“Bir gün gelir,
Açmaz dediğin çiçekler açar.
Gitmez dediğin dertler gider.
Bitmez dediğin zaman geçer.
Hayat öyle bir sır ki;
Önce şükür,
Sonra sabır,
Sonra da inanmak gerek.”
(Hz. Mevlana)
İnsanlık olarak ağır zamanlardan geçiyoruz. Modern hayatin kavurucu etkisi ile beraber küresel sistemin aktörlerinin ortaya koyduğu uygulamalar ve yeni problem alanları hayatımızı tek düze ve belirlenmiş belli ödevleri yerine getirecek şekilde dizayn ediliyor. İnsanlar oldukları yerde oldukları kapta mutsuzlar. Hatta birçok insan umutsuz ve vazgeçmiş bir halde sadece yaşaması gereken zamanı tüketiyor gibi yaşıyor. Ve birçok insan yaşadığı hayatın gerçek bir hayat olduğunu bile düşünemiyor. Herkes değişmek yeni biri olmak için adeta her şeye saldırıyor. Ama bu öyle bir saplantı haline geliyor ki neredeyse insani derin bir bilinç kaybına sevk ediyor.
Bu çaba da aslında sistemin amaçlarına hizmet ediyor. İnsanı sanki sistem içindeki rakipleri arasında yarışa daha elverişli bir kişilik haline getiriyor. Adeta bu arayış bile sadece update/güncelleme mesafesinde bir şey oluyor. Çünkü aslında insana bakışta ve insanıele alışta problem var. İnsanların her bir tekini diğerine rakip gibi gösteren bu zihniyet insanlığa huzur getirmek bir yana her geçen gün insanların problemlerini derinleştiriyor. Toplumsal hayatı daha da karmaşık hale sokuyor. Haliyle insanın kendini dinlemesi etrafına derinlemesine bakabilmesine imkân kalmıyor. Çünkü her şeyi madde ile ölçen bir düzen de mananın bir anlamı kalmıyor.
Anlamlı bir hayat yaşamak için elbette bugün insanın üzerine giydirilen bu ‘deli kisvesi’nden kurtulmak gerekiyor.
Çağımızın ünlü düşünürü Muhammed İkbal, geçmişle gelecek arasında çok özenli bir ilişki kurarak, "Hayat, sırtında tarihin yükünü taşıyarak ilerler” der. Bir hareketin en büyük bedbahtlığı tarihinin sırtında tepinerek tarihini bozmak ve onu gerçeklikten koparmaktır. Elbette ki tarihini taşıyamayan nostaljide boğulan her düşünce ilerlemek şöyle dursun saplanıp kalırlar ve kendilerini yok etmek için her şeyi yapabilirler. İkbal, “Akıldan çıkarılmaması gerekir ki, hayat sadece ve sadece değişimden ibaret değildir. O, süreklilik ve koruma unsurlarını da içinde taşır" der. Onun için hafıza önemli bir işleve sahiptir. Süreçleri, kırılmaları doğru anlamadan, okumadan bir gelecek tasavvuru sadece oyuncu değiştirerek gerçekleşmez.
İnsan şükretmesini ve kanaat etmeyi tekrar keşfetmeli. Azgın iştihadan kurtulmalı.. Bir zamanların küçümsenen derviş hikayelerine yine göz atıp gerekli dersleri çıkarmalı..
Bir derviş hikayesi ile yazıyı sonlandıralım. Selam olsun geçmişin ona güzel insanlarına.
“Yalnız yaşayan bir derviş, sahranın bir köşesinde oturmaktadır. Yanından da adamlarıyla birlikte bir hükümdar geçer. Derviş, başını kaldırıp ta hükümdara iltifat etmez. Hükümdar bu duruma öfkelenir ve yanında bulunan Vezir, dervişe der ki:
“Niçin saygı göstermedin?” Derviş cevap verir:
“Hükümdarına söyle, kim kendisinden nimet umuyorsa saygıyı ondan beklesin. Şunu da bilsin ki, hükümdarlar halkını koruması içindir.” yani;
“KOYUN, ÇOBAN İÇİN DEĞİLDİR. FAKAT ÇOBAN, KOYUN İÇİNDİR.”
Hükümdar, dervişin sözünü beğenir ve: “Benden bir şey iste.” der.
