İrade terbiyesi adlı kitap ve filenin sultanları..
Rahmetli Cemil Meriç’in “Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim.” dediği bu önemli kitapta Fransız eğitimci Payot, “İnsan iradesinin zayıf olmasının...
Rahmetli Cemil Meriç’in “Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim.” dediği bu önemli kitapta Fransız eğitimci Payot, “İnsan iradesinin zayıf olmasının nedenlerini araştırdık, çözümün geliştirilmeye müsait duygu durumlarına dayandığını değerlendirdik.” diye belirtikten sonra eserin yazılma amacını “irademize faydalı olacak duygularımızı güçlendirmek ve zararlı olanları da uzaklaştırmak” olarak ortaya koyar.
Ahlak eğitimcisi, kitapta insanların ertelediği, ötelediği,
görmezden geldiği birçok sorunun çözümünün aslında o kadar zor
olmadığı ve üstesinden gelinmesi gereken şeyin “irade terbiyesi”
olduğunu dile getirir.
Payot’a göre hayattaki başarısızlıklarımızın tek sebebi irademizin
zayıflığıdır. İsteksizlik, tembellik, şehvet, kötü arkadaşlar,
düşüncesizlik ve enerjimizi başka şeylere harcamak doğamızı tamamen
etkiler ancak bu tutkular gelip geçicidir. Hâlbuki insanların
harekete geçmesi ve canlanması için çalışması gerekir. Çünkü
çalışmak insanı mutlu eder.
Çocuklarımıza bile ders çalışma konusunda ne kadar zor bir sistem
uyguladığımızı kendimiz de gözlemleyebiliriz. İşçiler kendinden
öncekiler kadar çalışır. Sınava giren öğrenciler en düşük notla
dersi geçmek ister. Kimse daha iyisi için çaba sarf etmez. İnsanlar
avukat, hâkim, doktor bile olsa zamanla hayatlarının ilk
yıllarındaki gibi zihinleri berrak değildir. Çünkü öğrenmeleri ve
araştırmaları gereken şeyler artmıştır, artık onlar da monoton
olarak hayata devam ederler. Hâlbuki hayatımızı çalışmadan anlamlı
ve faydalı bir şekilde sürdüremeyiz.
Çalışmanın birinci kuralı her zaman çok dikkatli olmaktır. İkinci
kural derin düşünme ve konsantrasyondur. Fransız eğitimciye göre,
başarılı olmak istiyorsak işimizi sevmek zorundayız. Birçok insana
hayat tercihi yapmasını isteseydik tabii ki sefalet içindeki bir
hayatı tercih etmez; bir entellektüelin hayatını tercih ederdi.
Düşüncelerimiz her zaman bir düzen içinde değil, genelde
ihtilaflıdır. Düşüncelerin doğal eğilimlerin ya da isteklerin vahşi
gücü karşısında bir gücü yoktur. Tekrar ve çağrışımlar olmazsa
zihin her düşünceyi derin bir yere gömmektedir. Burada tefekkür ve
bunun sonucunda kendimizi bulmak çok önemli kilit noktadır.
Yazar, insanın dış motivasyon kaynaklarından çevrenin önemine
değinirken neredeyse herkesin aile, arkadaş çevresi ve okul hayatı
gibi konulara çok çabuk kapıldığını dile getirir. Ona göre,
çevreden gelen dilin gücü öyle güçlüdür ki, ondan kendini
kurtarabilenler gerçekten kıskanılacak bir hayat yaşarlar.
Payot’a göre beslenme ve egzersiz gibi sağlıklı aktiviteleri de
hayatımıza dâhil etmemiz, uyku saatlerimize de dikkat etmemiz
gerekir. Burada savaşılacak iki düşman; şehvet ve tembelliktir.
Kontrol edemediğimiz tutkular da bize zarar verir fakat ömürleri
daha kısa sürelidir. Gereksiz özentiler, yanlış arkadaşlıklar,
başıboş eğlenceler gençlerin içindeki ahlaki ve asil duygularını
kötü bir maya gibi etkilemeye başlar. Bunların önüne geçmek ise
gençlerimize faydalı idealler telkin etmek ve enerjilerini o tarafa
yönlendirmektir.
