve eskisi gibi pervasızdı; ardında beyhude geçmiş koca bir hayat bırakmış, geleceği olmayan, çocuksu dürtüleri ve erkekçe tutkuları dövmeli bağrında çoktan ölmüş, her şeye hazır bir adam. Onun sessizliğini idrak edebilecek adamlar göçüp gitmişlerdi; hayatın sınırlarının ötesinde ve sonsuzluğun gözleri önünde varlıklarını nasıl sürdüreceklerini bilen adamlar yoktu” diye yazmış Joseph Conrad, ‘Narcissus’un Zencisi’ isimli kitabında.

Not 4: Her insan, hayatın tarumar edici fırtınalarında kaçıp saklanabileceği bir sığınak arar kendine. Bu sığınak, kimsenin yerini bilmediği bir mağara, keşfedilmemiş bir orman, bir köşede unutulmuş metruk bir ev değildir. Çünkü bu fırtınalar hava raporlarında zaptı tutulan fırtınalar değildir, bu fırtınalar içimizde eser, içimizde bir şeyleri yıkar devirir, iki yana savurur. Bu fırtınalar zihnimizde, kalbimizde, duygu ve düşüncelerimizdedir. İçimizden alt üst oluruz. Böyle yıkıcı iç fırtınalardan, yıkım ve felaketlerden kaçıp sığınabileceğimiz yer, ancak kendini emin tutan bir dostun gönlü olabilir. Kimin böyle bir dostu var peki? Hangimizin bir başkasıyla böyle bir dostluğu var? 

Not 5: Berbat yaşadığımız zamana ait yıkıcı iç fırtınalardan, yıkım ve felaketlerden kaçıp sığınabileceğimiz yer, ancak kendini emin tutan bir dostun gönlü olabilir. Kimin böyle bir dostu var peki? Hangimizin bir başkasıyla böyle bir dostluğu var? Hiç kimse olmadığında çalınacak kapımız neresi? Kim bu kadar emin çalabilir kapımızı? Kimin serinliği, gölgeliği, emin limanıyız biz? Kim başı sıkıştığında, gönlü daraldığında, çareleri tükendiğinde, canı bir başka canı özlediğinde böyle güvenle gelip sığınabilir gölgemize?

Not 6: Farklı olandan korkuyoruz. Bize benzemeyenden nefret ediyoruz. Düello yerine pusu kuruyoruz. Akıl yerine kurnazlığı seçiyoruz. Sabır yerine telaşa kapılıyoruz. Merak yerine biatı seçiyoruz. Bilgi yerine kanaat ile yetiniyoruz. Özgün yerine taklide sapıyoruz. Kazan yerine kaybet tuzağındayız. Ödül yerine cezayı benimsiyoruz. İş yapma tarzımız ve kültürel engeller yetmiyormuş gibi, bize icat çıkarmak için verilen para, teşvik ve hibe ile çakallık yapıyoruz. Ar-Ge parasıyla dövizi çıldırtıyor, repo yapıyor, devletimizi dolandırıp duruyoruz. İcat çıkarmıyor, şeytani inovasyon yapıyoruz. 

Not 7: Merkez Bankası geçtiğimiz günlerde haziran ayının ödemeler dengesi verilerini açıkladı. Cari işlemler dengesinde haziran ayında 674 milyon dolar fazla verilmişti. Türkiye son olarak 2021’in ekiminde cari fazla vermişti, dolayısıyla neredeyse iki yıl aradan sonra fazla oluşuyordu.
 Bayram tatilinin özellikle ithalatı aşağı çekmesi ve bu çerçevede altın ve enerji ithalatındaki azalmanın haziranda cari dengede fazla oluşmasını sağladığını bir kez daha vurgulayalım.         
Ama ağaca bakıp ormanı gözden kaçırmayalım!          
Altı aylık açık geçen yılın hala 8 milyar, haziran itibarıyla oluşan yıllık açık da geçen yılın haziranındaki düzeyin 32 milyar dolar üstünde.    
Kaldı ki hazirandan sonraki aylarda yine fazla verileceğine dönük pek bir işaret yok.          
Nasıl ki haziran ayında cari fazla oluşmasını dış ticaret açığının küçülmesi sağlamışsa, geçici verilere göre temmuzda oluşan ticaret açığı da gösteriyor ki yine çok yüksek cari bir açığa gidiyoruz. İlk veriler, temmuzda yüklü bir açık verileceğini gösteriyor.
Ticaret Bakanlığı’nın geçici verilerine göre temmuz ayında ithalat 32.5, ihracat 20.1 milyar dolar. Tam 12.4 milyar dolarlık bir ticaret açığı var. Bir kıyaslama; hazirandaki ticaret açığı 3.7 milyar dolardı.
Bir kıyaslama daha; bu yıl ocaktaki ticaret açığı da 12.5 milyar dolardı ve o ay 10.6 milyar dolarlık cari açık verilmişti.          
Temmuzdaki ticaret açığı elbette ocaktaki ölçüde bir cari açığa dönüşmeyecektir. Turizmin etkisini hesaba katmak gerek. Ama yine de cari fazla en azından şimdilik haziranla sınırlı kalacaktır.       