Derviş cevap verir: “Bir daha beni rahatsız etmemenizi istiyorum.” der.
Hükümdar: “O halde bana öğüt ver.” deyince derviş şunları söyler:
“Şimdi elinde nimet varken düşün! Zirvedesin, Allah için ne yapacaksan git şimdi yap.
"Bu devlet te, saltanatta elden ele geçip gidecektir, kalıcı olan ise Ahiret için yapılanlardır.
"Yapılan ibadet bile olsa, Allah rızası için yapılmamışsa; Dünyalık olur ve Dünya'da kalır." demiştir.
Son söz: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisâ 135)
Özdeyiş: Karşıdan güzel görünen her şey, kendi içinde felaket barındırır..
Ustalara saygı: “Bir gün sapsarı kesildim
Öyle bir tabiat vardi ki gövdemde
İnsanları görmezdim bile yanımdan
Bir hava bulutu gibi geçerlerdi
İçimden
Gidip dağlara
Kafa tutmak gelirdi”
(Cahit Zarifoğlu)
Sevgiliye serenat:
diyorsun ki yaz beni
bütün kelimeler yitirmişken
ağırbaşlılığını
hangi dilin
hangi dinin
hangi anın
hangi günün
edebiyle süslensin
bu aciz kulun kalemi
diyorsun ki sev beni
zulme yeltenen
kelimelerin
yarayı kanatan harfleri gibi
tüm dinlerin tüm dillerin
zamanın ve mekanın sahibine
yakarır gibi
edebin inceliğini kalbin benliğine işleyip Mecnun'u sevdasından
utandırır gibi
diyorum ki
zulme yeltenirse kelimeler
kan kokar aşk
tarihten kopup gelir kalbe zehrini kusan delirmeler
dinler azaba diller küfre gark our
zaman mekana
tebessümler hüzne
benliğim sana hapsolur
utandırma Mecnun'u sevdasından
Leyla'yı diline dolar mecazı hakikat zannedenler
etme ne olur
yük olur bana öylece sevmeler..
Tadımlık: Papatyalar,nergisler, dağ çayları ortasında büyüttüğüm çocukluğumu; poşet çay içerek yok ediyorum şimdi.
Uyarı: Polatgillerden sonra bu ülkede ne yapsanız boş.. Dilanların Enginlerin ülkesi bu. Fırsatını bulan gençler gider; kalanlara geçmiş olsun. Adaletiniz batsın.. Bizim 3 sene önce gecekonduda oturan fakir bir çiftin 3 sen içinde 3 katrilyonluk servete sahip olmasının doğal olduğunu ve kara para olmadan alın teriyle gerçekleştiğine inanmamızı bekliyorlar. Yazıklar olsun..
Aforizma: Bir ülkede namuslu olmanın bedeli namussuz olmaktan fazlaysa o ülke namuslular için cehenneme dönüşmüştür..
Kulağa küpe: Toplu eğitim bir çöplüğe dönüşmüş durumda. İşin en acısı da gerçekten lise okuması gereken kesim taş çatlasa % 10. Diğerleri meslek lisesine gitmeli ya da okumamalı..
Eğitime yüklenen anlam: Haberden aktarayım:
“Türkiye’de son 20 yılda evlenme oranı düşerken boşanma oranı hızla yükseliyor. 2021’de 562 bin evlilik yapıldı, 174 bin de boşanma kayda geçti. 2001-2021 arasını kapsayan son 20 yılda, bin kişilik nüfus başına düşen evlenme sayısını ifade eden ‘kaba evlenme hızı’ yüzde 20 düşerken ‘kaba boşanma hızı’ ise yüzde 47 arttı.”
Evlenenler azalıyor, evlenenlerin yarısı çok geçmeden boşanıyor…
Çocuklar?
Aile birliği kısa yoldan bozulduğu için çocukların daha önceleri aile yuvalarında edindikleri ‘iyi insan, iyi vatandaş’ olma -ya da politikacının ‘Allah korkusu ve kuldan utanma’ diye tanımladığı- özelliklere sahip olma görevi galiba okullara bırakılıyor.
Okul bu görevi yerine getirebilir mi?
Kuşkuluyum.
Aileden beklenen yerine gelmiyor; ya okul da görevini yapamazsa?
Cinayetlerin, hırsızlık ve yolsuzlukların artması, bu sorunun cevabı.
