Bir kemancı New York metrosunda 45 dakika boyunca çaldı. 
Bir avuç insan durdu, birkaçı alkışladı ve kemancı yaklaşık 30 dolar bahşiş topladı.
Kimse bunu bilmiyordu ama kemancı dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri olan Joshua Bell idi. 
Joshua o metroda, 3,5 milyon dolar değerindeki kemanıyla şimdiye kadar yazılmış en karmaşık parçalardan birini çaldı.
*
Joshua Bell metroda çalmadan iki gün önce Boston'daki bir tiyatronun biletleri tükenmişti ve koltukların ortalaması 100 dolar civarındaydı.
*
Bu deney, sıradan bir ortamda olağanüstü olanın parlamadığını ve çoğu zaman gözden kaçtığını ve değerinin bilinmediğini kanıtladı.
*
Her yerde hak ettikleri takdiri ve ödülü alamayan parlak yetenekli insanlar var. Ancak kendilerini değer ve güvenle donattıklarında ve kendilerine hizmet etmeyen bir ortamdan uzaklaştıklarında, gelişir ve büyürler.

Kişinin değeri, doğup büyüdüğü yerde gereği gibi bilinmez. Daha önce ad kazanmış kimseler vardır. Aile rekabetleri vardır. Küçüklüğünde yaptığı çocukça davranışları bilenler vardır. Bütün bunlar, onun yüksek bir kişi olarak kabul edilmesini engeller.
*
İçgüdüleriniz size bir şeyler söylüyor. Eğer bulunduğunuz yerin yeterli olmadığını söylüyorsa onu dinleyin!
*
Takdir edildiğiniz ve değer gördüğünüz yere gidin.
Değerinizi bilin.

Son söz: Bedava sirke baldan tatlıdır ama sonunda ağzın yanar..

Tadımlık: Titrek bir mum alevinin havaya
Bıraktığı bulanık bir is
Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz
Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla
Ve tarihle yargıla..

Bal değildir ölüm bana
İdam gül değildir bana geceler çok karanlık
Gel düşümdeki sevgilim ay ışığı yedir bana
Ah ben hasrete tutsağım
Hasretler tutsak bana..

Not 1: 2001 krizinin bize öğrettiği bir şey varsa o da: Yurt dışından kim borç alırsa alsın, eninde sonunda bu borç Hazine’nin borcuna dönüşür, gerçekliğidir.
Döngü şöyle işliyor: Varsayalım ki bir şirket yurt dışından vadeli bir mal ya da doğrudan kredi aldı. Eğer dışarıda borç veren içeride borç alan gerçek ya da tüzel kişinin ortağı değilse banka teminatı ister.
Bu gerçek ve tüzel kişi herhangi bir sebepten dolayı borcunu ödeyemezse veya batarsa, bu borcu kişiye kefil olmuş banka öder.
Batak şirketler artarsa ve banka faaliyetlerini yürütemeyecek kadar zaafiyet içine düşerse, bu defa banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilir. TMSF’nin elindeki fonlar da bitince, TMSF, Hazine’den borç para ister ve batmış bankaların taahhütlerini yerine getirmeye çalışır.
Bu böyle olduğu için de yabancılar Türkiye’nin toplam borcunu (yaklaşık 500 milyar dolar) her zaman Türk Hazinesinin borcu olarak görürler.
Bugünlerde yurtdışından %8 ila %12 bandında borçlanabiliyoruz. 500 Milyar dolar borçların bir kısmı faizsizdir. Buna rağmen yıllık 25 milyar dolar ve üzeri bir faiz ödüyoruz. Bu meblağa itiraz etme ve çareler araştırmak ekonomi yönetiminin, uzun vadeli en önemli görevi olması umulur.
Ak Parti hükümetlerinin ilk on yılında Türkiye’ye gelen yabancı yatırımcılar, bazı yıllarda, yıllık getirilerini %25’in üzerine çıkarabilmişlerdi; 2013’ten sonraki dönemde bizden kazandıkları bütün parayı kaybettiler, desek yanlış olmaz.
2003-2013 dönemindeki tatlı kârları henüz unutmamış olanlar tekrar gelmeyi, 2013 sonrası dönemde zarar edenlerse, önce bütün risklerin bertaraf edildiğini görmeyi tercih ediyorlar.
Sıcak para sahibi yabancı yatırımcıların girişinin sınırlanacağı fakat yabancı gerçek yatırımcıların (greenfield, sıfırdan yapılan yatırımlar) girmek için kapıları zorlamaya çalışacağı bir ekonomi…

Not 2: Bu ülkede eğitimden başlayarak verimsizlik ve kalitesizlik her yanımızı sarmış durumda. Mevcut anlayışın devamı durumunda ileriki yıllarda çok daha zor dudumda olacağımız nerede ise kesindir.

