İstanbul’un Beylikdüzü’ne ilçesine bağlı Birlik Sanayi Meslek Lisesi’nde bir öğretmenin öğrencisini kitapla kafasına defalarca vurarak darbettiği, daha sonra döven öğretmenin, öğrencinin yakınları tarafından darbedildiği yansıdı haberlere.

Kitapla da ne darp olur ya. Öğretmenin yaptığını savunuyor değilim de; Türk milleti niteliksiz ahlaksız gram terbiyesi olmayan evlatlarıyla gurur duysun; ki anne babaları da aynı pisliğin girdabında debelenenler çünkü. Memlekette yüksek yargı birbirine girmiş toplum ne yapsın, denildiğini işitir gibi oluyorum.

Son söz: Ruhların, kalplerin, seciyelerin inkırazı. Ben belki iyi anlatamıyorum. Düşman şehre girmiş ne çıkar? Davranır, kovarız; fakat bir de fenalığın bin çeşidi ruhlarımızı işgal etmiş. Ahlâkımız, faziletimiz işgal altında... (PEYAMİ SAFA / Biz İnsanlar)

Hatırlatma: Belki mazi de yalandı. Şu anki halimize bakınca asrı saadet de yalan gibi geliyor. Ve iddia edilen o şanslı günler hiç olmamış sanki.

Not 1: Geçen gün TCMB 250 bp faiz artıracak dedim. Bunu güncelleyip 500'e çıkarıyorum. 2 yıllık tahvil %40'a dayandı. Bu gidişatla 500 bile yetmeyebilir. Varını yoğunu ev ve arabaya yatıranları çok zor günler değil, çok zor aylar ve yıllar bekliyor. 2024 büyüme beklentisi gerçekçi değil.

Not 2: Bu son Gazze meselesi orta doğuda ABD uşağı olmayan aktörlerin sadece İran ve Türkiye olduğunu gösterdi. İkisi de Arap ülkesi değil. Tek gerçeklik bu. Gerisi hep hikaye.

Not 3: Ankara’daki havalimanına ismini veren Esenboğa’nın esen, gürleyen bir boğa ile ilgisi yoktur. Ankara’ya bu isim Timur’un generallerinden İsenboğa’dan kalmıştır. 1402’deki Ankara Savaşı’nda İsenboğa karargâhını buraya kurmuştu.
İsen mutlu, huzurlu demek.
“Esen kalın”daki esen gibi...

Not 4: Bazı söz ve deyimleri sık sık kullanır ama nereden geldiğini bilmeyiz.
Birisini yaka paça dışarı atmak anlamında kullandığımız bir deyim vardır:
“Karga tulumba atıldı” deriz...
Nedir anlamı?
Hayır bu deyimin ne karga ne de tulumbayla ilgisi vardır... İtalyanca ‘carga la tromba’ ifadesinin bozulmuş şeklidir.
Gemicilik deyimi olup ‘Yelkenleri topla!’ anlamındadır.

Not 5: Son saldırılar gösterdi ki bir krize, kriz sabahı uyanmak fayda sağlamıyor. Yılları boş lafla geçirenlerin elinizde hamaset, slogan ve giderek büyüyen çaresizliğin öfkesinden gayrı bir şey kalmıyor.