Not 8: Savunulamayacak hataları savunurken geliştirilen çoğu insanın aklıyla dalga geçer gibi argümanlar, slogana indirgenen analizler, sadece toplumun öfkesini arttırarak kutuplaşmayı arttırmıyor. Aynı zamanda kendileriyle aynı mahallede ikamet eden, ancak makulü, uzlaşmayı arzu edenleri de zora sokuyorlar. Tezviratta çıtayı öyle bir seviyeye taşıyorlar ki, makulü savunanlar açısından “bedel” ödemeden uzlaşmaya yönelik kelam etmeyi, hatadan dönmeyi, hatayı eleştirmeyi geçtim, söylemin tadilini dahi imkânsız kılıyorlar. Bu da uzlaşmayı, makulü savunmayı gittikçe sıkıntılı bir iş, hatta eleştiri konusu, haline sokuyor.          

Böyle ortamlarda toplumsal diyalog, siyasi tartışma, savaşa döner ve, malum, “savaşın ilk zayiatı hakikattir”. Hemen belirteyim burada sözüm söylem belirleme savaşlarının, iktidar, muhalefet, sadece bir tarafına değil. Özellikle seçimden sonra, tutulan tarafı savunmayı profesyonel iş ve ahlak haline getirmiş olanlar, elleri öyle yukarıdan açıyorlar ki, her iki mahallede de makulü temsil edenler, kendi mahallerinde onların yerine oynayanlar başta, badhâh (kötü niyetli) takımı için kolay hedefe dönüşüyorlar. Çıta o kadar yukarı çıkınca kimsenin makule, uzlaşmaya açacak yeri kalmıyor doğrusu. Bu fikri gettolaşma ortamında toplumsal uzlaşı fırsatını, giderek daha derinlere gömüyor olmadığımızı umuyorum. Neticede, ülkenin her vatandaşı kişisel tercihlerinden ve kimliğinden bağımsız, memleketin her köşesine rahatça giremiyorsa kamusal huzurdan da, adaletten de, umutlu bir gelecekten de bahsedilemez. Bunun hilafına attığınız sloganı, istediğiniz kadar milliyetçilik sosuna bulayın, nihayetinde İngiliz yazar Samuel Johnson’ın (1709 – 1784); “Milliyetçilik, düzenbazın son sığınadır”, lafına takılabilirsiniz.

Not 9: Bankadan dolarla kredi çeken bir iş insanı döviz kurlarının astronomik seviyeye fırlaması üzerine borcunu ödeyemeyince mahkemeye düşmüş. Mahkeme “Madem dövizle kredi çektin, dövizle geri ödeyeceksin” demiş kendisine. Yargıtay’a gitmiş, orada da “Basiretli tacir dövizle kredi almanın sonuçlarını öngörmeliydi” hükmüne varılmış.
Yargı kararının haklılığı veya haksızlığı tartışılabilir elbette ama burada yargılama konusu olan sıkıntılı durumun başka bir sorumlusu daha yok mu?
“Merak etmeyin, döviz kuru kontrol altında” açıklaması yapan, “Kurda ralli olmayacak” diye söz veren, “Doların 5 lira, 10 lira olmasını çok beklersiniz” diyen siyasi yetkililer mesela…
Onların bir sorumluluğu yok mu bu işte?
Sözlerini tutmadılar veya tutamadılar neticede.
Hiç değilse bir özür borçları da mı yok?

Milletin kendisine verdiği görev ve yetki çerçevesinde yaptıklarının veya yapmadıklarının sorumluluğunu üstlenmeyen bir siyasetçi profili tamamen bize özgü bir model. Bu toprakların ürettiği bir vâkıa.
Dolayısıyla da “Yaptığı yanlışlardan dolayı istifa etmiyorsa, çıkıp özür dilemiyorsa ne olacak?” sorusunun cevabını bulmak için bakabileceğimiz bir örnek yok dünyada.
Yapılabilecek tek şey seçmenin sandıkta hesap sormasıdır. Ancak seçmen de oy verip iktidara getirdiği kadroyu ülkenin başına gelenlerin sorumlusu olarak görmüyorsa söylenecek bir şey yoktur.
Artık bir sonraki seçim beklenecektir.