Not 3: Çin bile 1,3 milyar nüfusuna bizden daha yüksek asgari ücret verebiliyorsa biz neden 500-600 doları çalışanlarımıza veremez duruma geldik?
Evet, Türkiye’de bilim ve teknoloji ilerlemiyor, çünkü ülke yönetimi adeta bu durumu teşvik ediyor.
Eğitimlilerin ülkeden gittiği bir durumun geride kalanlar açısından fakirlik ve yoksulluk olduğunu Venezuela bize göstermedi mi?
Kısaca asgari ücret ve genel ücret seviyesi aslında ülke yönetiminin kalite seviyesidir.
Buna göre bir kez daha düşünüp asgari ücreti ele alalım...

Not 4: PISA 2022 araştırmasında Türkiye 38 OECD üyesi ülke içinde 32. sırada çıktı, evet 34. sırada idik, şimdi 32. sıradayız ama, kendimizi kandırmayalım, 38 üye ülke içinde 32. Sırada olmak yeterince can sıkıcı, üzüntü verici bir durum, kimsenin, hele yöneticilerin, bu berbat sıralamadan birinci dereceden sorumluların “iki sıra kazandık, öne geldik” gibi saçma sapan gerekçelerle sevinmeye hakkı yok, hadleri de yok.

En son 2018’de yapılan PISA ölçümünün 2022 araştırma raporu yayınlandı. Raporda Türkiye’nin matematikteki puanı sabit kalırken okumada 10 puan azaldı, fende 8 puan arttı. Türkiye her üç alanda da 2018'e göre daha üst sıralarda yer almasına rağmen OECD ortalamasının altında kaldı. PISA 2022 uygulamasında Türkiye 81 ülke arasında 39'uncu, 38 OECD ülkesi arasında 32'nci sırada yer aldı.

Not 5: Türkiye’de enflasyon yüzde yetmişlerin üzerinde iken Cumhurbaşkanı Erdoğan pandemi günlerinde “Fransa’da, Almanya’da, ABD’de yüzde yedi, yüzde sekiz enflasyon çok daha büyük sıkıntı” diyebilmiş idi, ne demişler, “imam nezle olsa, cemaat yorgan döşek yatar”.

Not 6: Benim bu krizden beklentilerim var. Misal, zombi şirketlerimizin ölümü, kötü yönetilen kurumların rasyonele dönüşü, verimsiz işletmelerin el değiştirmesi gibi…

Not 7: Aslında gerçekten rahatlamaz, avunur âdemoğlu... En iyi avuntu da dünyadan vazgeçtiğimize, hırsları zincirlediğimize kendimizi inandırmak... Yalan da olsa inandırmak... (KEMAL TAHİR / Esir Şehrin İnsanları)

Not 8: Bizler insanız; evet, tıpkı üstüne oturulduğu için sandalyelerin sandalye, hortumu olduğu için fillerin fil, falına bakılabildiği için papatyaların papatya sayıldığı gibi, bizler de konuşabildiğimiz, üretebildiğimiz ve uzay araçları yapıp dünyada varlığını kuruttuğumuz şeyleri uzayda aramaya gidebildiğimiz için "insan" olarak isimlendiriliyoruz.
Bana fazlasıyla gerçek gibi görünen bu duruma itirazı olan varsa, buyursun söylesin.
Ama demagoji ve laga luga yapmasın, haklı çıkmak için anlamın canını çıkarmasın.
Sanırım kurulabilecek hiçbir itiraz cümlesinin gerçeğin nezdinde fazla bir şansı yok; biz birbirimizi gayet iyi biliyoruz ve hiçbirimizin insanlık konusunda iddialı olacak hali yok!