Not 6: Bir siyasetçi olarak Tayyip Erdoğan, faizin sebep enflasyonun ise sonuç olduğuna dair ekonomi teorisini uzun zamandan beri söylüyordu. Ama 2018’de ilk kez bu teorisini uygulayacak Anayasal ve idari yetkileri eline aldı, ilk iş olarak da Merkez Bankası’nın bağımsızlığını ortadan kaldırdı.
İşte temelde bu tercih bizi bugünlere, geçen yılki yüzde 85 enflasyonun ardından bu yılki yüzde 65 enflasyona getirdi. Sadece enflasyon da değil; Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yok etme ve düşük faize yönelme tercihi bizi öyle akıl dışı bir ekonomi yönetimine getirdi ki, Merkez Bankası rezervleri eksi 70 milyar dolarlara kadar geriledi. Evet, uzun zamandan beri borcu varlıklarından daha fazla olan bir Merkez Bankası’na sahibiz.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi önce 2019’da uygulanan seçim ekonomisi, ardından 2020’de salgından çıkış için havaya savrulan inanılmaz miktarda paralar ve 2022’nin KKM faciasıyla 2023’ün depremi ve seçim ekonomisi, kamu maliyesinde inanılmaz bir yüke ve olağanüstü bütçe açıklarına neden oldu.
Normal şartlarda Türkiye tam anlamıyla bir ‘mükemmel fırtına’ şartlarında. Kasasında dövizi yok, enflasyonu ve bütçe açığı yüksek, cari açığını kapatamıyor… Bunun üzerine yurt dışından spekülatif amaçla bile para gelmemesini ekleyince sahiden durum vahim. Ama Türk özel sektörünün öyle bir kriz yönetimi alışkanlığı var ki, hayat hala normalmiş gibi devam edebiliyor.
Mehmet Şimşek’in göreve gelmesiyle ekonomi yönetimine bir ölçüde ‘akıl’ da geri döndü. Bu dönüşün doğal sonuçlarından biri, yangın söndürme girişimleri. Biz şimdi bugünün bütçe açığı yangınını, para sahiplerine gelecekte müthiş bir havadan para kazanma fırsatı vaat ederek söndürmeye çalışıyoruz.
Türk bankaları, başka seçenekleri de olmadığı için bu vaadi gerçek kabul edip Hazineye paralarını verdiler. Gelecekte daha da çok verecekler.
Ama mesele şu: Bütçe açığını sadece Türk bankalarının kaynaklarıyla finanse etmek doğru da değil, mümkün de. Bu işe hem vatandaşın katılması lazım hem de yabancı para sahiplerinin.
Soru da bu zaten: Vatandaş ve yabancı borç vericiler, Tayyip Erdoğan’ın sahiden enflasyonu düşürüp onlara havadan bu kadar para kazandıracağına güvenecek mi?
Daha bu sabah bir bankacı arkadaşımla 10 yıl vadeli kağıtların yüzde 32’lik faizini konuşuyorduk. ‘Çok da kazandırabilir, pula da dönüşebilir’ dedi, ‘Tam bir Rus i.’ İki yıl vadeli kağıdı ise konuşmadı bile, hükümetin gelecek yılki enflasyon hedefine inanmadığı belliydi.

Not 7: Sanki başka derdimiz yokmuş gibi şimdi de hukuk üzerinden kutuplaşma başlamış. Kimi Anayasa Mahkemesi’ni tutuyor, kimi de “AYM’ye biriken tepki bunlar” diyerek Yargıtay’ı tutuyor. Olacak şey değil, tam maskaralık… Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan ikilisi, yeniden para arama turlarına çıkıyorlar. “Ben para aramıyor, yatırım çekmek için dolaşıyorum” diyen Mehmet Şimşek, gideceği Amerika’da yatırımcılara ne anlatacak? “Üst yargınız birbiriyle çatışırken, bize hukuki güvence vermeniz imkansız” demezler mi?

İtibarsız yargı, sokakta çatışma doğurur. Nitekim kurallara uyanlar, yargıdaki zaaflar sebebiyle mağdur olurken kural çiğnemeyi davranış haline getirenler cesaret buluyor. Misal trafik polisi kavşakta bir kural uygularken ona uyanlar “enayi” uymayıp kırmızıda geçen, emniyet şeridini kullanan şımarıklar, “yasadan çekinmedikleri için” küstah ve saldırgan olabiliyorlar. Oluyorlar da nitekim…

Not 8: Doğmak bir klişeydi, ölüm bir klişeydi. Aşk bir klişeydi, ayrılık bir klişeydi, özlemek klişeydi, ihanet klişeydi, duyguları inkâr klişeydi, zaaflar klişeydi, korku klişeydi, yoksulluk klişeydi, zamanın geçmesi klişeydi, haksızlık klişeydi, adaletsizlik klişeydi.

