Okullarda yemek verilmesi gerekiyor.

Kaan üreterek olmuyor öyle güçlü olmak.

İlköğretim öğrencilerine yemek çıkaramıyorsan...

Hatta, lise için de çıkmalı.

Bana kalırsa, okul servislerini de devlet yürütmeli.

Maaşlara zoraki zam dayayarak hiç bir şey düzelmiyor. Hatta, daha kötüye gidiyor.

Önemli olan, yaşam maliyetlerini düşürmektir.

Eskiden zengin restorana, fakir de etini alıp pikniğe giderdi.

Şimdi zengin pikniğe gidiyor, fakir bulgur kaşıklıyor.

Balkan Savaşları'nda topu atmamızın sebebi, parasızlık idi.

Yoksa, bir zaman sonra, düşmanın çok üstünde asker yığmıştık bölgeye. Ama, hangi şartlarda?

Sonunda da, bizi döve döve Balkanlar'dan attılar.

Parası olmayan ülkenin, askeri gücü olmaz.

Çalışmadan maaş alabilmek için, birilerinin sizin için çalışması gerekir.

Bu, basit iktisat.

İnsanlar, maaşların göklerden geldiğini zannediyorlar sanıyorum.

Devlet nereden alıyor da, ödüyor bu maaşları?

Muhtarlara yılda 1 Milyar Dolar harcıyorlar, ama öğrencilere yemek veremiyorlar.

Muhtarlıkların kapatılması lazım ama, bunu asla yapmayacaklar.

Türkiye'de, açılan hiç bir kadro, kapatılmaz. Artık, orası bir sömürü kaynağıdır. Birilerine para transferi için kullanılır.

“Siz nasılsanız, öyle idare olunursunuz" derler.

Evet, bugün vatandaşlar seçtiklerinden şikayet ediyorlar, halbuki biz doğru olanı, çözüm sahiplerini tercih edersek, şikayetlerimiz de ortadan kalkacak.
Yanlış sonuçların değişmesi, bizdeki değişimle alakalıdır. Takım tutar gibi parti tutmaya devam edersek, o seçtiklerimiz bunu çok iyi bildiğinden hizmet etme gereği de asla duymayacaklardır. Seçmen olarak oyumuzun gücüne inanmalıyız. Oyumuzla çalışanı, projesi olanı ödüllendirmeli, oyumuzla çalışmayanı, hizmet etmeyeni cezalandırmalıyız. İşte o zaman gerçekten millet olarak efendi oluruz.

Takım tutar gibi parti tutar, çalışmasa da aldanarak oy vermeye devam edersek, işte o zaman seçtiklerimiz efendi olur, bizler haklarına ulaşamayan, üç kuruşa mahkum edilen modern köleler oluruz.

Bize mühendis değil vasıfsız işçi lazım:

Endüstriyel Mutfak Çamaşırhane Servis ve İkram Ekipmanları Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği kısa adıyla TUSİD Başkanı Bekir Topuz "Artık sektördeki her fabrikanın en az 100 işçi eksiğiyle çalıştığını ve yeni fabrika ya da kapasite yatırımlarının işçi eksikliği yüzünden yapılamadığını" söyledi. 
Hürriyet'in haberine göre personel eksikliğinin bugünlerde zirve yaptığını vurgulayan Bekir Topuz "Artık işçi ithalatı yapmamız gerekiyor. Ancak dışarıdan getirdiğimiz işçiler bir takvim ve programa bağlı olmalı. Dikkatli davranırsak işçi ithalatı olumlu katkı yapar. Özellikle turizm gibi sektörlerin büyümesi artan ihracat ortamı bu sorunu daha da büyütüyor. Ancak Türkiye'de yaşayan insanlar işçi ihtiyacını artık maalesef karşılayamıyor. Paydaş olduğumuz tüm alanlarda bu böyle" ifadelerini kullandı. 