Eğitim sisteminin de kişilerin iradesinde büyük etkiye sahip
olduğunu dile getiren yazarımız, eğitim yoluyla insanların zayıf
iradeli olabileceğinden söz eder. Liseye kadar her türlü aile ve
okul denetiminden geçen çocuklar, üniversite çağına geldiklerinde
tamamen yapayalnız bırakılır ve neye uğradıklarını şaşırıp boş
heveslerin ve tembelliğin pençesine düşer. Çünkü ona yıllarca
sorumluluk verilmemiş, aksine her daim yönetilmiştir.
Payot’a göre dünyada hiçbir şey uzun süre çaba sarf edilmeden canlı tutulamaz ve kamu yardımı olmadan aylar, yıllar boyunca devam edemez. Oysa buna çok ihtiyacımız vardır. Çünkü insan yalnız değil; sosyal bir varlıktır ve kendini topluma kabul ettirmeye çalışır. Bunu yaparken bazen toplumdaki büyük isimlerin desteğine ihtiyaç duyar.
Kısacası her şey bizim elimizde. Disiplin içinde çalışırsak, çalışmayı alışkanlık haline getirirsek, insan çevresindeki beş kişinin ortalaması düsturunu ilke edinip arkadaş çevremizi iyi seçip kötü alışkanlıklardan uzak durup nefsimize hakim olup irademizi terbiye edebilirsek karakterimizi değiştirebilir ve yüksek mertebelere ulaşabiliriz.
Filenin sultanları:
Beni pazar akşamı uykusuz bıraktıkları için onlara teşekkürler
ediyorum.
Strese soktukları…
Heyecanlandırdıkları…
Hatta ağlattıkları için de teşekkürler ediyorum.
Yüreğinize…
Aklınıza…
Kollarınıza…
Parmaklarınıza sağlık…
Hepinizin alnınızdan öpüyor, bize böylesine yaşamın bütün
sünepeliğinin içimize sindiği…
Gülmeyi unuttuğumuz…
Her birimizin üzerine insafsızca sindirilmiş bu yaşam gailesi
içinde boğuşurken…
İçinden çıkamadığımız hallere düşmüşken…
Siz, o akşam içimizi ferahlatmanız, duygularımızı kabartmanız
yok mu sizi tanımlayacak sözcük bulamadım biliyor musunuz!..
O sözcüğü bulamayınca da Ahmet Arif’in Anadolu şiirinde hani “Gör
nasıl yaratılırım yeniden” bölümünü size armağan etmek istedim.
*
Ne diyordu Ahmet Arif o şiirinde
“Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her
biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin
koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor
musun?”
*
Avrupa Şampiyonu sultanlarımıza ben daha ne diyeyim ki…
Rabb’im sizi; ailenize ve milletimize bağışlasın.
Son söz: Ülkenin gelirinin % 40’ını % 1 alırken; zengin daha zengin olurken, süreklilik arz eden yüksek enflasyon ve düşük faiz politikası ve adrese teslim düşük faizli ticari krediler nedeniyle varlık sahibi zenginlere sürekli servet tranferi yapılırken grevde olan maden işçilerine yapılan muamele ve yerin altında canını ortaya koyan ekmeğinin peşindeki bu insanlarımıza layık görülen düşük maaş vicdansızlıktır.
Not 1: bu ülkede en büyük kusurların başında liyakat gelir.
hakikat sanki göze batan cam kırığı, farkına varılması bile kimseyi
sevindirmiyor.
halk sızlanmıyor, çünkü daha iyisini istemek bir yana daha
kötüsünden korkuyor.
geleceği olmayan kimse günü yaşayamaz.
Dücane..
Not 2: sivil itaatsizlik bir çözüm biçimidir.
Not 3: İnsan yürümeye başlayınca, arabaya binmek istemiyor.
Ama, arabalar da fazla yatmaya gelmiyor.
Not 4: Hani "Ve kimsemiz olmadan oturacağız, Kıyısında ayrılığın.." diyordu ya Zarifoğlu..
Not 5: Ve gönül sabır ile harman olmadan, nasip ile buluşmazmış...
Not 6: Keşke vaktiyle saçma da olsa iki laf etseymişim. Susunca yok oluyormuş insan, çok sonra öğrendim.
Cahit Zarifoğlu
Not 7: Devrimciler insanlık için, tutucular sahip olduklarını
güvenceye almak için mücadele eder.
Esnaf, memur, çiftçi devrimci değil tutucudur.
Halkın çıkarlarını değil gelecekteki kendi çıkarlarını
savunurlar.