Bilge Kraldan: “Gerçek insan kendi insani görevini yerine getirir veya bu görevi yerine getirmek için çabalar. İnsani dediğimiz şeyin başı da sonu da bundan ibarettir. Bu görevi ise genelde herkes kendine göre anlar. Din ve ahlak bu görevin nesnelleştirilmesi, belirlenmesi ve öznelliğinin azaltılması çabasıdır. Bu her zaman, salt biyolojik durumdan öte bir şey olmuştur. Zira hayvan da yaşar. İnsan ise gerçekten insan olabilmek için biyolojik hayattan fazlasına ihtiyaç duyar. Bu, nasıl yaşanır değil; neden yaşanır meselesidir."
Özgürlüğe Kaçışım/Aliya İzzetbegoviç
Not 1: James Bridle’ın Yeni Karanlık Çağ kitabinin tanıtımında kullanılan metinde şöyle bir paragraf var: “Fredric Jameson’ın ‘post modern çağda, yoksul insanların bilişsel haritasınıkomplo oluşturur’ derken temas ettiği noktadır: ‘Komplo geç sermayenin bütüncül mantığının yozlaşmış biçimidir, başarısızlığı saf tema ve içeriklere kaymasıyla kendini gösteren bir sistemi çaresizce tasvir etme çabasıdır.’ Marksist tarihçi açısından kapitalizmin ürettiği yabancılaşmanın nişanesi olan bir karmaşıklığın belirtileriyle çevrelenmiş öfkeli birey, durum üzerinde bir parça dahi olsa kontrol sahibi olabilmek için her zamankinden daha basit anlatılara başvurur. Teknolojinin desteğiyle büyüyen ve hızlanan dünya basitliğin tam tersi istikamete yönelip giderek daha karmaşık hale geldikçe –ve bu karmaşa daha görünür oldukça–, komplo teorileri de bu karmaşaya ayak uydurabilmek için mecburen daha acayip, daha dallı budaklı ve şiddetli hale gelmiştir.”
Not 2: “Teknolojinin geçtiğimiz yüzyılda yakaladığı ivme gezegenimizi, yaşadığımız toplumları ve bizleri hızla dönüştürdü, ama bunlara dair kavrayışımızı dönüştüremedi. Bugün teknolojik sistemlere öylesine gömülmüş haldeyiz ki pratiğimizi de düşünce tarzımızı da onlar şekillendiriyor artık. Ne bu sistemlerin dışında durabiliyoruz ne de onlarsız düşünebiliyoruz.
Karşı karşıya olduğumuz en büyük sorunların bir sorumlusu da sahip olduğumuz teknolojilerdir: İnsanların çoğunu yoksullaştırıp zenginle fakir arasındaki uçurumu her gün biraz daha genişleten zıvanadan çıkmış bir ekonomik sistem; siyasal ve toplumsal mutabakatlardaki çöküş ve bunun sonucu olarak milliyetçiliğin, toplumsal ayrışmaların, etnik çatışmaların ve gölge savaşların tüm dünyada artması; hepimiz için varoluşsal bir tehdit oluşturan küresel ısınma.
Teknolojinin bizi götürdüğü yerde deliye mi döneceğiz, yoksa huzur mu bulacağız; bu sorunun cevabını dünyadaki yerimizi, birbirimizle ve makinelerle ilişkimizi düşünme, kavrama biçimimiz verecek. Benim sözünü ettiğim “karanlık”, bir nihilizmin sonucu değil. Mevcut krizin beraberinde getirdiği fırsatla alakalı daha ziyade; önümüzü net biçimde görüp dünyada anlamlı, sorumlu, adaletli bir tavır geliştirmekte yaşadığımız o bariz sıkıntıyla alakalı.” (Yeni Karanlık Çağ / James Bridle · Metis Yayınları · 2020 Çeviri: Kemal Güleç)
Not 3: “…Benim güzel çocukluğumu
Ahmak bir ayak ezdi…”
(Asaf Halet Çelebi)
Not 4: Ülke olarak bir obruğun kenarındayız. Kurulan yeni sistem zaman içinde, içten içe oluşturduğu boşluklar neticesinde, adeta ani bir şekilde çöküşler yaşıyor. Ne olduğunu anlamadan oluşan kargaşa dağıldığında ortaya çıkan göçüğün sanki bir meteorun açtığı büyük bir çukura benzediğini fark ediyoruz. Çukurla nasıl bas edileceğini ögrenemeden onunla yaşamaya alıştırılıyoruz. Aslında obruk meteor gibi dışarıdan, aniden düşen, beklenmedik ve önlenemez bir felaket değil. Bir bakıma en derinlerdeki çatlakların zamanla büyümesiyle ortaya çıkan, oluşan derin bir boşluk/ bir durum.