İlk bakışta Bekir Topuz'un adeta saçmaladığını ve ülkemizde %24 oranında geniş tanımlı işsizliğe rağmen nasıl böyle bir yorum yapabildiğini düşünebiliriz.
Fakat Bekir Topuz konuşmasının devamında "Bize mühendis değil vasıfsız işçi lazım. Fabrikalarımıza mühendise 25 bin lira, işçiye ise 35 bin lira veriyoruz. Ama mühendise gel sen bu makinenin başına geç ustanın yaptığı işi sana öğretelim sadece burada dur 40.000 lira verelim diyoruz mühendis bunu kabul etmiyor ve bize "benim işim masada oturmak" diyor.  Yani günün sonunda ihtiyacımızı kimse karşılamıyor, bu sıkıntı büyüyor" diyor. 

Nitelikli insan ihtiyacı sadece sanayide değil tarımda ve hayvancılıkta da kendini hissettiriyor.
Hayvancılıkla uğraşanlar yüksek ücretlerle çoban bulamazken tarımla uğraşacak eleman kıtlığı Afganlarla ve Suriyelilerle giderilmeye çalışılıyor.

Milyonlarca gencini apartman üniversitelerine kapatan eğitim sistemi artık bir tesisatçı, duvar ustası, kaynak ustası veya günümüzde çok geçerli meslekleri yetiştiremiyor, planlayamıyor.

Atalarımız "Sen ağa ben ağa bu ineği kim sağa" derken bu gerçeği dile getirmişti. Tam öyle bit dönemdeyiz.

Gizli açlık:

Her alanda gelişmiş güçlü bir ülkenin dayanacağı temel unsur, fiziksel ve ruhsal yapıları güçlü ve sağlıklı nesillerdir. Dengeli beslenemeyen, özellikle proteinden yoksun, besin değeri olmayan kof abur-cuburlarla açlığını gideren genç nesiller, organizmanın temel ihtiyaçlarını karşılamayan ve beslenmeyi de, açlık duygusu bastırma olarak algıladıklarından “GİZLİ AÇLIK” olarak bilinen, içinden çıkılmaz labirentin içinde sağlıklarının ağır riskler altında zayıflayacağını, çok geç fark edebilmektedirler.

Okula giderken bir poğaça, bir meyve suyu ile beslenen çocukları bekleyen gizli tehlikeye karşı uyaran uzmanlar, yetersiz beslenmenin sadece yemeğin az yenilmesi veya hiç yenilmemesi değil, yenilen yemeğin besleyiciliğinin az olması anlamına da geldiğini söylüyor. Çocukların gelişme sürecinde kalori ihtiyaçlarının yüksek olduğunu ve daha çok PROTEİN, KALSİYUM, DEMİR gibi minerallere ihtiyaç duydukları belirtiliyor. Beslenmenin yaşamın her evresinde çok önemli olduğu, ancak büyüme ve gelişmenin hızlı olduğu çocukluk döneminde, daha da önem kazanır. Özellikle son yıllarda gelişmekte olan toplumlarda, yetersiz beslenmeye bağlı olarak “GİZLİ AÇLIK” diye tanımlanan DEMİR, İYOT, ÇİNKO gibi hayatî önem taşıyan mineraller ve vitaminlerin yetersiz alınmasıyla ortaya çıkan tablolar, daha sık görülmeye başlanmıştır. Yetersiz beslenme sadece yemeğin az yenilmesi veya hiç yenilmemesi değil, yenilen yemeğin besleyici değerinin az olması anlamına da geliyor.

Beslenmenin sadece açlığı giderme davranışı olmadığı, yetişkinlik temellerinin atıldığı çocukluk döneminde, daha da önem kazanmaktadır. Çocukların ne kadar büyüyüp gelişebilecekleri, genetik yapılarıyla ilişkilidir ancak; yapılan araştırmalarda yetersiz ve dengesiz beslenen çocukların, genetik potansiyellerini yakalayamadıkları da görülmekte. Bunlara ek olarak, çocukluk döneminde yetersiz beslenmeye bağlı olarak zekâ geriliği, öğrenme güçlüğü, görme sorunları, diş ve dişeti sorunları en sık görülebilen sağlık sorunlarındandır.