Not 8: Hele bakın şu dövizi tutmanın maliyetine? İthalatı patlattık, ihracatı zedeledik, rezervimizden olduk, KKM külfetini başımıza bela ettik. Elimiz yandı, bütçemiz yandı, dış itibarımız yandı, endekslerimiz tutuştu. Bunca eziyete rağmen tuttuğumuz kurun seviyesi de ortada… Ey iyi ahlak ve üstün akıl; sen ne güzel bir şeysin ve bize son derece gereklisin… Kıymetini bilemedik, lütfen geri gel, üzme bizleri…
Not 9: Enflasyonundan şikâyet eden ulusların yapması gereken, iştah ile imkân arasında dengeyi kurmak olmalıdır. Ürettiğinden fazlasını tüketiyorsan, ithalatı patlatırsın. Kazandığından fazlasını harcıyorsan, borcunu patlatırsın. Ayağını yorganına göre uzatmayan kişi için de kaçınılmaz olur bu açıklar… Enflasyon, ayağın yorgandan taşan (doğal olarak üşüyen) kısmıdır. Yorganı büyütmekten ya da kıvrılmaktan başka yol yoktur.
Not 10: Enflasyonun birincil etkilediği kesim; sabit gelirlilerdir. Zira bir tek onlar, artan fiyatlar karşısında gelirlerini artıramaz ve bu yüzden elsiz ayaksız kurbanları haline gelebilirler. Bakkal etiketlerini ayarlar, market zam yapar, pompacı üstüne koyar ve bu sayede enflasyon külfetini bir başkasına aktarma imkânı bulabilirler. Ancak sabit gelirlinin külfeti devredecek imkânı olmaz, kurbanı olur. Onların tek umudu; seçim sürecinde uygulanacak seçim ekonomisidir. Misal genel seçimde 1,1 trilyon lira açık, bu yüzdendi.
Not 11: Allah'tan başka her şeyin bir başlangıcı bir de sonu var. Hem de her şeyin.
Not 12: İçimiz tufan, dışımız tufan! Gökdelenler tufan, binlerce araba tufan, trafik tufan, arzularımız tufan, her şey tufan olmuş. Belki de tufan kendimiz olduk! Kendi tufanımızı kendimiz doğuruyoruz. Gemiler yapmalı. Bir değil, binlerce gemiler. Ya da kalbimizi onarıp içimize açılmalı. Tekliğimize, yalın, saf ve günahsız içimize.
DücaneCündioğlu, "Nuh gemisine almadı beni. Tektim çünkü. Nuh da
tekti ama güvendeydi. İnananlarla. Hep seçtikleriyle.
Eledikleriyle. Hep tenzih içinde." diyor "Hz. İnsan" kitabında.
Tufanımız çok, Nuh'umuz yok! O zaman duamız çok olsun. Hz. Nuh
gibi:
" Rabbim, beni, annemi, babamı ve evime mü'min olarak girenleri ve
mü'min kadınları ve mü'min erkekleri mağfiret et. Zalimlere
helakından başka bir şeyi artırma." (Nuh-28)
Not 13: Bugün Batı medeniyetine muhalefet eden unsurlar, ya
pastadan daha fazla pay almak isteyenler veya pastanın daha leziz,
daha besleyici ve daha az hastalık getiren bir pasta olmasını
isteyenlerdir. Henüz bu medeniyetin ürettiği pastanın yenilmeye
değmez olduğunu, ekmekle doymak gerektiğini söyleyen bir muhalif
çıkmış değil.
İsmet Özel
Not 14/ Bugün Batı medeniyetine muhalefet eden unsurlar, ya pastadan daha fazla pay almak isteyenler veya pastanın daha leziz, daha besleyici ve daha az hastalık getiren bir pasta olmasını isteyenlerdir. Henüz bu medeniyetin ürettiği pastanın yenilmeye değmez olduğunu, ekmekle doymak gerektiğini söyleyen bir muhalif çıkmış değil.
Not 15: İnsan ıstırabının özü, dünyanın geçiciliğidir. Dünya bir çiğ tanesi kadar uçucu. Ama yine de.
Yine de seviyoruz.
Not 16: Duymasa da hiç kimse şâir gönlümün,
Sende karar
kıldığını...
Ve içimin şerha şerha yarıldığını,
Sen bilsen
yeter..
Bir gün duysan bittiğimi, tükendiğimi..
Çıkıp gelsen uzaklardan
korkulu ürkek..