Sistemin neden olduğu, doğal olmayan, insan eliyle ve bile isteye getirilmiş bir felaketler silsilesine işaret ediyor. Ekonomik ve sosyal krizler, içeride ve dışarıda yaşanan bütün gelişmeler bu gidişatın bir göstergesi olarak aslında herkesin gözü önünde zamanla gerçekleşmiştir. Bugün geldiğimiz noktada gördüğümüz şey şu ki obruğun da en ayırt edici özelliği olan, çatlaklarını gizleyerek büyümesi, nerede nasıl ortaya çıkacağını açık etmemesi en azından geniş halk kitleleri için durum bu şekilde gerçekleşmiştir. Bugün adalet, sosyal yapı, ekonomi vb. tıpkı bir obruk gibi dört bir koldan açılan yarık ve çatlaklardan ilerleyerek gelmiştir.
Not 5: Şu anda çoğu insanın yiyemediği LAHMACUN, bizim öğlen arası, fırınına gidip, bazen 5-6 tane gömdüğümüz bir yiyecekti.
Hem ucuzdu, hem de yediklerimizin kalitesi çok iyiydi.
Orta-Lise öğlen arası gıdalarımız;
- Döner
- Lahmacun
- Hamburger
Hepsi de çok kaliteliydi.
Not 6: TEĞMENLER gündemi başarıyla değiştirildi.
Yoksa, Türkiye'de her yıl tonla çocuk öldürülüyor.
İşte arada kabak patlıyor birilerinin başına. Cinayetin üstünü örtemiyorlar.
Not 7: Terbiyesizlik sıradanlaşmış. Ağırbaşlı değil artık kelimeler.
Not 8: Borç alıp para sahibi olduğunu sanmak; uyuşturucu alıp mutlu olduğunu sanmaya benzer.
Not 9: İster bıçak karpuzun üzerine düşsün, ister karpuz bıçağın üzerine düşsün, hasar gören karpuz olur.
Not 10: İNSANLAR;
-Tarım toplumu’nda
BEDENLERİYLE
-Endüstri 1.0’da(Mekanik üretim) KOLLARIYLA
-Endüstri 2.0’da (Seri üretim)
ELLERİYLE
-Endüstri 3.0da (Otomasyon)
PARMAKLARIYLA çalıştı
-Endüstri 4.0 ve sonrası, üretimi ağlara ve yapay zekaya bırakacak
Sadece ZİHİNLERİYLE çalışacak..
Not 11: Bulduğu her boş araziye bina diken, estetikten ve insani anlayıştan yoksun vulgar bir anlayış..
Böyle olunca Türkiye’nin incisi dediğimiz İstanbul’u ne hale getirdiğimiz ortada…
Ekonomist’in, Avrupa’da en yaşanabilir kentler sıralamasının dibinde, Kiev’in bir üstünde yer almış.
Not 12: Didem Arslan Yılmaz: “Narin, annesini amcasıyla uygunsuz bir durumda gördü.”…… Doğruysa bu dünyayı başlarına yıkmak lazım..
Not 13: Rasim Ozan Kütahyalı ve Nagehan Alçı'nın boğaz manzaralı villası satışa çıkarıldı. Eve dair paylaşılan görüntülerde nü’den Abdülhamid’e kadar çeşitli tarzdaki sanat eserleri dikkati çekerken, daire 5 milyon dolardan satışa çıkarıldı.