Sözlerimiz, teknolojinin en geri dedektörlerince dahi yakalanabilecek kadar çok yalanla dolu.
Bu da bir rastlantı değil; çünkü bizim durmadan allama ve pullama ihtiyacı duyduğumuz hayatlarımız baştan sona pespaye yalanlarla dolu!
Siz inanıyor musunuz gerçekten söylediklerinizin doğruluğuna?
Yanındaki ile basit bir insaniyet atmosferini paylaşamayanlar, dünyaya sağlam bir gelecek hayali sunabilirler mi?
Hayatı anlaşılmaz bir inatla örseleyip eskitenler, pimini çektikleri yeni hayatın masumiyetinden sözedebilirler mi?
Kendimizi dolduruşa getirmekten ne zaman vazgeçeceğiz?
Açıklarımızın kendiliğinden ortaya çıkmasını, yanlışlarımızın yüzümüze vurulmasını beklemeyelim.

Yeni hayat öyle bir hayat ki; hantal gövdesiyle bütün hataları ve bütün ayıpları örtebiliyor.
Hatta bizzat onlardan besleniyor.
Yani sınıfta kalma kaldırıldı; siz istemediğiniz sürece insaniyet dersinden çuvalladığınızı kimse yüzünüze vurmuyor.
Öyle de yaşayıp gidebiliyor, hatta yerine ve zamanına göre başarılı bir kariyer bile edinebiliyorsunuz kendinize.
Koca koca yapılar kurup, koca koca değirmenler döndürmek için bir ruha ihtiyacınız yok çünkü.
Ruh sadece insanlığınız için gerekli size; ama siz de insanlığınıza ihtiyaç duymuyorsunuz zaten!
Siz, yani biz, yani onlar!..
Hiçbirimizin kaçacak bir deliği yok; bu ayıp, bu günah, utanç verici bu koca ağırlık hepimize ait.

Boş kafalı plastik insanlardan olmak istemiyorsak; yaşamanın ağır yükünü üstlenip insanlığımıza sahip çıkmalıyız bir an önce.
Ama kafa konforumuz herşeyden daha önemli görünüyorsa gözümüze; bu boş ve plastik hayatların kof saadetlerinden istediğimizi seçelim.

Not 9: Gözümüzün seğirmesi neye işarettir? Ya kulağımızın çınlaması? Bu tuhaf haller, vücudumuzun küçük parçalarının, aniden konuştuğu lisanı terkedip bilmediğimiz başka bir lisana geçmesi gibi şeylerdir. Neden olduklarını bilemeyiz. Buna rağmen fizyolojik olarak birşeylerin yolunda gitmediğine işaret olabileceklerini pek düşünmek istemeyiz. Onları daha çok, hayatımızı değiştiriverecek bir telefon sesi, tatlı sürprizler hazırlayan bir kapı zili gibi sevinçli bir beklentiyle yorumlarız. Ruhumuzun böyle tatlı bir refleksi vardır sanki ve biz, bilinmez olanı bulmak için, önce ve kararlılıkla "İyi İhtimaller Kutusu"nun kapağına uzanırız hemen. Bunu hepimiz yaparız. İçimizin ümit kandilleri hiç sönmez. Oysa yaşadığımız o uzun ve zor hayat; çatık kaşlı bir öğretmen edasıyla defalarca kulağımızı çekerek, kötü ihtimalin aslında büyük ihtimal olduğunu hatırlatmıştır hepimize. Yine de biz, ne zaman gözümüz seğirse heyecanlanır, ne zaman kulağımız çınlasa hayra yorarız. Ruhumuzun böyle bir refleksi olmasa; herhalde bu uzun ve zor oyunu sürdüremezdik. Hele mantığımız sık sık bütün ümitlerin tükendiğini fısıldarken kulağımıza... Ama böyle olmaz. Her defasında yıkılır ve her defasında yeniden ayağa kalkarız. İçimizdeki o kaynağı belirsiz heyecan, bilinmez bir enerjiyle karşı çıkar bütün uğursuz yargılara. Bir hayat seğirmesi ya da bir sevinç çınlaması gibi... Açıklayamayız ama yine de uyarız bu direnç çağrısına.Yola devam ederiz. Damarlarımızda dolaşan o uçarı hayat kıvılcımı bir yolunu bulur ve yeniler kendini. Bugünün bakış perspektifiyle bakıldığında bu yenilenme, en az gözümüzün aniden seğirmeye ya da kulağımızın durduk yerde çınlamaya başlaması kadar tuhaf ve beklenmedik bir rota değişikliği gibi görünür gözümüze. Oysa rota her zaman sabittir; sadece biz dalgınlığımızdan sıyrılır ve zaten orada duruyor olan denizi farkederiz.