Bir incecik dal gibi üzerime titreyerek,
Eğilsen
yeter..... (Yavuz B. Bakiler)
Not 17: Aman güzel yavaş yürü
Yoldaki daşa değersin
Sen öyle bir güzelsin ki
Dokuz gardaşa değersin.
Azer Baba
Azer gibi vefalı olanlara olanlara gelsin..
Not 18: “Başarılı politikacıların kendi içlerinde hep yenilmelerinden ötürü, başkalarının önünde yenilmeye dayanamayacaklarını biliyordum. Bir insan çifte yenilgiye katlanamaz. Onların yükselmek için sürekli uğraşmalarının gizi budur. Başkaları üzerinde kurdukları iktidar onlara bir üstünlük duygusu verir. Yenilgiye uğradıklarını unutup, zafer kazanmış sayarlar kendilerini. Önem verdikleri tek şey olan büyüklük görünümünü yaymaya çalışırken, içten içe ne kadar boş olduklarını gizler bu zafer. (…) Çünkü gerçek kolay ve yakındır. Bu yalınlığın içinde de vahşi bir güç yoktur. Yaşamın vahşi, ilkel gerçeklerine ancak yıllar süren bir savaşımın sonunda varabildim. Çünkü insanlar yaşamın yalın ama çirkin ve güçlü olan gerçeklerine birkaç yıl içinde varamazlar pek. Gerçeğe ulaşmak artık ölümden korkmamak demektir. Her ikisiyle de yüz yüze gelmek büyük bir cesaret gerektirdiğinden, ölümle gerçek birbirlerine benzer. Gerçeklerde insan öldürdüğü için; ölüm gibidir.” (Neval El Seddavi / Metis Yayınları, Sıfır Noktasındaki Kadın, syf. 92, 105)
Not 19: Sana, suskunluğumu getirdim, sana hüznümü getirdim. Sana ölü kuşlar, müstehzi gülüşler, sana uğursuzluk, sana kemgöz, incinmiş kelimeler getirdim. Sana buram buram tüten bir yoksunluk, bitimsiz bir açlık getirdim. Görüyorum ki burada şefkate muhtaç ruhlardan başka bir şey yok. Görüyorum ki burası vakitsiz ölüler yurdu. İçimdeki baba sevgisi kadar ölü.
Not 20: Bu ülkede satın alma gücü kalmamışsa, vatandaşın
bankalara borcu 2,3 trilyon TL’ye, işletmelerinki 8 trilyon TL’yi
aşan noktaya vardıysa, içte pazarın zaten durgun olduğu göz ardı
edilip, daha da durgunlaştırıp, enflasyon rakamının peşine
düşülmüşse, dışarıda da gerek finansal, gerekse reel ekonomiyi
besleyecek damarlar tıkanmışsa klasik algılarınızla bu işin içinden
çıkamazsınız.
Durgunluk had safhada, enflasyon yükselme eğiliminde, gırtlağına
kadar borca batmış tüketici ve firmalar da günü kurtaracak kaynak
arayışındaysa ezberi bozmanız gerekiyor. Bunu yaparken de ‘faiz
düşerse enflasyon düşer’ gibi gerçek dışı fantezilerin peşine
düşmek yerine planlama ihtiyacınızın olduğunu anlamanız
gerekiyor.
Diyelim ki ekonomi yönetimi parayı buldu. İhtiyacımızı karşılayacak
kadar para bulmamız zaten söz konusu değil, ama diyelim ki buldu.
Sorun burada… Piyasalardan anlaşılan finans piyasaları olduğu
sürece, bulduğunuz parayı nasıl kullanacağınıza dair bir fikriniz
bulunmadığı müddetçe problemi aşmak olanaksız. Sadece beylik
laflarla üretime atıfta bulunmak yetmez.
Türkiye’nin üretimi, dış ticaret dengesini sağlayacak bir biçimde
yeniden yapılandırıp, önce iç tedarik zincirini güçlendirmeden,
ardından yaratıcı yıkıma ya da firma birleşmelerine gidip,
verimliliği yakalamadan, akabinde de katma değerli üretimlere
geçmeden enflasyon, işsizlik ve gerçek bir büyüme sorununun
aşabilmesi mümkün değil.
Not 21: POLİS vurmaya başladılar.
Yasalara göre hala 16 yaş ÇOCUK.
O çocuğa KARINI teslim et bakalım, neler olacak?