Not 14: Dikenli tellerin arasında, silahlı nöbetçilerin beklediği kapıların arkasında, gizli-saklı iletişim imkânlarıyla, emrinize itaatle yükümlü askerlerle, ağır silahlarla-zırhlı araçlarla, tanklarla-toplarla, teknoloji harikası uçaklarla-helikopterlerle darbe yapmak mümkün. “Emir-komuta zinciri” veya küçük bir cunta ile darbe teorik olarak her zaman yapılabilir. Ülkenin dış güvenliğinden sorumlu Ordu, elindeki silahları iktidara çevirip, özellikle herkesin uyuduğu saatlerde darbe yapabilir. Basit ve etkili bir planlama ile kritik yerlerin ele geçirilmesi ve iktidar gücünü kullanan ana kadronun derdest edilmesi bu iş için kâfi görülür. Ordunun donanımı ve elindeki imkânlar böyle bir kalkışmaya her zaman elverişlidir. Ancak darbenin kuvveden fiile geçmesi için olmazsa olmaz kabilinden başka unsurlar da gerekir.
Askerin siyasete müdahaleyi veya darbeyi kafasında evirip çevirirken en çok korktuğu faktör ekonomidir. Asker kural olarak ekonomiden anlamaz ve müdahale sonrasında ülkeyle birlikte ekonomik enkazın altında kalmaktan korkar. İkinci unsur halkın desteğini elde etmektir. Toplumda meşruiyet arar, bulabilmek için elindeki bütün araçları seferber eder, gerekirse şiddet yüklü psikolojik savaş yürütür. Üçüncüsü ise uluslararası alanda destek bulmak, hiç olmazsa müttefiklerin nötr kalmasını sağlamaktır. Bu üç şart gerçekleşirse, iktidarda kim olursa olsun asker darbe yapabilir.
Bu yüzden, darbe konusunda muhakeme yürütürken askere veya iktidar sahiplerine değil ülke şartlarına ve gelişen olayların bu üç unsuru nasıl etkilediğine bakmak gerekir.
Not 15: Türkiye millî menfaatlerini, özellikle kurduğu bölgesel dengelerini darbe yönetimiyle koruyamaz, ezilir gider. Beğenin beğenmeyin mevcut iktidarın bölgesinde ve uluslararası çevrelerde proaktif yetenekleri ve ağırlığı yabana atılmaz durumda. Darbe her şeyin alt-üst olduğu bir kumara dönüşecek ve ülke fare kapanına girecektir. Böyle bir teşebbüs, hangi gerekçeye dayanırsa dayansın tarihin en büyük ihanetlerinden biri olacaktır.
Not 16: Enflasyon en örgütlü ve kitabına en uygun görünen hırsızlık usulüdür. Devlet bütün ciddiyeti ile elini halkın cebine sokar, bir sülüğün kanı emmesi gibi halkın parasını çalar. Paranın değer kaybetmesi şeklinde fiyatların artması halkın cebindeki parayı enflasyon oranında çalmak yoluyla girişilen sistematik soygundur.
Not 17: Kimse kendini kandırıp, büyük ideallere ve ahlâkî önceliklere dayalı bir siyaset tarzını ülkeye egemen kılmaktan bahsetmesin. Siyaset su başlarını tutmak için yapılır. Serveti yeniden dağıtacak güce ulaşmak, herkese boyun eğdirmenin ve en geniş tabanlı halk desteğini elde etmenin yegâne yoludur. Kendi sermaye grubunuza para kazandırırsanız siyasi faaliyetinizi, en çok da seçim kampanyalarını kolayca finanse edersiniz. Medyasıyla, parti teşkilatını seferber etmekle, eşantiyon dağıtmakla, yağmacı bir adanmışlar grubu oluşturmakla sınırlı değildir bu güç; Devletin kasasından ulufe dağıtır gibi bazı kesimlere ilave kazançlar sağlarsınız. Bugün EYT’nin ekonomik krizin en temel sebeplerinden biri olduğu öne sürülüyor. Tartışmak beyhude, iktidara seçim kazandırdı mı kazandırmadı mı, siz ona bakın.
Not 18: Siyaset hayal satar, ekonomi ise her zaman rakamların demir cenderesi içinde, yani gerçeklerle yol alır. Lafla peynir gemisi yürümez, yani karın doymaz. On yılda deniz tükendi, ne rant alanı kaldı ne gelecek Körfezin sıcak parası. Devletle iş yapan müteahhitlik sektörü, reel sektörden daha fazla yara aldı; hak edişlerini bile alamayanlar tek tek batıyor. Nokta atışlarla müsaadeye mazhar birkaç şirket, vergi muafiyetleri ve köprü-otoyol geçiş garantileri ile ancak korunabiliyor. KKM astarı yüzünden çok pahalıya geldi ve Hazine’yi alt üst etti. Kaynak yaratmak için geride sadece bir ekonomi politikası olarak devlet eliyle hırsızlık anlamına gelen enflasyon kaldı; talebi kısmak, yani halkı yoksullaştırmak için başvurulan bir devlet politikası olarak.