Not 10: Deniz, içindeki bütün balıkları tanır; ama balıklar, bütün ömürlerini bu işe vakfetseler bile o koskoca denizi yine de tam olarak tanıyamazlar.
Gökyüzü, kanat çırpan bütün kuşlardan haberdardır; ama o kuşlardan hiçbiri, o koskoca gökyüzü hakkında tam bir fikre sahip olamazlar.
Dünya, yaşanmış bütün hayatların şahididir; ama insanlar, o küçücük hayatlarında, ne büyük bir devrana şahitlik ettiklerini bir türlü kavrayamazlar.

Not 11: Neden yazılır bir şiir
Neden okunur bunca yazı
Çünkü nasıl aşılabilir başkaca
İnsanın karmaşıklığı..

Edip abi 

Not 12: Bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazdı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sona bakımsızdı.
Ve her şey
Bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı.

Edip abi

Not 13: Sırası gelenler ölerek, çürüyerek, eskiyerek ve unutularak tek tek varlıklarını yitirecekler.
Zaman döne döne o kadar büyüyecek ki, kimsenin bir esamesi kalmayacak bu kocaman yumakta.
Kimseye kalmayacak dünya!
Ulaşmak için ömürlerimizi gözden çıkardığımız hedefler, zamanın borsasında pul bile etmeyecekler.
Bir fazla karışına damarlar dolusu kan döktüğümüz topraklar, üzerimizi örtmeye yetmeyecek kuru mezarlarımızda.
Her şeyi ifade etmeye yettiğini sandığımız fikirlerimiz, sonsuzluk fikrinin ihtişamı karşısında çöldeki bir kum zerresi kadar yer tutmayacaklar.
Dünyayı yakmaya değeceğini sandığımız geleceklerimiz, biz hayatın küçük yutkunmalarında sabırsızlanırken sararıp geçmişe dönüşecekler.

Not 14: Hikayelerimiz yaşandıkları andan itibaren kuru çınar yaprakları gibi çürüyüp gidecekler.
Uğruna iyilikleri kurban ettiğimiz kötülükler, ilk rüzgarla birlikte alacaklar avuçlarımızdan kara nimetlerini.
Başarılar başarıldıkları anda eskiyecekler.
Bütün kaprislerimize hiç sesini çıkarmadan boyun eğen bugünler, kapısını yüzümüze çarpan acımasız yarınlarla yer değiştirecekler.
Bugün burada olanlar, yarın olmayacaklar.
Ve dünya kimseye kalmayacak.
Bizler yaşayıp kendimizi tükettiğimizle, hırslanıp kaybettiğimizle kalacağız.

Not 15: Dünyanın perdesi kapandığında bütün yaşayanlar yeniden varlıkla dolacaklar.
Bütün yaşananlar hatırlanacaklar.
Dünyayı cebine indirdiğini düşünenler, ceplerindeki boşluğun büyüklüğüyle sarsılacaklar.
Zamanın boy aynasında kendilerine bakanlar, insanlıklarının boy ölçüsünü görünce şaşıracaklar.
Bugün dünyanın kara güçlerini kuşananlar, yarın orada kolsuz kanatsız kalacaklar.
Muhteşem zincirlerle dünyaya bağlananlar, ihtişamlarını çok arayacaklar.
Bugün burada hakedilmemiş saltanatlarını sürenler, yarın orada kendi ruhlarından kaçacaklar.
Dünyanın kara kargaşasında hayat hakkı bulamayanlar, ebediyyetin huzurlu vadilerinde hayat bulacaklar.