Bu yasalar değişmeli.
15 dolduğu an herkes REŞİT olmalı.
Allah rahmet eylesin polisimize.
Not 22: Bugün de geçerli olan bir tartışma 1950 - 60 arasında da vardı. Enflasyondan kurtulmak için işçi sınıfını mi ezelim, yoksa rantları mı keselim.
Not 23: Emekli maaşları TR'de düşük deniyor. Neye göre düşük? 24 milyon sigortalı var. Bunun 9 milyonu bağ‐kur. 5 milyonu emekli sandığı. Geri kalan 10 milyonun da 7 milyonu asgari ücretten prim yatırıyor. Buna karşılık 16 milyon emekli var.
Not 23: Rahmetli Avni Anıl üstadın bir şarkısında dile getirdiği
gibi “güzel olan” aranan ve sevilendir:
Kaderimde hep güzeli aradım…
Bu durum hayatın doğası gereği böyledir. Çünkü hadisişerifte “Allah
güzeldir, güzel olanı sever.” şeklinde buyurulmuştur. İslam
âlimleri burada güzel olanın güler yüzlü, hâl ve hareketlerinden
hoşlanılan, iyi izlenim bırakan kimseler olduğunu ifade ederler.
Yine kişinin içinin/kalbinin/gönlünün dışına yansıdığı; başka bir
deyişle kişinin ahlaki güzelliğinin yüz ve görünümüne aksettiği
belirtilir.
Not 24: Serin yerde yaşamak yazın, yazısı olmalıymış insanın. Yazı sevinilir kılan serin yerlerde dinlence mekanlarında olmakmış..
Not 25: Anladıklarımız açıkladıklarımızdan ibaret değildir.
İsmet Özel, Tahrir Vazifeleri
Not 26: Katıldınız mı?
- Evet.
Neye güvendiniz, burada size inandırıcı olan ne oldu?
- Katılan sayısına baktık, biraz tatmin edici miktardaydı. Bu kadar
insanın aptal olamayacağını düşündük.
Not 27: $ kuru neredeyse faiz kararı öncesine döndü. Yani 750 bp faiz artışı suyunu çekti. Döviz kurunu baskılamak için sadece faiz artırmak yetmez. Likiditenin de kısılması lazım, karşılıksız para basmaya son vermek lazım. Bol likidite olduğu müddetçe faiz artırmak 4 4'lük şov. Para yaratma süreci bitirilmeden, para arzı azaltılmadan faiz düşürmek pek bir anlam ifade etmiyor.
Not 28: Ne oldu böyle? Yeni ekip “rasyonel” diye yola çıktı, rasyonalitesi tutmadı. 5 yıldan bu yana ekonomi öyle bir savruluş yaşadı ki, hiçbir tahmin tutmuyor. Enflasyon tüm gelirleri, özellikle ücretlilere verilenleri daha ücretlinin eline geçmeden çalıyor. Mehmet Şimşek “Geleceğimiz çok parlak” demişti önceki gün. Sormak gerek: Geleceği sağlıklı öngörebiliyor musunuz ki (yıl sonu enflasyon tahmini tutmamışken) çok parlak olduğundan söz ediyorsunuz? Şimşek ve ekibinin sorgulanması için çok fazla zaman kalmadığı o kadar belli ki…
Not 29: Harari, İsrail'de eşcinsellerin onur yürüyüşü aleyhinde
birleşen dindar Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların, “biz
eşcinsellerin gösterilerine tanrı eşcinselliği yasakladığı için
karşı çıkıyoruz” demek yerine, “Kudüs sokaklarında bunları görmek
bizi derinden yaralıyor, eşcinseller nasıl hislerine saygı
duyulmasını istiyorlarsa onlar da bizimkine saygı duymalılar"
dediklerini, yani itirazlarını inançlarına değil, insani his ve
arzularına dayandırdıklarını söylüyor.
Çünkü modern çağın “geçer akçesi” insan hisleri.
Başka bir örnek vereyim.
Bugün tüm dünyada kardeşlerin birbirleriyle evlenmeleri yasak.
Bu yasak, tıbbi endişelerin yanısıra, kültürel mülahazalardan
devşirilmiş etik ve kanuni gerekçelerin birleşimine dayanıyor.