Not 18: Meşhur hikâyedir, bir ülkede devlet başkanlığı için seçim yapılıyor. Adaylar marifetlerini gösteriyor. Biri tuttuğu sazanları halka dağıtırken, diğeri suyun üzerinde yolda yürür gibi yürüyor. Sazanların kılçığını ayıklayıp tavaya atanlar suda yürüyen aday için: “Baksanıza bu adam yüzme bilmiyor” diye lafı çarpıyor.
Seçim sonucunu belirleyecek olan halk, yani geniş kitleler siyasî rekabete “bu işten bizim menfaatimiz ne olacak?” diye bakar.
Not 19: İktidar değişimi, derin bir nefes alıp yeni bir başlangıç yapmak için tek çıkar yol görünüyor. Siyasî rekabet ise bu sefer doğrudan ekonomiyi düze çıkartacak bu “güven ortamını en kestirmeden kim tesis edebilir?” sorusu etrafında dönüyor.
Not 20: Erkekler için bir seks ve işret mekânı olarak kitaplar boyunca abartılarak tasvir edilen cennete dair, kadınlarla ilgili eşitlik kokan tek bir cümle yoksa, şu yaşadığımız dünyada kadına da yer yok demektir.
Muhafazakârlığın ve dindarlığın en yaygın biçiminin kadın üzerinde erkek baskısını sürdürmek üzere yerleştiğini gözden kaçırmayın.
Mazbut bir aile hayatını, inançlarını korumak için değil, halk dindarlığı evin içinde siyaseten erkeğin iktidarını sürdürmek için vazgeçilmezdir Bu kadar yaygın ve meşru görülünce kadınlar da çaresiz bu egemenliğe boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Kadına dayatılan dindarlık köleliğin bir tür içselleştirilmesi olarak tezahür ediyor.
Not 21: Hiçbir kural ve tedbir kadını erkek bir tanrının gadrinden, zulmünden koruyamaz. Aklı başında ulema, sapkın din yorumlarını ayıklamak için seferberlik ilan etmeli. Yoksa kadın cinayetleri artmaya devam edecek.
Not 22: Bir önceki dakikaya hoş geldiniz. Her şeyin hâlâ mümkün olduğu o son dakikaya. (F. BEIGBEDER / Kuzey Kulesi, 107. Kat)
Not 23: Kapitalizmin gördürdüğü tatlı rüyaların bugün yan etkilerini yaşıyoruz: Panik, terör, aciliyet, yabancı düşmanlığı, her türden bağımlılık, anksiyete, cinnet... Yasaklar çağından zevk çağına geçildiğinden beri bağımlılıklardaki bu artış hiç de şaşırtıcı değil. Duane Rousselle, ‚Psychoanalytic Sociology‘ adlı kitabında tekillikler çağında konuşmanın, yani anlaşılamamanın imkânsız hale gelmesinin bağımlılıkları arttırdığını yazmıştı. Çünkü tekil birinin elinde sadece zevk seçeneği var. Başkalarıyla nasıl tatmin edici bir ilişki kuracağını bilmeyen, ‚güçlü ve bağımsız‘ olma propagandasına kendisini kaptırmış biri sosyal düzene katılabilir mi? Lacan‘a göre, bağımlılık ‚konuşmasız alan‘ı işaret eder. Bütün bağımlıların „ilişki kurma, iletişim kurma, konuşma sorunları“ olduğunu yazmış Rousselle: „Bir tekilliğin başka bir tekilliğin anlayabileceği şekilde konuşması zor...“ Tekilleri bir araya getirebilecek tek şey, benzer zevkler ve benzer acılar... O zevk ve acı bittiğinde herkes kendi dünyasına, bağımlılıklarına döner.