Not 9: Dürüstlük her zaman âdil değildi, insan ne zaman dürüst olacağına iyi karar vermeliydi.

Hayat Hanım, Ahmet Altan

Not 10: Onca uygarlığın kurulduğu, dağıldığı, el değiştirdiği; onca dilin, dinin, inancın, kültürün yaşadığı, çatıştığı, iç içe geçtiği zorlu bir coğrafya burası.

Not 11: Demokrasilerde mahkeme kararlarını tartışmak nasıl bir hak ise, onlara uymak da vazifedir. Aksi düşünülemez. Bütün kararları garanti altına alan; yani sıradan insanların, vatandaşların, siyasetçilerin, düşünce insanlarının, gazetecilerin vb, devlet ve iktidar karşısında tümüyle savunmasız olduğu bir hukuk sistemi de asla düşünülemez.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin sunduğu benzersiz yetki ve imkanlar eldeyken, daha fazlasına talip olmanın ülkeye de ve sanıldığı gibi iktidara da faydası olmaz. Daha çok, daha iyi veya daha başarılı işler yapılmasını asla sağlamaz. Bilakis, kalan son denetim unsurunu sistemden dışlamak daha fazla hata ve yanlış getirir.
Bir ülkenin saygın, güvenilir ve elbette bağımsız bir Anayasa Mahkemesi’ne sahip olması o ülkenin kalitesini gösterir. Bunu da akıldan çıkarmayalım.

Not 12: Ucu kendisine dokunmuyor zannedenler; kuralsızlık bin yıl yaşasın, diyebilir. Ama yanılıyorlar.
Birincisi; ne yaparsa ne olacağından, başına ne geleceğinden kimse emin yaşayamaz. Kimin gücü kime yeterse. Orman kanunlarına, kabile düzenine geri döneriz.
İkincisi; belirsizlik ve öngörülemezlik yarın ne getirir, bilinemeyeceğinden ticaret başta, kural tanımazlık hayat kalitemizi yer bitirir.
Üçüncüsü ise tüm umutları bağladığımız fincancı katırlarını ürkütür. Keyfilik olan yere yabancı yatırımcı gelir ama bu riske değecek bir yüksek kazanç karşılığında. El kazanır, millet kaybeder, çok pahalıya patlar.

Mesele yasada, Anayasa'da yazana uyulup uyulmadığı. Can Atalay kavgası değil, yani.

Merkez Bankasına laf dinletme ısrarının, millete ağır bedel ödeteceğini öngörmek için ekonomist olmak nasıl gerekmiyorduysa... Anayasa Mahkemesine laf dinletme ısrarının, millete çok daha ağır bedeller ödeteceğini öngörebilmek için de hukukçu olmak gerekmiyor.
Peki ne yapmaya çalışıyoruz, kendimize bunu niye yapıp duruyoruz?