Gelişme çağındaki genç nüfusun beslenmesi özellikle, eğitim sürecinde büyük önem arzeder. Yapılan araştırmalara göre, yaşanan beslenme yetersizliği ve gizli açlık sonucunda, çocuklar düşük kilo ve yüksek oranda KANSIZLIK problemleri yaşamaktadır. Okula kahvaltısız gitme durumunda kalan veya bir simitle açlığını bastırmaya çalışan çocukların, eğitimdeki başarı oranları hızla düşmeye başlıyor. Gelişmiş sağlıklı bir organizma, dengeli bir psikoloji, yüksek bir moral ve performans kazanarak güçlenen bir gençliğin, gizli açlık tuzağından kurtarılarak, sağlıklı ve dengeli beslenme imkanlarına kavuşturulmasıyla gerçekleşebilecektir.

Türkiye nüfusunun dört katı poliklinik hasta sayısındaki yükselen grafikler, sağlıklı ve dengeli beslenme gerçeğine alarm sinyalleri vermektedir. Unutulmamalıdır ki, toplumun en büyük problemi beslenme kaynaklıdır. Bu problemin çözülmesiyle, tedavi kurumlarına yapılacak yatırımlar azalacak ve hastahanelerde de, hasta yoğunluğu yaşanmayacaktır.

Son söz: Bedava yok her şey karşılıklı denir, oysa evren karşılıksızlığın doruğudur..

Aforizma: Sen lord ben lord bu ata kim verecek ot.

Not 1: Yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan, der Dostoyevski.

Kendine gerekli kıldıklarıyla, kendini kayıt altına alır insan; oysa her kayıt, ayrı bir mahkumiyet.

Yaşamakla yaşamamak arasında fark olmadığını kavradığında özgürlüğüne kavuşur belki de insan.

Not 2: İçte ve dışta şahid olduğunuz sıkıntılarla pes etmeyin. Yeise kapılmadan, siz ve ehliniz Allah yolunda olmaya bakın. Kurum, şahıs ve sistemler gerekirse tecdid belki tebdil edilir, şekle takılmayın. Sizi umutsuzluğa iten kim varsa ondan yüz çevirin.  
Yenilmek şeytanların kaderi!

Not 3: Sürekli elalem ne der diye düşünüp durmanın bir faydası olmadığını ifade eden güzel bir Arapça söz:

Ne kadar düzgün yürürsen yürü eğri gölgeni tenkid edecek birini bulursun.

Not 4: Yönetilmeyi seven toplumlarda sinir bağlantıları, iletişim kanalları dikey yönde olacaktır. Alttakiler, birbirleriyle değil bir üstleriyle, onlar da bir üstleriyle iletişimi daha değerli görecektir. Çünkü velinimet yukardadır. O patrondur, efendidir, beyefendidir ve nihayet piramidin en tepesindeki büyük ağabeydir.
Birlikte yaratmayı seven toplumlarda nöron bağlantılarının çoğunun yatay olduğunu gözlersiniz. Düşey iletişime de ihtiyaç vardır şüphesiz ama üretkenlik daha ziyade yatay iletişimle gerçekleşir. Yönetim biliminde buna yatay örgütlenme diyorlar ve en verimli tarz olduğunu söylüyorlar. Yalnız maddî üretim için değil, sanat için de yatay ilişkiler belirleyicidir. Ressam ressamlardan, yazar yazarlardan gıda alır. Patronlardan değil.

İlişkilerin her yöne kurulduğu toplumlar insan beynine benziyor. Bütün dikkatin patrona yöneldiği toplumlar delilerin kafalarına geçirdiği huniye benziyor. Birincisi görece zeki, ikincisi biraz aptal oluyor.
Bizim toplumumuz bunlardan hangisine benziyor dersiniz?

Not 5: Artık kazandıklarının karşılığı olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar.