Kültürel mülahazalar dediğimiz ise ekseriyetle modernite öncesi
devirlerdeki paradigmanın kolektif hafızamızdaki yapışkan
kalıntıları…
Tek otorite ve anlam kaynağının “insanların arzu ve hisleri” olduğu
bir dünyada bu yasağın sürdürülmesi biraz zor görünüyor!
Reşit yaşta, aklı başında iki kardeş birbirleri ile evlenmeyi
arzularsa, modern hümanist paradigma, tanrı makamına oturtulmuş
insanların isteklerine şapka çıkarmaktan başka ne yapabilir?
Birçok ülkede eşcinsel evlilikler 2000’lerden sonra
legalleştirilmeye başladı.
Aynı şekilde kardeş evliliği de zaman içinde legalleşecektir.
Modern paradigmada hesap verilecek bir tanrı yok.
Hümanizm dininin “kutsalları” insan his ve arzuları.
Bu düzen, insanlara sunulan maddi refahın, konforun sürekli artması
üzerine kurulu.
Peki modernitenin çarkını çeviren maddi refah artışı durursa ne
olur?
Pusulaları artık arzu ve hırslarından başka istikamet göstermez
hale gelen insanlar darlıkta, yoklukta ne yaparlar?
Umarım bunu yaşayarak öğrenmeyiz.
Not 30: Tarihsel paralaks icadı bizde eski bir hastalıktır ve çoğunlukla zihniyet meselelerini ıskalamaktan doğar. Türkiye’nin felsefi ve bilimsel tarihçilikten uzaklaşıp popüler ikonlar üretmesi sebepsiz değil şüphesiz. Bundan dolayıdır ki toplumun ortak birikimini harekete geçirecek kolektif şuur ortadan kaybolur. Fertler kendilerini kurtarmanın peşine düşerler. Devlet topluma doğru açılıp nefes alacağı yerde kendisine doğru katlanarak sertleşir. Sermaye birikimlerinin devletten kayıtsız oluşması engellenir. Bu bakımdan temsilcileri değişmekle beraber niteliği aynı kalan bağlı/ bağımlı bir sermaye oluşur hep.
Üretim ile tüketim arasındaki maddi açık ise yıldan yıla büyür, konu sadece rakamlarla izah edilecek basitliğe indirgenir. Özellikle toprak bir düşünce ve üretim meselesi görülemez. Hamasetin rüzgarında kurutulup atılır. Sanayi ve türev üretimler ise ithalatçı karakterini daha da belirginleştirir. Hangi koşullarda neyin nasıl üretilip tüketileceği bir özgürlük tartışması sayılamaz oysa. İnsanın dünyayla kurduğu ve yaşadığı ülkeyle mayalanan esaslı bir varlık bağlamıdır üretip tüketmek. Türkiye üretmekten öte tüketmeye koşullanmış bir toplum olarak içine düştüğü yanılsamayı görmezden geliyor nicedir. Üretmek bir düşünce olduğu halde tüketmek sadece bir reflekstir. Hatta bağımlılık bile sayılabilir. Nüfus artışı, plansız kentleşme ve toprakla olan bağın niteliksiz zayıflaması beraberinde bir dizi problemi doğurmuş gözüküyor. Dışarıdan gelen hammadde oranı üretimin temel elementi olmayı sürdürürken, doğalgaz ve petrole ödenen paraları dengeleyecek iç üretim dinamikleri çok kırılgan.
Trakya, İç Anadolu, Akdeniz, Ege ve Karadeniz dolaşıldığında toprak karşısındaki çaresizliğimizi görmek zor değil. Gittikçe sahipsizlik görünümüne bürünüyor Anadolu. Neşesini yitirmiş bahçe misali sağı solu kırılıyor. Bir gelişmiş akıl karış karış toprağa hükmedemiyor buralarda. Kars platosunda hala Ruslardan kalan tarım izlerine rastlamak bu yüzden şaşırtıcı değil. Tesadüflerin yönlendirdiği parça parça çabalar ise derde deva olamıyor. İnsanlara üretmenin ve toprakla ünsiyet kurmanın felsefesini anlatmaya ihtiyaç var. Ne var ki tarım kesiminde bilgili ve üretken genç nüfus geri çekiliyor.
Bugün Türkiye’de üretmenin özünde bir insan derdi olmadığı için şehirler mantar gibi şişmekte, tarımsal üretim sendelemekte, maliyet fiyatlarındaki artış Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca nadir görülmüş büyük enflasyon tabloları doğurmaktadır. Enflasyonun yüksek ve sürekli olduğu bir ülkede dolaylı bir tek taraflı zenginleşme mekanizması işlemektedir. Devlet bu zenginleşmenin seyircisi olunca hele, kırılmanın derinliği artmaktadır.
