“Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm, ben senin için yaşamayı göze almışım.”
Türk sinema tarihinin en efsanevi, en yüksek bütçeli dizisinin vakti zamanında dillere pelesenk olmuş muhteşem sözleri.
Ölüm kimsenin üzerine kafa yormaya yanaşmadığı bir kavram aslında her gün etrafımızda yaşanan realite. Ölümü perde gerisine atarak yaşamın dehlizlerinde kaybolmak ölümü düşünmeden hazların girdabında dolaşmak daha kolay gelir ve debelenmeden anlam bulduğunu zannettir insana..
İnsanoğlu, dünya hayatının ahiretteki kalıcı yerinin tespiti için geçici bir imtihan yeri, adeta bir tiyatro sahnesi hükmünde olduğunu bilmesine rağmen maalesef geçici menfaatler uğruna kalıcı menfaatlerini terk edecek kadar gaflete düşmektedir.
İlahi kitaplar, peygamber buyrukları ve âlimlerin tavsiyeleri bu yönde olmasına rağmen netice hiç de iç açıcı değildir. Kur'ân-ı Kerim, geçici dünya hayatını şöyle tarif ediyor:
"Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekicilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı ise, sadece aldatıcı bir geçinmedir." (Hadîd Suresi; 57/20).
Yüce Rabbimiz, ölümü ve hayatı insanları imtihan etmek için yarattığını şöyle ifade ediyor:
"O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır" (Mülk Suresi; 2).
Değerli dostlarım bu satırları okuyan çok kişinin bu bilgileri önceden bildiğini varsaysak bile problem eylem noktasındadır. Yapılması gereken bu düşünceyi eyleme dönüştürecek bir sırra, bir şifreye olan ihtiyaçtır. Bu da ölümü çokça hatırlamaktır. Ölümü tefekkür etmek insanın dünya ahiret dengesini yakalamasına ve ölçülü bir hayat yaşamasına da sebep teşkil edecektir.
Müslüman dünyada olduğu zaman ukbayı da ahireti de unutmaması lazım ki, ayaklarını dengeli atabilsin. Aksi takdirde onda nefsani bir dünya var ki azdırır onu. Her yönüyle onu istismar eder. Kazanayım derken insan kaybeder. Allah muhafaza eylesin.
Onun için insan sıkça ölümünü hatırlaması, "Tefekkür-i mevt" dediğimiz hali yaşaması lazım. Efendim nitekim hadis-i şerifte; "Günde 17 defa ölümünü düşünen şehitlerle haşrolur" beyanı bundandır. Neden? Siz her gün 17 defa "öleceğim" diye bir düşünceniz olur.
Ölümü unutmazsanız, Allah aşkına söyleyin bakayım, mümin olanda yaptığı her işin hesabını vereceğine inandığına göre; Yalan konuşabilir mi? Başkasının hakkına tecavüz edebilir mi? Hırsızlık yapabilir mi? İnsan dolandırabilir mi? Kumar oynayabilir mi? İçki içebilir mi? Hülasa hakkı olmayan hiçbir şeye "bu benim hakkımdır" diyebilir mi? El cevap diyemez.
Ölümle barışık yaşamadan ve onu kabullenmeden kendisini dünyevi zevklerin sonsuz olduğuna inandırmış birinin huzuru yakalaması imkansızdır. Ne kadar fazla nimete garkolursa olsun, ne kadar servetin paranın içinde yüzerse yüzsün dünyaya olan açlığı hiç geçmeyecek, ne ruhen ne bedenen doyuma ulaşacaktır. Daha fazla mal, altın ve gümüş biriktirerek mutluluğu yakalayacağını düşünenler Ferdi Tayfur’un cenazesi kalkmadan cami avlusunda terekesi mirası için birbirine düşen aç gözlü evlatlarına ve akrabalarına baksalar hakikati kavrayacaklardır.
Kaybolan insanlığın gölgesinde:
Hz. Hasan, sabrın ve feragatin simgesidir. Bugün hak için susmayı değil, her an konuşmayı, sosyal medyada laf yarıştırmayı marifet sayan bir çağda, Hasan'ın sükûneti unutulmuştur. O, zilletle yaşamaktansa vakar içinde susmayı bilmiştir.
Hz. Hüseyin ise, zamanın tam ortasında bir kırılma noktasıdır. Onun Kerbela'da duruşu, yalnızca bir trajedi değil, tarihe kazınmış bir şeref levhasıdır:
Bağ-ı gülzâr-ı güherdür iki gülzâr-ı Hudâ,
Kim olur ol iki gülzâr-ı güherin bahr-i nevîn.