Tevbe Suresi 82

Not 6: Toplumsal alanda ise vasatlığın kurumsallaşmasının sonuçları, bireysel kurumların sınırlarının çok ötesine uzanır. Eğitimde vasatlık, her türlü öğrenci başarısını engelleyebilir ve öğretimin kalitesini zayıflatabilir. Sağlık hizmetlerinde vasatlık, tedavi süreçlerini ve insan sağlığını tehlikeye atabilir ve tıbbi yenilikleri engelleyebilir. Yönetişim alanında vasatlık, kamu kurumlarına olan güveni aşındırabilir ve politika oluşturmanın etkinliğini azaltabilir.
Nihayetinde vasatlığın kurumsallaşması, toplumsal ilerlemenin durması ve refah düzeyinin gerilemesi, daha popüler ve basit ifade ile fakirleşmenin açıklayıcısı olarak düşünülebilir. Pek tabii bu noktada fakirleşme, yaşanan sonuçların dar bir çerçevedeki halidir. Ancak insan yaşamından eksilenler bunun çok daha ötesindedir.

“Nerede o eski bayramlar?” dediğinizi duyar gibiyim. Eskinin simidinde, yaz tatilinde, bayramlık alışverişlerinde aranan tadın ne olduğu şimdi sanki daha anlaşılır durumda… Belki akla şimdi tam da şu soru geliyordur: “Merkez bankası başkanı değişti ya, yine de çay-simit yapmanın eski tadını alamayacak mıyız?”

İşte bu düştüğümüz yerden kurtulmak hem bireysel hem de kurumsal düzeyde ortak çaba harcamayı gerektiriyor. Bazılarımız çok çalışsak buradan çıkamaz mıyız? Cevap basit: Çıkamayız.
Bunun için hesap verebilirlik ortamının ve risk almanın teşvik edileceği, yeniliğin ödüllendirildiği, kurumlarda esneklik ve uyarlanabilirliğin benimsendiği, her alanda adaletin sağlandığı ve sürdürüldüğü bir iklimin yaratılması, çoğu zaman bu kadar sofistike cümlelere gerek duymaksızın “yapısal reformlar” diye iki sözcükle tanımlanan adımların atılmaya başlanması, her şeyin başlangıcı olabilir. Ama yine de tek başına bunlar da yetmeyecektir.
Çözüm için topyekûn bir bakış açısı değişikliği gerçekleştirmek ve “Acaba?”lardan azade olarak bunu sürdürmek durumundayız. Bu da toplumsal alanda, toplumu çevreleyen her türlü kurallar bütününün belirli bir rasyonelde sağlanması ve sürdürülmesinden geçer.

İşin özü, ağızlarda tat bırakmayan, aslında yeni tat olarak vasatın tadını almaya başladığımız ve alıştığımız, bu yüzden eski tadı ararken simit aldığımız simitçiyi, demlediğimiz çayı değiştirdiğimiz, ekonomide de merkez bankası başkanı değişince bir şey değişir diye beklediğimiz bir ortamda hiçbir şeyin değişmeyeceğidir.
Bunun da arka planı; kuralsızlaşan ve ahlaki değerlerinde erozyon yaşanan piyasa dinamikleri ve buna kısmen de olsa yön ve biçim verme yetkinliğinde olanların, oralı olmamasıdır.

Yüksek olan ve yüksek seyretmeye devam eden enflasyon, kredi kartı borçluluğunun tarihi zirvelere tırmanışı, tüm zamanların en adil olmayan gelir dağılımı, yoksullaşan ve yoksullaştığı için kural tanımazlığı, keskinleşen ve ahlaki değerlerini daha da hızlı yitiren bireyler… Daha fazla maliyetle daha kötü performans elde edilen eğitim süreçleri, rekabete dayalı sportif aktivitelerde dünya sıralamalarında aşağılarda kalmaya başlayan bir ülke, yıkılınca yerine yenisini koyamadığımız her şey… Bütün bunlar işte akla o soruyu getirmiyor mu: “Nerede o eski bayramlar?”