Not 13: Bir hukukçunun mahkemelerin kararları itibariyle, millilik ile hukukilik arasındaki ters orantılı ilişkiyi hukuk ve milli diriliş ambalajıyla öne sürebilmesi ne gariptir. Tarihte elbet örnekleri var. 1934’te Almanya’da SS’lerin SA’ları yok ettiği kanlı “Uzun Bıçaklar Gecesi”ni, “Führer düzeni” adını verdiği hukuk teorisiyle meşrulaştırmaya çalışan, 1935 Irkçı Nürnberg Yasalarını, özgürlük anayasası içinde ele alan hukukçu Carl Schmitt ilk akla gelendir.
Bizde de durum böyle gözüküyor.
Ama iki hususun altını çizmeden geçmeyelim.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı ve eski Adalet Bakanı Gül isimlerin, Yargıtay kararını eleştirmeleri dikkat çekicidir. Gezi olayların sırasında Erdoğan’ın kendine itiraz edenleri tasfiye etmesiyle, iktidar nasıl otoriterleşmiş ve şahsileşmişse, AK Parti içindeki bugünkü bu farklılıklar da bu tür yeni bir dalgaya işaret ediyor olabilir.
İkinci husus ise şu: Erdoğan’ın kriz konusunda tavrını ortaya koyması, bir iktidar manevrasını netleştiriyorsa da, bunun yanında yargı içindeki kötü kokular, tartışmalar ile bu kriz arasında çeşitli bağlar olması pekala mümkündür. Şardan’ın tutuklanması, yargı hakkında MİT raporu iddiası, Sinan Ateş cinayetinin yargıdaki seyri, yolsuzluk tartışmaları ve Yargıtay krizi hep birlikte düşünülürse, ortada ya bir tür Susurluk vardır ya da büyük bir tasfiye ve yeniden yapılanma hazırlığı…
Belki ikisi birden…

Not 14: “Gezegendeki en aktivist yargıya sahibiz”
“Yüksek Mahkeme başkanının sözleri bir kamu görevlisinin değil, bir siyasetçinin sözleri. Demek ki ülkemizde seçimlere girmeyen, mecliste temsil edilmeyen bir siyasi parti daha varmış.”

İlk cümle İsrail Başbakanı Netenyahu’ya ait.
İkinci cümle ise İsrail Adalet Bakanı Yariv Levin’e.
Son bir yılda her ikisi de içinde “yargısal aktivizm”, “yargı vesayeti”, “kendisini yasamanın yerine koyan yüksek mahkeme”, “juristokrasi” geçen çok sayıda cümle kurdu.
Çünkü en iyi bildiği Filistinlileri öldürüp, kaçırmak işine geri dönmeden önce Netenyahu’nun başındaki aşırı sağcı hükümetin birinci gündemi İsrail Yüksek Mahkemesi’nin yetkilerini budamak, ‘yargı vesayeti’ ve ‘yargısal aktivizmi’ bitirmek için hazırladıkları reformu çıkarmaktı.

Anayasa Mahkemesi değil, İsrail Yüksek Mahkemesi.
Çünkü İsrail’in yazılı bir anayasası yok. Aslında şöyle demek daha doğru; Yoktu. Ta ki 1995’e kadar.
1948’de Filistinlilerin topraklarına konarak kurulmasından bu yana İsrail, Knesset’ten geçen 12 Temel Yasa ile yönetiliyordu.
Bu Temel Yasalar, kuvvetler ayrılığı, Knesset, hükümet ve Cumhurbaşkanı, Yüksek Mahkeme’nin yetkilerini düzenliyordu.

Yıllardır Yüksek Mahkeme’ye karşı çıkışlarıyla tanınan Yariv Levin Adalet Bakanı olarak bu reformun başına getirildi.
Levin, Yüksek Mahkeme’yi "halk tarafından seçilen milletvekillerini etkisiz kılan elitist bir kale”, “halkın çoğuna karşı plan dar bir elitin çıkarlarını gözeten bir aktivist bir yargı”, İsrail çıkarlarına aykırı davranan solcu, Filistinci olarak suçladı.
"Araplar Celile'deki Yahudi topluluklarında daireler satın alıyor ve bu da Yahudilerin bu şehirleri terk etmesine neden oluyor çünkü Araplarla birlikte yaşamaya hazır değiller. Yüksek Mahkeme'de bunu anlayan yargıçlar olmasını sağlamalıyız” diyerek açıkça Yüksek Mahkeme’nin daha sert apartheid uygulamalarına set çekmesinden şikayet etti.
Peki, İsrailliler buna karşı ne yaptılar?
Aylarca sokaklara çıktılar.
Yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingler düzenlediler. Bunu bir kere de yapmadılar. Her hafta bu mitingler tekrarlandı. Tel Aviv’den Kudüs’e yürüyüşler düzenledi.
Ama Netenyahu dediğini yaptı ve yasayı Knesset’ten geçirdi.
Son olaylardan sonra İsrail’de hukukun üstünlüğünü, Filistinlilerin haklarını savunanlara daha yüksek sesle vatan haini muamelesi yapılacak. İsrail’in Yeni Şafak gazeteleri Yüksek Mahkeme’nin yargıçlarının fotoğraflarını basıp onları Hamas’a, İslami Cihad’a yol vermekle suçlayacak.