Bugün Hasan'ın vakarı da, Hüseyin'in itirazı da unutulmuş durumda. İnsanlık ne sabretmeyi ne de itiraz etmeyi biliyor artık. Her şey birbirine karıştı.
Fuzuli, bu eserinde bize bir ayna tutuyor. Peygamber'i unutan, Ali'nin yolundan sapmış, Fatıma'nın vakarını hiçe sayan, Hasan gibi sabredemeyen ve Hüseyin gibi direnemeyen bir toplum olduk mu? Bu soruyu sormaktan kaçanlar var. "Zaman değişti" diyenler var. "O eski meseleler" diyenler var. Ama zaman değişmedi, insan değişti. Değişirken eksildi, eksildikçe küçüldü, küçüldükçe silindi. Kendi silinmesini alkışlayan bir toplum haline geldik.
Peygamber'i (s.a.v) unutan bir toplum, pusulasız bir gemiye benzer. Nereye gittiğini bilmez, kim tarafından yönetildiğini anlayamaz, kimler tarafından batırılacağını dahi fark etmez. Çünkü Resûlullah'ı unutan, kendi varlık sebebini unutmuş demektir.
Ali'nin yolundan sapmış bir toplum, cesareti ve adaleti kaybetmiş demektir. Bugün insanlık âlemine bakıldığında, dünyayı beşten küçük görenlerin elinde insanlık birer oyuncak haline gelmiştir. İnsanlık, zalim karşısında susmayı terbiye, güçlünün yanında hizalanmayı akıllılık sayar. Oysa Ali, ne susmayı ne de boyun eğmeyi öğretmişti. Ama biz sustuk. Eğildik. Çünkü biz Ali'nin değil, korkunun çocukları olduk.
Fatıma'nın vakarını hiçe sayan bir toplum, kadını ya esir alır ya da nesneleştirir. Her iki durumda da onu kaybeder. Oysa Fatıma, ne bir eşya ne de bir gölgeydi. O, onur ve asaletti. Ama biz onu unuttuk. Onu unutan, kendi annesini, kızını, eşini de unutur. Çünkü Fatıma'nın unutulması, haysiyetin unutulmasıdır.
Hasan gibi sabredemeyen bir toplum, yüce idealler için geri adım atmayı bilmez. Sürekli savaş, gürültü ve kavga ister. Çünkü sabır ona öğretilmemiştir. Hasan'ın vakarı, onun gözünde bir teslimiyet sanrısından ibaret sayılır. Oysa Hasan, teslim olmadı. Hasan, zamanı geldiğinde ilerlemek için durdu. Ama biz durmayı bilemedik. Yanlış zamanlarda yürüdük, yanlış yerlerde durduk.
Hüseyin gibi direnemeyen bir toplum ise ölmeyi bilmez. Hüseyin gibi direnmek, bir davanın simgesidir. Bugün kaç kişi davası uğruna bedel ödemeyi göze alabiliyor? Kaç kişi, hak için, adalet için, insanlık için her şeyini riske atabiliyor? Hüseyin gibi direnmek, kendi hakikatin için mücadele etmek demektir. Ama biz mücadele etmeyi unuttuk. Çünkü hakikati kaybettik.
Kredi kartı borçlarını ödemek, cüzdanı kabartmak, ev ve araba taksitlerini ödemek gibi günlük işlerle uğraşmak mücadele etmek zannedildi. Bu labirentin içinde koşuşturmak yaşam olarak kabul edildi. Oysaki övünç kaynağımız olan kahramanlarımız, bilgelerimiz, ariflerimiz, insanı kâmillerimiz, hangi akçeli işlerden dolayı bugün bizim iftihar vesilemiz? Bizi etkileyen, onların parayla ilgili başarıları mı? Yoksa hak, hakikat, insanlık, adalet, sevgi ve saygıda sergiledikleri örnek duruşları mı?
İftihar ettiğimiz bu insanlar, adeta bir gül bahçesi gibidir. Asırlar geçse de yaşadıkları ve söyledikleriyle hala hayatımıza dokunuyorlar. O güllerin kokusunu hissettirebiliyorlar.
Seçersen gül bahçesinden dostunu,
Hayatın, nefesin gül kokar.
Ama biz, hakkı ve hakikati haykıranları anlamak yerine, kargaların peşinden gittik. Allah aşkına, şu dünyanın hali nedir? Ne erkek, ne kadın, ne çocuk, ne doğa, ne merhamet, ne adalet var. Sanki görünmez bir el, insanlığı insanlıktan çıkarıp, başka bir varlığa dönüştürmeye çalışıyor.