Enflasyon kitlesel yoksulluğu körüklerken sınıfsal zenginleşmeyi de doğurur. Zamlar yoluyla dar gelirlinin yaşam düzeyi aşağı çekilirken devlet otoriterleşip kendi uydusu zenginler yaratır. Başta adil, yaygın ve yaşar bir hukuk atmosferine kavuşamamış ülke düzeninde uzun vadede toplumsal duyguları yaşatmak da mümkün değildir. İnsanlar salt duyguyla değil temel yaşama içgüdülerinin güvenliği içinde kendilerinden çıkıp çevrelerine yönelmeye başlarlar. İnsan güç için bir ara malzemedir böyle durumlarda.
Hayatın hamlığı ile insanın hamlığı kol kola girdikçe hele şehirler, kurumlar, her tür sosyolojik yapılar olmamışlık içinde kaotik bir görüntüye bürünerek zihniyet dünyasında olup bitenleri anlamayı daha da zorlaştırır. Böyle zamanlarla sayıları hep azalan idealist ve yöntem sahibi aydınlara çok iş düşer. Olmamış olanın büyük hamlığını çünkü ancak özgür olanlar fark ederler.
Not 31: Kaba saba, saldırgan, kavgacı bir dindarlık tarzıyla tanışıyoruz. Din insanı inceltmek ve yüreğine merhamet koymak içindir. Dinin nefsini eğitemediği kişi için din bir oyuncaktır, kendi huzursuzluğunu dış dünyaya yansıtma biçimidir. Bir kişiyi bile ikna edemedikleri gibi binlercesini insanlıktan soğuturlar. ‘Müjdeleyiniz, korkutmayınız’ ilahi hitabını asla dikkate almazlar. Varsa yoksa kendi nefisleri, kendi haklılıklarıdır mesele. Sadece dalaşla var olurlar. Cenab ı Mevla kalplerine izan ve merhamet koysun, niyazım odur.
Not 32: 60 bin kişinin bir futbolcunun uçağının rotasını canlı takip ettiği bir ülkede yaşadığınızı unutmayın.
Not 33: Bir ekonomide bir yönetime karşı iç ve dış güven sorunu
oluşmuşsa, yönetim değişmezse sorun devam eder. Güvenin temel
dayanağı; Hukuk; demokrasi, mülkiyet güvencesi, kurumsal devlet ve
sosyal huzurdur. Mevcut hükümetten bu alanlarda değişme beklemek
nafiledir. Dahası 10 milyon göçmen sorunu ve bunların eğitildiğine
dair söylentiler, toplumun huzurunu daha çok bozuyor.
Bu durumda halkın demokrasi talep etmesi gerekir. Demokratik
ülkelerde başarısız hükûmetler ve muhalefet liderleri istifa eder.
Bizde etmiyor; çünkü halkta biat kültürü oluştu, demokrasi talebi
zayıfladı.
Bu şartlarda; Tek yol IMF kalıyor. IMF ile dış güven sorunu
çözülür. Ayrıca IMF yabancı yatırım sermayesi için çıpa olur. Ne
var ki; IMF stand-by yapmak için popülizmin kaldırılmasını şart
koşar. Bu durumda Sayın Cumhurbaşkanı’nın “itibarda tasarruf olmaz”
anlayışını rafa kaldırması gerekir.
Not 34: Öğrenilmiş çaresizlik, bireylerin bir durumu kontrol
edemeyecekleri inancına kapıldıklarında ortaya çıkan bir psikolojik
durumdur. Bu durum, kişinin kendi eylemlerinin sonuçları üzerindeki
etkisinin olmadığına inanmasına ve dolayısıyla istenmeyen
sonuçlarla başa çıkma yeteneğinin sınırlı olduğuna inanmasına yol
açar. Sosyal medyanın bu kavram üzerindeki etkisi, çeşitli
mekanizmalar aracılığıyla gerçekleşebilir.