Not 24: Artık her şey tekilliğe uygun olarak kişiye özel bir hale getirilmeye çalışılıyor. Çalışma hayatında da kişiye özel çalışma saatleri var artık. Bazı şirketler, çalışanlarının çalışma saatlerini kendilerinin belirlemesini istiyor, hatta isterse evden, isterse ofisten, isterse tatil yaptığı yerden çalışsın. Bu durumun olumlu yanları olsa da, bilinen anlamda topluluk ruhunun değiştiğini, artık başka tür bir insan ve toplumla karşı karşıya olunduğunu gösteriyor.
Not 25: İşçi sınıfı, köylerden koparılanların toplu halde şehirlerdeki fabrikalara yerleştirilmesiyle oluşmuştu ve bu bir aradalık ve kader ortaklığı onlarda bir sınıf bilinci ve kültürü yaratmıştı. Şimdi pandemiyle birlikte iyice yaygınlaşan uzaktan çalışma, gönüllü işsizlik, izolasyon ve yabancılaşma herkesi tek başına yaşamaya, kendine yetmeye zorluyor. Bu süreç henüz toplumun tüm kesimlerine tabii ki ulaşmış değil, ama tek tek bireyler özelinde işliyor, derinleşiyor. Fabrikada bir işçi, evine gittiğinde akıllı telefonuyla o dünyanın içine kolayca dalabiliyor. Herkesin güçlü ve bağımsız olmaya çalıştığı bir dünyada, İngiltere‘de olduğu gibi Yalnızlık Bakanlığı‘nın kurulması bu nedenle şaşırtıcı değil. Bir yandan irili ufaklı tarikat ya da tarikat benzeri kapalı topluluklar da toplumun içinde küçük adacıklar yaratarak başka tür bir izolasyon sağlıyor. Bu değişim, doğal olarak dışlamayı ve linç kültürünü de peşinden getiriyor.
Not 26: Değişen dünya ve insan karşısında, bizim yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Ama önce rüyadan uyanmayı istemek gerek. Ama uyanmak, hiç de öyle kolay değil. Hayatı garanti eden zevk ilkesinin zarar gördüğü, yani yaşama yüklediğimiz anlamın kırıldığı bir andır uyanış. Gerçeğe uyandırması gereken bilim bile, gerçeğin yerine geçecek daha büyük fantezilerin peşinden koşarken işimiz zor.
Not 27: Gecenin bir vakti, psikolog arkadaş arıyor.
“Çalışıyoruz bu saatte bile” diyor.
“Mustafa abi, her on vak’adan dokuzu boşanma meselesi. Gençler, ilk bir yılda boşanmanın eşiğine geliyorlar. Bunun dindarı, dindar olmayanı yok. Aileler perişan, gençler perişan! Kavga edip, boşanmanın eşiğine geliyorlar ve biliyor musun çoğunun da boşanmak için ciddi bir gerekçesi yok! Öylesine evlenmişler, öylesine boşanıyorlar… Aileler de bize gelip yuvanın kurtulması için uğraşmamızı istiyor!”
Not 28: Okullar açıldı bu hafta.
Veliler tedirgin, “zararlı madde” kullanım yaşı gittikçe düşmekteymiş de ondan.
Gençlerin büyük bölümü, “hedefsiz”, caddeleri, sokakları sarmış serserilerin kucağına düşmeye hazırmış!
Bir görüntü düşüyor önüme.
Ankara’da bir maganda, yaşlı bir adamı, caddeden yavaş yavaş geçiyor diye haşlar vaziyette!
Yaşlı özür dilese de, ne fayda.
Küt kafayı yapıştırıyor, yaşlı adam yerde.
Ne olacak ki?
Not 28: Son zamanlarda en çok duyduğumuz lâf, adli kontrol şartı ile serbest bırakılma!..
Dilan Polat dâvâsı gündemin bir yerinde… Tahliye beraat değil ama, iddianamedeki iddialar da az değil!.
Devam eden yargılama süreci hakkında yorumda bulunmak doğru olmasa da, konunun yansımaları üzerine titrememiz gereken "adalet"e olan güvenin biraz daha azaldığını düşündürüyor.
Olan biten “enerci”mizi tüketiyor iyice! Ah, Narin!..
Güzel bebek!..
Ekranlarda uzmanlar…
Biri “Katil ya da katiller ağırlaştırılmış müebbet alır” diyor…
Peki “yatarı” ne?
Hükümlü 30 yılını infaz kurumunda geçirdiğinde koşullu salıverilmeden yararlanabilir!