Not 16: "Neden seçip duruyoruz?" sorusuna verilebilecek cevapların listesi:
1. Çünkü hepimiz değişik şiddetlerde bile olsa mazoşistiz. Bu yetenek bu ülkede yaşamakla otomatikman kazanılıyor.
2. Çünkü hepimiz değişik şiddetlerde bile olsa sadistiz. Bu yetenek de bu ülkede yaşamakla kazanılabiliyor; ama otomatikman değil, biraz gayretle...
3. Çünkü başımıza gelebilecek belalarda tercih hakkımız olsun istiyoruz. Öyle ya madem beladan kaçamıyoruz, bari başımıza nasıl ve kimin eliyle bela açılacağını biz belirleyelim.

4. Çünkü canımız sıkılıyor. Bu ülke hem o kadar hareketli ve hem de o kadar can sıkıcı ki, insanlar oy verme eziyetini bile eğlenceli bulabiliyorlar.
5. Çünkü birşeyler öğrenmek istiyoruz. Aşırı meraklıyız, oy kullanmanın nasıl birşey olabileceğini bile merak ediyoruz. Bu daha çok ilk kez oy kullananların kullanabileceği bir gerekçe olabilir.
6. Çünkü bir vatandaş olarak başka hiçbir işe yaramıyoruz. Tabii bütçeye ve yayılmasına ses çıkarmadığımız genel enayilik duygusuna katkılarımız sayılmazsa...
7. Çünkü sosyal aktivite manyağıyız. İçerik olarak zayıf kalıyor olsa da seçimlerin bir sosyal aktivite olmadığını söyleyemeyiz. Bu durumda, fena halde sosyal aktivitesi gelmiş bir kısım insanın seçim telaşesine katılmasını da anlayışla karşılamak gerekiyor. Piknikleri, yurt gezilerini, pürteorik sempozyumları anlayışla karşıladığımız gibi...

8. Çünkü kolay müptela oluyoruz. Nasıl bir kere sigara içenimiz bir daha bırakamıyorsa, bir kere oy verenimiz de bir daha kendini gidip oy vermekten alıkoyamıyor.
9. Çünkü kurbağalar kadar iyimseriz. Kurbağalar da öyledir. İlk vırakladıklarında seslerinin kötü olduğunu anlarlar aslında. Ama sonsuz iyimserlikleri yüzünden, ömürleri boyunca vıraklamaya devam ederler. Bizim ki de böyle birşey olabilir. İçimizdeki "Bu defa herşey farklı olacak" duygusu durmadan seçip durmamız sonucunu doğuruyor olabilir.
10. Çünkü sandık hobimiz vardır. Gördüğümüz sandık çeşitlerinden (limon sandığı, hazine sandığı, emekli sandığı, çeyiz sandığı vs.) hiçbirine kayıtsız kalamadığımız gibi seçim sandığına da kayıtsız kalamayız. Üstelik eve götürmemize izin vermeyeceklerini bildiğimiz halde.

Not 19: Renklerin ve zevklerin münakaşasıyla kırk yılını geçiren Türk siyasetçileri bizi ortam hakimiyetinin renksizliğe ve zevksizliğe terk edildiği bir döneme ulaştırdılar. Bu saatten sonra Türkiye için hedef belirlemek gündem dışı kabul edildiği için sağı mı yoksa solu mu takip etmek gerektiği hiç kimse için hiçbir önem arz etmiyor. Bu yüzden kimin yerinin belli bir doktrin çerçevesinde iyi veya kötü olduğuna işaret etmek mümkün değil. Türkiye''de cumhuriyetin ilânıyla neyin başladığını izaha güç yetirebilen, "bizim" diyebileceğimiz tarihçilerden, bilim adamlarından, sanatçılardan mahrumuz.
Yanında yer alındığı zaman ülke selâmetine dair sarih bir tutumu arz edebileceğiniz siyaset adamları olmadığı gibi, karşılarında yer alınmak suretiyle onların melun olduklarına işaret edebileceğiniz siyaset adamları da yok. İnsanların bir makamı işgal etmeleri bir belâ, gönüllü veya gönülsüz o makamı terk etmeleri yeni bir belâ.