Not 10: Ben şunu bilirim: Bir siyasi iktidar yanlışlar yaptığında değiştirilebileceğine inandığı takdirde adımını sağlıklı, dikkatli atar. Bilir ki yanlış yaptığında kendisini düzeltecek bilinçli bir toplumu yönetmektedir.
“Hangi hatayı yaparsam yapayım beni destekleyen büyük bir kitle var” inancı, iktidarları en azından duyarsızlığa sevk eder.
Bunu iktidara talip olan kadrolar için de dikkatle değerlendirmek gerekiyor: “Toplum iktidardan bıktı, ben onun karşısına odun koysam kazanır” yaklaşımı, iktidardaki duyarsızlığın bir başka yüzüdür. İktidar bir yönüyle kendini dayatırken muhalefet bir başka yönüyle dayatıyorsa, orada iktidar – muhalefet ilişkisi de sağlıksız hale geliyor demektir.
Türkiye, iktidarın hatalarına rağmen kazanmaktan emin olduğu, muhalefetin de “Bu iktidar karşısında tek alternatif biziz, millet nasıl olsa bize gelecektir, gelmeye mahkumdur” kısır döngüsü içinde kıvrandığı bir siyasi zemini yaşıyor. Bu durumda iktidar kendini tashih edemiyor, muhalefet alternatif sunamıyor, ülke de patinajdan kurtulamıyor.

Not 11: Bizde bir de bir adet var, ülkede başımıza bir şey geldiği zaman hemen ‘dış güçler’ deriz, yabancılar deriz, şu deriz, bu deriz, onlara bazı isimler buluruz. Ve bunlar sebebiyle biz ayağa kalkamıyoruz, kalkınamıyoruz, birliğimiz beraberliğimiz bozuluyor filan. Yani bu doğru da olabilir ancak ben buna katılamıyorum. Niye katılamıyorum? Eğer sizin bünyeniz güçlüyse, sağlamsa, bünyede olan virüs hiçbir zaman sizin vücudunuza zarar veremez

Not 12: Avcılar Zeynebi Kübra Camii İmamı Muhammed Ali Gök, lafını bilmeyen Konakçı'ya cevap yetiştiriyor da... Diyanet hâlâ vermiyor ağzının payını. Ağırdan almak, inceleneceğini söyleyerek geçiştirmek neyin nesi?
Cemaati bölen, ayrıştıran, karşı karşıya getiren provokasyonların camiye taşınmasına göz yummak, fitneye ve nifaka yol vermektir.
Ancak orada bitmiyor. TCK 216'ya göre halkı kin ve düşmanlığa kışkırtmak, cezalık bir suç üstelik.

Not 13: Değişimin “faili” (yani öznesi) makamından “mefulü” (yani nesnesi) makamına düştüysek paniğe kapılıp hızla muhafazakârlaşıyor, mevcut olanı ne pahasına olursa olsun koruma, değişimi yavaşlatma, mümkünse durdurma gayretine giriyoruz.
“Ne varsa eskilerde var”, “organik/doğal olanı korumalı”, “fıtratı bozan şeylerle mücadele verilmeli”, “insanlığı fabrika ayarlarına döndürmeli” gibi argümanlarla değişimi frenlemeye çalışıyoruz.
Bunun beyhude bir gayret olduğunu fark edemiyoruz!
Organik (ve dolayısıyla sağlıklı) sayıp yapıştığımız pek çok şeyin, bizden önceki nesillerin gözünde, “normal” ve “fıtri” olandan “sapma” sayıldığını görmezden geliyoruz.
Hele bir de mutlak bir iktidar gücünü elimizde tutuyorsak iş daha da sarpa sarıyor.
İktidarın verdiği güç ve şiddet tekelini elinde bulundurma ayrıcalığı ile toplumu yasaklarla, tehditlerle, korkutmalarla ve yönlendirmelerle tepeden tırnağa şekillendirebileceğimizi, iktidarımızı tehdit ettiğini düşündüğümüz değişikliklerin önünü alabileceğimizi sanıyoruz.