Ve işte sonuç: Ne sabrı kaldı bu toplumun, ne direnişi. Ne vakarı kaldı, ne cesareti. Hakkı savunacak bir sesi yok, susması gerektiğinde bir iradesi yok. Ne Kerbela'yı anlamış, ne de Fuzuli'yi okumuş.
Peki hâlâ sormaya cesaret edemeyenler var mı? Biz ne olduk?
Son söz: Gül solarken de güzeldir ama.. Gülümüzü bulamadık; solmasına da razıydık esasında..
Not 1: “Merhamet bizden incinen yere gitmemizi, acının olduğu yerlere girmemizi, kalp kırıklığını, korkuyu, kafa karışıklığını ve ıstırabı paylaşmamızı ister. Merhamet bizi sefalet içinde olanlarla birlikte haykırmaya, yalnızlık çekenlerle birlikte yas tutmaya, gözyaşı dökenlerle birlikte ağlamaya zorlar. Merhamet, zayıf olanla zayıf, savunmasız olanla savunmasız ve güçsüz olanla güçsüz olmamızı gerektirir. Merhamet, insan olma durumuna tam anlamıyla dalmak demektir.”
Henri J.M. Nouwen
Not 2: Sevinmek güzeldir, üstünde gölge olsa da.
Not 3: Bir Müslüman asla Allah'tan başkasını yüceltmez. Yüce bildiğin çünkü senin Rabbin olur, senin taptığın olur. İşte bu nedenle devletçilik Kur'an'a göre en büyük şirktir. "Devleti yaşat ki millet yaşasın." Bu söz tam bir putperest sözüdür. Devleti ben niye yaşatıyorum ki? Devlet beni yaşatacak, bana hizmet edecek. Ben sadece imanımı canlı tutmakla, Rabbime bağlı kalmakla, iyi ve doğru bir kul olmakla sorumluyum.
Not 4: Kaybetmeden kimse sevgilisinin değerini bilmez. Kaybetmeden kimse aşkı tanıyamaz. İşte bu nedenle en büyük aşklar hep sevgilisini kaybedenlerde görülür.
Not 5: Kaliteli adamların yaşadığı ve onlara yaşatılan acı ve ızdırap her dönemde aynı..
Not 6: Eli yüzü düzgün bir mekânda iftar açmanın maliyeti yaklaşık 1000 lira. 4 kişilik bir aile, dışarıda iftar yapmaya kalksa 4000 lira ödeyecek. Ülkedeki pahalılık mantıkla açıklanabilecek gibi değil. Bir Salvador Dali tablosu gibi, bir Paul Eluard şiiri gibi gerçek ötesi boyutlarda.
Not 7: Bir çaydanlığın kaynadığı her yerde kalpten kalbe bir yol var demektir. Evet, dost elinden gel olmayınca gidilmez; ama bir hanede çay demleniyorsa, bir gün oraya da gidilebilir, konuşulabilir, anlaşılabilir demektir.
Türkiye, çayın demlendiği her yerdedir.
Not 8: “Bir rüzgârdır gelir geçer sanmıştım
Meğer başımda esen kasırgaymış sevgilim
Gönül oyunudur bunun izi kalmaz demiştim
Meğer içimde yanan bir volkanmış sevgilim
Bir gün gelir unutursun demiştin sevgilim
Hicranını uyutursun demiştin sevgilim
Unutmadım, unutmadım
Aşka hasret, sana hasret bekliyorum sevgilim
Gönül oyunudur bunun izi kalmaz demiştim
Meğer içimde yanan bir volkanmış sevgilim.”
Beste: Sadettin Kaynak/Güfte: Ercüment Er/Makam: Segâh/Usûl: Düyek – Semai
Not 9: “Allah’ım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, yaşlılığın getirdiği takatsizlik ve bunaklıktan, kasvetten (katı kalplilikten), gafletten, yokluktan, zilletten, mal ve hayır azlığından, meskenetten (kötü hâlden) sana sığınırım. Nefsin doymak bilmeyen ihtiyaç hissinden, küfürden, fâsıklıktan, hakka muhalefetten ve ayrılıktan, nifaktan, süm’adan (amelleri insanların duyması için yapmaktan), riyadan sana sığınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, cüzzamdan ve her türlü kötü ve müzmin hastalıklardan sana sığınırım.” (Buhâri, Tefsir, 16/1; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, no: 1489; Hâkim, el-Müstedrek, I, 712/1944)