Not 15: Siz ne kadar bunun sonrasında yaratabileceği hukuksuzlukların uzun vadede herkesin kapısını çalacağını anlatın, AYM’nin yetkilerinin tırpanlanması, bireysel başvuru hakkının elden gitmesi Türkiye’deki sıradan vatandaşlar için yaşamsal meseleler değiller.
Çünkü bu toplum hiçbir zaman zaten iyi bir hukuk devletinde yaşamadı. Gerçek bir hukuk devletinin ne demek olduğunu bilmiyor.
Az hukuklu bir ülkede yaşamanın pratik yollarını buldu ve yıllardır bu düşük hukuk normlarında yaşamaya alıştı.
Allah korusun bir gün başı mahkemeye düşerse, zamanın ruhuna ve güç ilişkilerine göre hangi davada hangi avukata gidilmesi gerektiği, hangi mahkeme için kimle konuşulmasının iyi olacağı bilgisi hızla yayılan, herkesin kolayca ulaşabildiği bir kamusal bilgi artık.
Böyle bir ülkede hukukun azalması, ekmek ve su gibi bir ihtiyaç değil, onsuz nasıl yaşayabileceğini de bu toplum öğrendi.
O yüzden Türkiye’de insanları yüksek yargıdaki tartışmalar için seferber etmek çok zor.
Bu ülkenin laik muhalifleri ancak Atatürk’e ve laik hayat tarzına doğrudan bir müdahale olursa, muhafazakarları da dine ve ümmete bir zarar gelirse harekete geçer.
Çünkü devletin içinde olmadığı günlük hayat pratiklerini, yaşam tarzlarını doğrudan etkileyen meseleler bunlar.
Diğer bütün siyasi, hukuki tartışmalar Ankara merkezli, uzaklarda yaşanan, haberlerden izlenen, en fazla sosyal medyadan “Allah kahretsin, yazıklar olsun, hakkımı helal etmiyorum” denip geçilecek büyük siyasetin konuları.
CHP, Cumhuriyetin 100. Yılının yeterince kutlanmamasına tepki için seferber olan seçmenlerini, Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri budanıyor diye seferber etmekte çok zorlanabilir.
Maalesef şartlar bu.
Bu yüzden içinde yaşadığımız şartları kabul ederek, hukuku korumak için stratejiler geliştirmek, topluma hukukun değerini anlatmak için daha fazla çaba harcamak gerek.

Not 16: İlerleyecek bir ruh için en büyük engel, alışkanlıklardır.

Not 17: Arkasında bir cemaat tarikat zengin ya da siyasetçi veyahut örgüt olmadan bir yerlere gelmek imkansıza yakın.

Not 18: Dünya bir tereddüt devri yaşıyor. Neyi kaybettiğimiz hususunda tereddüt içindeyiz. İnanca bir daha, yeniden teveccüh edip etmeyeceğimizi bilmiyoruz.

Not 19: Türkiye'de tarafların, birbirlerini HAKARET SUÇU ile içeri attırınca, yaşadıkları sevinç...

İşte bunlar hep, GELİŞMEMİŞ TOPLUM olmanın sonuçlarından.

HAKARET SUÇU diye bir saçmalık, nasıl var olabilir, bunu tartışmıyorlar da...

Not 20: İnsan empatisinin ölümü, barbarlığa teslim olan bir kültürün en erken ve en açıklayıcı işaretlerinden biridir.                   Hannah Arendt