Not 20: Hangi türden olursa olsun Türkiye''deki siyasi çekişmelere bir anlam vermek günden güne zorlaşıyor. Günümüzde bir siyaset adamının diğerine neye istinaden karşı çıktığı artık oldukça çetin bir bilmecedir. Önceleri bu kadar çok meçhul ile çevrelenmiş değildik. Demokrasi deneyiminin başlangıcında iki parti arasındaki fark Adnan Menderes''in ifadesiyle yarışa sonradan katılan Demokrat Partinin "bir parmak daha solda" yer almasından ibaretti. Eğer 27 Mayıs 1960 ihtilâli kavramları tepe taklak etmeseydi geçen kırk yılın sonunda şimdi kendimizi ABD''deki düzene paralel bir siyaset içinde bulacaktık. Partilerin yapısı göz önüne alındığı zaman her ne kadar al birini vur ötekine denilebilse de nihaî tahlilde siyasi çekişmenin muhafazakâr cumhuriyetçilik ile liberal demokratlık arasında cereyan ettiği söylenebilecekti. 27 Mayıs bu tabloya ulaşmamıza fırsat vermedi.
İkinci Cumhuriyet ibaresinin ilk olarak 27 Mayıs''ın akabinde ağza alındığını biliyoruz. Her şeyin yeni baştan değerlendirilmesine heves edildiği bu çağda hiçbir doktrine eğilim söz konusu değilse de tercih edilen renk her çeşidinden kırmızı tonlarıydı. Söylendiğine göre güdülen amaç cumhuriyetle gerçekleşen şekil değişikliklerine muhteva kazandırmaktan başka bir şey değildi. Türkiye bir iskambil destesi gibi önce ikiye bölünüp sonra karılmaya başlanmıştı. 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden bir süre sonra deste tekrar ikiye taksim edilip karıştırılma yoluna gidildi. Bu kez güya bir "tarihsel hata" giderilmek isteniyordu. Samur kürk bile olsa hatayı kimse üzerine almadığı için böyle ifadelere başvurmaya bir daha kimseler kalkışmadı. Fakat bir kez ağza "hata" sözü alınmış olsa dahi siyasetin "türbe yeşili" karşısındaki zaafı bariz bir şekilde ortaya çıktı. Türk siyaseti içinde gitgide karma unsurlar barındırıyor, daha karmaşık hale geliyor; ama hâlâ hiçbir doktrinin suyundan gitme eğilimi göstermiyordu.

Not 21: Hep söylüyoruz ve hep söylemeliyiz iddialarımız boyumuzu çoktan aştı. Başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmayı unuttuk neredeyse. Kendimizde büyüklük vehmetme gafletine biraz da bu yüzden düşüyoruz. Hayatı, modern mantığın kendi kısır döngüsüne kilitleyen icatlarımızı bu yüzden yüceltebiliyoruz rahatlıkla. Zaman zaman yaşadığımız bu kısır döngüden çıkarabilsek kafalarımızı, gökyüzüne çevirebilsek bakışlarımızı, gökyüzünün olağanüstü tuvalini, bulutların ihtişamını, bulutlardan sonrasına uzanan sonsuz uzay mesafelerini, yıldızları birer küçük ışıltıdan ibaret bırakan o akıl almaz büyüklük hissini tefekküre imkân bulabileceğiz. Bu sayede tabiri caizse boyumuzun ölçüsünü alacak, âlemde bir noktadan ibaret olduğumuzu yeniden bilecek, aczimizi yeniden kuşanabileceğiz. Giymeye cüret ettiğimiz bütün bu iddia kılıklarının bu minik cüsselerimizde ne kadar bol, ne kadar iğreti ve ne kadar zavallı durduğunu görebileceğiz.

Not 22: Ecem Erkek köpeğini çok seviyor. Bunu Instagram hesabından görebiliyoruz. Daha önce de çok kez sokak hayvanları için çağrı yapmış. Açıkçası sokak köpekleri hassasiyetinde samimi olduğu ortada. Ancak Gazze’de 60 gündür her 10 dakikada bir çocuk ölürken, Gazze’nin de köpekleri ve kedileri telef oldu. Bari onları görseydi değil mi?