Rabbim emrediyor ki;
“Kısasta sizin için hayat vardır, umulur ki sakınırsınız!”
Umulur ki, ibret olur da…
Başkaları kalkışamaz aynı kötü işlere!
Cezada caydırıcılık.
İdamsa idam!..
Çıksın artık ey vekillerimiz!
Biri itiraz ediyor;
“Abi, idamın olduğu zamanlardaki idam uygulamalarına bir bak! Kimler kimler gitmiş ve kimler kimler gitmemiş ipe!”
Yani, adalete güven meselesi…
Tarihteki acı hatıralar!
Not 29: Günümüzde iktidarlar ya da sistemler doğrudan doğruya bireyi ele geçirmezler. Daha çok bireyin kendiliğinden, tahakküm bağlamını kendi içine yansıtacak seklide ele alır. Ve de bunu özgürlük olarak kabul edecek şekilde kişinin kendine etki etmesini de sağlarlar. “Kendini optimize etme ve boyunduruk altına girmek, özgürlük ve sömürü bu noktada aynı şey haline gelir.” Özgürlük ve sömürüyü kendini sömürme şeklinde bir araya getiren bu iktidar anlayışı bugün toplumu etkisini almıştır.
Bugün küresel sistem giderek daha incelikli sömürü biçimleri icat ediyor. Artık herkesin kendi öz iradesi ile sabah uyanıp kendini teslim ettiği mecralardan soyutlanamadan yastığa tekrar kafasını koyduruyor. Elbette birçok mecra da insanları oyalayıp, onların gerçekliklerini buharlaştıracak meşgale icat etmek hususunda oldukça maharetli bir yapıya sahip. Çok sayıda insanın hayatı artık daha fazla görünür olurken, insanların kendilerine ait olanı açığa vurma hususundaki cömertlikleri hayli düşündürücüdür. Sözde insanların kendilerini keşfetmelerini, kendilerindeki gerçek “ben”i bulmalarını teşvik eden sistem; ortaya koyduğu yeni metotlarla insanları bizzat sömürünün nesnesi haline dönüştürüp onları tahakküm altına alır.
Not 30: Her şeyin ölçülebildiği ve karşılaştırılabildiği bir düzenekte insan çoğunlukla bir rakam, bir oran haline gelir. Bu insanların hayatını daha iyi bir noktaya getirmek şöyle dursun daha da nesneleştiren, kimlikten azade eden bir hayat anlayışına dönüştürmüştür. Haya tasası yerine rakamların fenomen olduğu yeni bir değer anlayışı her şeye hâkim olmuştur. Sistemik zorlamalar, her şeyin ölçülebilir olması her türlü ilkenin bir ederi olduğu hissiyatını ortaya çıkarmıştır. Her şey pazar içindir anlayışı giderek egemenlerin hukuksuz, hâksiz çağını ortaya çıkarmıştır. Güçlülerin dünyasında hiçbir hukuk, hiçbir hak bağlayıcı değildir. Zorbalık bir üstünlük aracı olarak toplumlara, halklara dayatılmaktadır.
Bugün egemenlerin dünyayı çevirdikleri hale baktığımızda “bağımlı” bireylerin sistemin hiçbir aktörü için tehdit oluşturmadığını hatta oluşturabilecek hiçbir donanıma sahip olmadıklarını da görüyoruz. Egemenlerin karşılıklı rızası ile adeta insan hasadı yapılır gibi insanlar yok ediliyor. Sahici hiçbir yaptırıma muhatap olmayan sistemin aparatları ise her geçen gün el artırarak kendi amaçlarının meşruluğunu hiç sorgulamaya bile gerek duymadan yol alırken, halkların itirazları sistemin kendi örgüsü içinde boğuluyor. Yok ediliyor.
Her gün günleri, kayıpları ve kötülüğün ne denli hızla yayıldığını adeta seyrediyoruz. İnsan olan hiçbir yanımızda hiçbir acı duymadan günlerin ardından koşup gidiyoruz. Vicdanlara dokunacak her şeyden uzak durarak adeta vicdan gazı alacak işlerle kendimizi avutma noktasında ustalık sergiliyoruz. Sözün bittiği, hakikatin can çekiştiği bir düzlemde mazeretin karnının genişliğinde saklanan cüceler olarak; etkileşimlerin kasıntısı içinde umarsız bir yaşamı kutsuyoruz.