Güç sarhoşluğu, tanrılık kompleksi, iktidar sahiplerine toplumu kendilerince uygun buldukları belli bir halde “dondurabilecekleri” zannını veriyor.
Değişimin önüne ilelebet geçmek mümkün değil.
Değişime direnmek anlamsız, yeniliklerin “arayıcısı”, “tetikleyicisi”, “faili” olmak ve bunu sürdürebilmek gerek.
Eğer daha iyi, daha doğru, daha üstün olanı arama, bulma ve üretme kabiliyetimiz kalmadıysa, zuhur eden yenilikleri, başkalarının sunduğu alternatifleri yasaklamak, kendi modası geçmiş ezberlerimizi topluma dayatmak, zorbalıktan başka bir şey değil.

Not 14: Çocuklukla yaşlılık arasında, hiçbir şey bilmemekle çok şey görüp geçirmişlik arasında bir salıncak kuruluyor ve ben sanki sonsuza dek orada o muallakta sallanıyorum. Bütün gerçekler diyorum, sonunda bir rüya havasına bürünürler ve biz onları böyle daha çok severiz. Yoksa gittikçe bir ağır metal kokusuna benzeyen şu hayata katlanmak niye?

Not 15: Haberlerde 18 yaşını doldurmuş bireylere uyarılarda bulunuluyor. Neden? Genel Sağlık Sigortası primlerini ödemedilerse, borçlu çıkabilirler.
İşsiz insandan sağlık sigortası primi istemek yeterince saçmalık olarak ortada dururken, şimdi de yeni mezun olmuş hatta olmamış insanlara önce prim çıkartmak, sonra onları ödemesini beklemek nasıl bir mantıktır?
Daha garip olan ise bunu normalleştiriyor olmak. Bir kişi de çıkıp ‘ne yapıyorsunuz’ demiyor. Denilmediği için de saçmalığın boyutunda çıta yükseliyor.

Not 16: Motosikletler ucuz ve hızlı ulaşım aracı olarak bilinirdi.
Ama son zamanlarda birer suç aletine dönüştüler.
Gazetelerde birkaç gün içinde okuduğum bazı başlıklar şöyle:
-Motosikletle yanaşıp kurşun yağdırdılar...
-Motosikletle büyük soygun...
-Plakasız motosikletle dehşet saçtılar...
-Motosikletli telefon kapkaççıları...
...
Motosikletle suç işleyenlerin ortak özelliklerini şöyle sıralamak mümkün:
-Cinayet, yaralama, soygun ve kapkaçta kullanacakları motosikletleri genellikle çalıyorlar.
-Suç işlemeye giderken ya plakaları söküyorlar ya da sahte plakalar takıyorlar.
-Motosikletleri kullananlar ile arkasında oturanlar kask takarak kimliklerini gizliyorlar.
-Suçu işledikten sonra motosikletlerin hareket kabiliyetinin yüksekliği sayesinde olay yerinden hızla uzaklaşıyorlar.

Not 17: Böyle zamanlarda akıl hocaları da artıyor. İngiliz Financial Times (FT) gazetesi, Çin’de büyümenin yavaşlamasının emek kesiminde huzursuzluğun artmasına, genç işsizliğinin sıçramasına ve düşen emlak fiyatlarının ailelerin kendilerini daha yoksul hissetmelerine neden olmasından hareketle, yetkilileri önlem almaya çağırıyor. Birincisi, devlet bankalarının yerel yönetimlerin borçlarını ertelemesi ve faizlerini düşürmesi gerektiğini söylüyor. Onların da borçlarını ödeyebilmeleri için bazı varlıklarını özel sektöre satmalarını, yani özelleştirmelerini öğütlüyor. İkincisi de, konut piyasasındaki düzenlemelerin gevşetilmesini, yani peşin ödeme yükümlülüğünün düşürülmesi, kredi faiz oranlarının aşağı çekilmesi gibi adımlar öneriyor. Çünkü Çin ekonomisinin yavaşlamasının küresel anlamda olumsuz sonuçları olur diyerek baklayı ağzından çıkarıyor. 

New Left Review Sidecar’da Ho-Fung Hung Çin’in ekonomik sorunlarının pandemiden önce belirgin hale geldiğinden hareketle, ülkenin bir aşırı birikim krizinden muzdarip olduğunu öne sürüyor. İhracat sektörünün kazandığı dövizlerin Çin Merkez Bankası’nın piyasayı likiditeye boğmasıyla sonuçlandığını, aşırı genişleyen kredilerin geçici olarak yüksek istihdam ve büyüme yarattığını söylüyor. Ama bu dinamiğin verimsiz altyapı projeleri, boş apartmanlar, kullanılmayan havaalanları, gereksiz kömür madenleri, ve çelik atölyeleri yarattığını vurguluyor. 