Not 23: Sponsorlar ve ünlüler… Bu ilişkiler her zaman vardı. Ancak bu kez başka. Sosyal medya çağında, ünlülerin bazı olaylar karşısında yeri geldi mi “ot gibi” davranmaları mümkün değil. Ünlülerin verdikleri ve vermedikleri tüm tepkilerde sponsorların, ajansların hatta metin yazarlarının etkisi olduğu biliniyor. Yani ünlülerimiz aslında özgür değiller. Birçoğunun iradeleri yok. Cümle kurmaktan bile acizler. Bu nedenle de Instagram’daki takipçi sayılarına ve yönetilebilirliklerine göre rol kapabiliyorlar. Özetle; memleketin duyarsız, ilgisiz, alakasız ünlüleri Gazze kadar özgür değiller. Bunu gördük. Bundan sonra neler göreceğiz acaba?

Not 24: Bir taraftan da, yaşadığımız ânda olmayan, ulaşamadığımız her şeyi gelecekten beklemek yanlışına düştük. Bununla da yetinmedik; ertelemeyi bir imkan olarak gördük ve içinde bulunduğumuz ânda yapabileceğimiz pek çok şeyi öteleyerek ve yine öteleyerek elimizden kaçırır olduk.

Not 25: “Ruhlarımızın susaması suyun cazibesiyledir” buyurmuş Hazreti Mevlânâ. Biz kana kana içenlerin bile kanamadığı, içmeye doyamadığı o suyun membaını aramaktan geçtik, bu yetmezmiş gibi, susuzluğu bir an önce giderilmesi gereken bir şeymiş gibi addediyor, her önümüze çıkan meşrubata fit oluyoruz. 
Çok şey okuyoruz, çok şey biliyoruz, çok şeyden etkileniyoruz, her konuda pek çok etkinlik yapıyoruz. Dünyayı yerinden oynatacak şeyler gibi geliyor bütün bunlar bize. Ama kabul edelim, avucumuzun içindeki bütün bu 'anlam' birikimine rağmen; bırakın herkes için 'hayat'ı ufacık da olsa değiştirebilmeyi, her şeyi önüne katıp götüren bu 'büyük kapılma'dan kendi hayatımızın küçük parçalarını bile kurtaramıyoruz. En parlak cümleleri spota çıkarılmış silik, sıradan, cansız hikayeler gibiyiz.

Not 26: Hayattan başkalarının anladıkları şeyleri kendimize katıyor olmanın yararsız bir şey olduğunu elbette söyleyemeyiz; ama bunu hayata dair kendi doğrudan anlama/arama tecrübelerimizin yerine koyuyorsak, bilelim ki o bir tutam kâr, bu büyük zararı karşılamaz.
“Sen, kendi güneşini gölgeleyen bulutsun!” buyurmuş ariflerden bir arif. 
Bu dünyadan giderken bütün bu etkileyici, çarpıcı, sarsıcı, müthiş hikâyelerle değil, eni boyu belli kendi hikâyemizle gideceğiz.
Kendi icadımız bile olmayan artistik gösterilere değil, canımızı acıtacak kadar yalın gerçeklere ihtiyacımız var.
Bir pratiğin içinden bakarak söylüyorum ki işin özü aslında şu: İnsanlara hayat hakkında nutuk çekerken, namazın vaktini geçiren bir ayarsızlığı yaşıyoruz biz.

Not 27: Kağıdın üstüne koyduğu siyah noktaya uzun uzun baktı ve birden dönerek, “Hikâyelerinde ne eksik biliyor musun?” diye sordu, sonra hiç beklemeden cevabı yine kendisi verdi: “Asıl hikâye!”
Hayatı boyunca yolu hiç çöllere düşmediği halde, susuzluğunu bir vaha gibi içinde taşıyan insanlar da var.
“Açılır mı diye merak edeceğine” dedi meczup, “sana kapıyı çaldıran kim, onu sor!”

Not 28: Paranın bir fonksiyonu değer saklama aracı olmasıdır.
Ancak her ülkenin parası zamanla ama az ama çok değerini kaybeder.
Yani itibari paranın değeri eninde sonunda sıfıra yaklaşır.

Dünyadaki bütün paralar "fiat money" yani itibari paradır. 
Fiat Latince “yapılsın” veya “olacaktır” anlamına gelir. 
Karşılığında merkez bankasının itibarından başka bir şey yoktur.
Yani altın veya gümüş yoktur.
Yani bütün paralar karşılıksızdır.
Eskiden böyle değilmiş.