Birincil etki mekanizması, sürekli olarak mükemmeliyetçi ve pozitif
görünen içeriklere maruz kalmanın, kişinin kendi yaşamını yetersiz
bulmasına neden olmasıdır. Özellikle influencerların ve ünlülerin
hayatlarının sıkça paylaşıldığı bu platformlarda, gerçeklikle uzak
ilişkili idealize edilmiş yaşam tarzları yaygındır. Bireyler, bu
yaşam tarzlarını yakalayamamanın ve benzer bir deneyime sahip
olamamanın hayal kırıklığına uğramışlığını yaşayabilirler.
İkinci bir mekanizma ise, sosyal medyanın olumsuz içerikleri ve
haberleri sürekli olarak sunmasıyla ortaya çıkar. Sürekli olarak
şiddet, krizler, felaketler gibi olumsuz olaylara maruz kalmak,
bireylerde dünyanın kontrol edilemez bir yer olduğu inancını
güçlendirebilir. Bu da öğrenilmiş çaresizlik duygusunun gelişmesine
katkıda bulunabilir.
Not 35: Seneler seneler önce Boğaziçi’nde okurken büyük
sınıflardan dahi hacim olarak daha büyük bilgisayarda punch
kartlarla SPSS’de regresyon modelleri denerdik, programlamada çok
vahim bir hata yapmış isek çıktının üzerinde çok büyük hurufatla
(harfler) FATAL ERROR (Çok vahim hata) yazardı, bugün ekonomi
yöntemi de FATAL ERROR veriyor.
1999 senesinde Nobel ekonomi ödülünü Kanadalı iktisatçı Robert
Mundell’e veriyorlar, Mundell’i Nobel’e götüren süreçte kilometre
taşı formüle ettiği ünlü “uyumsuzluk ya da imkansızlık üçgeni”.
Mundell’in teorisine göre, çok doğru bir teorik analizdir, bir
ekonomide sermayenin serbest dolaşımı (1), bağımsız para politikası
(2) ve kurların istikrarı (3) üçlüsünü aynı zamanda gerçekleştirmek
mümkün değildir.
Bu imkansızlığı gerçekleştirmek isterseniz ekonomide büyük kriz
çıkar, mesela aylık enflasyon yüzde ona çıkar.
Bu teori üzerinden Türkiye’ye baktığınızda ekonomi yönetimi büyük
bir cehaletle bu üç konuyu aynı anda gerçekleştirmek peşinde
senelerdir yani sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ülkede
bağımsız para politikası uygulamak istiyor, faizleri kendi
denetiminde tutuyor ve yine aynı zamanda kurların istikrarı için
kurları baskılıyor.
Bunun imkansız olduğunu bilmek, görmek için iyi bir ekonomiye giriş
dersi almış olmak bile yeterli.
Sermaye hareketleri serbest ise hem kurları hem de faizi
baskılayamazsınız ama bizim yüksek maaşlı cahil iktisatçılar ekibi
yanlışta ısrar ediyor.
Mundell’e 1999 senesinde Nobel ödülünü boşuna vermediler
cahiller.
Camdan, belirli bir çapı olan U şeklinde bir bileşik kap düşünün,
bu bileşik kapın içinde su var, sağ kolu faizler, sol kolu ise
kurlar anlamına gelsin.
Elinize de kabın çapı kadar bir piston alın sağ kol (diyelim
faizler) üzerinden suyu aşağı doğru itin yani baskılayın, su
mutlaka sol kolda (kurlar) yükselecektir.
Suyun bileşik kap içindeki hareketi sermaye hareketlerinin
serbestisi demek, sağ kolu pistonla bastırmak faizleri baskılamak
anlamına geliyor ama o zaman sol kolda suyun yukarı yönelmesi yani
kurların artması kaçınılmaz; tam tersi de geçerli doğal olarak,
kurları (sol kol) bastırırsan bu kez de sağ koldaki su (faizler)
yukarı çıkacak, bunlar ekonomi teorisinin emri.
Ancak, eğer ağır cahil isen eline iki piston alıp camdan bileşik
kabın hem sağ hem sol kolunu baskılarsın (hem kuru hem faizleri)
ama o zaman da cam kabın kırılması, parçalanması kaçınılmaz
olur.
Bugün de Türkiye ekonomisinde aynen bunu yaşıyoruz.
Not 36: Papağan satıcısı müşteriye anlatıyormuş, “bu papağan çok özel, sağ ayağını çekersen İngilizce, sol ayağını çekersen Fransızca konuşuyor”; zeka geriliğine sahip aptal bir müşteri de “ya iki ayağını da çekersem nece konuşuyor?” deyince papağan cevap vermiş: “Düşerim salak”.