Aslında devlet başkanı Xi Jinping de bu tehlikenin farkında olmalı ki, kalitesiz bir genişleme yerine; yenilikçiliğe açık, yüksek teknolojili ve yeşil bir büyümeden yana politikalar uyguluyor. Çin ekonomisinin önümüzdeki yıllarda yavaşlayacağı görülüyor. Ancak Hung’un iddia ettiği gibi Çin’in ciddi bir birikim krizi içine düştüğünün yeterli kanıtı bulunmuyor. Pekin’in teknolojideki atılımları bu tıkanmanın aşılacağına dair umut veriyor. 

Not 18: Stagflasyonu, krizi aşmak dünya için daha kolay çünkü batı kapitalizmi kriz dönemlerinde önemli refleksler gösterebiliyor.
Örneğin, en son olarak, internetin devreye girişi dünya ekonomisini büyük bir krizden kurtardı ve çok yüksek büyüme oranlarına ulaştırdı.
2018 Nobel iktisat ödülü sahibi Paul Romer, bilgi ekonomisi sayesinde üretimde artarak yükselen verimlilik düzeylerine ulaşıldığını, büyük hatalar yapılmazsa, küresel felaketler yaşanmazsa dünya ekonomisinin çok çok uzun süreler pozitif büyüme sağlayacağını söylüyor ve şaka yollu beş milyon sene diyor.
Ekonomi kâhini diye ünlenen Roubini uzun bir süredir küresel ekonomi için stagflasyonun kaçınılmaz olduğunu söylerken, son tahminlerinde biraz daha iyimser çünkü çok yakın geçmişte bilgi ekonomisi, internet sayesinde büyük krizleri önleyebilen kapitalizmin şimdi de yapay zeka (AI) refleksi ile başka bir uçurumun kenarından dönebileceği kehanetinde bulunuyor.
Hani komşuda pişer, bize de düşer diyelim ama bakalım AI (yapay zeka) refleksinin bize yansıması ne kadar ve nasıl olacak?
Türkiye ve dünya ekonomisi ilginç bir sürecin başlangıcında muhtemelen.

Not 19: Teenni ile hareket et! Yani? “Acele gitme, belaya yetişirsin. Yavaş gitme, bela sana yetişir.”

Not 20: Akılsız adam affetmeyen ve unutmayan ha­liyle katıdır, serttir. Kırar veya kırılır; parçalar veya parçalanır. Saf yürekli adam affeden ve unutan tavrıyla yumuşak ve hafiftir. Kıramaz ama kırılır; parçalayamaz ama kendisi parçala­nır. Bilge kişi ise affeden ve fakat unutmayan tavrıyla esnek ve diridir. Ne kırar ne kırılır; ne parçalar ne de parçalanır. Akılsız adam taş gibi: Suya düşerse batar. Saf yürekli adam şeker gibi: Suya düşerse erir. Bil­ge kişi yağ gibi: Suya düşerse yüzer. 

İsmet Özel

Not 21: İslam dinlerden bir din değildir, İslam, Allah katında bir dindir.

Not 22: Beni beklemeyin, o bir hevesti; 
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
NFK

Not 23: "Birilerinin kalbine, iyi gelmeyi öğrenin,
Yük olma işini, herkes yapıyor zaten!" (Cahit Zarifoğlu)

Not 24: nazik olun çünkü karşılaştığınız herkes farkında olmadığınız zorluklarla boğuşuyor.

Not 25: Ben seni kötüleyemem hiç.
Çiçekli bir yol vardı, yürüdüm derim.
Ayaklarıma dikenler battı ama her
ormanda olur böyle şeyler derim...

Cahit Zarifoğlu

Not 26: Güzel günler çabuk geçer.

Not 27: Molde, UEFA Şampiyonlar Ligi grup aşamasında sadece 1999-2000 sezonunda mücadele etmiştir. Real Madrid, Porto ve Olympiakos ile eşleştiği grupta tek galibiyetlerini evinde 3-2 yendiği Olympiakos karşısında alabilmiştir.
Bu takımı zorla 1 farkla yenebilmişiz. Tüm Molde takımı oyuncularının aldığı para İcardinin bir yılda aldığı para kadardır. Şampiyonlar  ligi finallerinden konferans ligine, sonrası Molde galibiyetine sevinmeler. Nereden nereye!