Vasatın hakimiyeti sürdüğü sürece ödün verdiğimiz her şey, zihinlerimizdeki eski-yeni karşılaştırmalarını canlandırmaya devam edecek kuşkusuz. Daha yeni ürün ve hizmetler satın alacağız, ama eski mutluluğa sahip olmayacağız. Simit alacak fakat eski lezzeti bulamayacağız.

Zaten ne yapılması gerektiğini bildiğimiz halde, unuttuğumuz doğruları hatırlatması için dünyanın farklı coğrafyalarından, süslü özgeçmişlerle insanlar getirmeye çalışacağız. Ama bakış açımızı tümüyle değiştirmediğimiz için gelen gideni aratacak, simidin susamları azalmaya, gramajı hafiflemeye ve fiyatı artmaya devam edecek…

Not 7: Bugünkü çöküşü dipsiz yapan, ülkeyi her alanda uçurumdan uçuruma yuvarlayan sebep; sistem dışına itilen dürüst insanlardan boşalan yerlere, bir toplumda bulunabilecek en habis, kötülüğe ve pisliğe en fazla bulaşmış veya bulaşmaya meyyal insanların özenle yerleştirilmesidir. Hırsızı yakalayan polisi engellersen, malın çalınır. Ancak ahlaki değeri en düşük olanlardan, en az vasfa sahip olanlardan birilerine üniforma giydirip, silah verip polis yaparsan, yetki verip önemli mevkilere getirirsen; malın, onurun, namusun topyekün payimal olur.
Türkiye şu anda bunu tecrübe ediyor.

Not 8: Bütün kutsal kitaplar, bütün ahlak sistemleri, sevişmelerimizi dizginlemeye, onları kafeslere kapatıp evcilleştirmeye, canavarlarımızı küçük kedi yavrularına çevirmeye uğraşıyor.

Not 9; Hayat bazılarını, hırslarının doruğuna varamadan, ilk mücadelelerinin ortasında terk etmiştir. Bazılarını ise, bin aşağılık durumdan sürünerek çıkıp asil bir konuma ulaştıktan sonra sefil bir düşünce ele geçirir, sadece bir mezartaşı yazısı için mücadele etmiştir.

Not 10: “Kalbinde biraz zekâ olmayanlar hiç çekilmiyor ve zekâsında biraz kalb olmayanlar hiç sevilmiyor.” 

Abdülhak Şinasi Hisar

Not 11: Seçim hazırlıkları devam ederken iki durum dikkat çekiyor: Bunlardan birisi sokaklara inmeye, milletle buluşmaya başlayan iktidar vekillerinin karşılaştıkları tepki. Diğeri ise adayların dar gelirliye bol keseden yaptıkları vaatler.
Geçmiş dönemde Ankara’da erzak ve kömür yardımı yapılıyordu. Şimdi doğalgaz ve et yardımı yapılıyor. Muhalefet belediyeleri dar gelirliye verdikleri kartlara para yükleyerek yaparken, iktidar adayları yaptıkları “but yardımı”ndan bahsediyor ve seçilmeleri durumunda doğalgaz ve et yardımını 5 kat daha arttırmak gibi şaşkınlık veren vaatlerde bulunuyorlar.
Buradan ortaya anlaşılan o ki: İktidar uyguladığı yanlış ekonomi politikalarıyla büyük bir dar gelirli kitle oluşturmuş ki (zaten öyle) yardım vaatleri gırla gidiyor.

Not 12: Yıllar önce dedeme bir seçim öncesi siyasetçilerin vaatlerini sormuş. “Ne diyorsun bu vaatlere. Seçmen bu vaatlere bakar mı?” demiştim. Dedem manidar bir cevap vermiş. “Kurt daha son sözünü söylemedi, herkes çobanın yalanlarını dinliyor” demişti. 
Bakalım, bunca vaade millet ne diyecek?

Not 13: Hayat artık küçük şehirlerde yaşanıyor.

Özellikle, yolları iyi yapılmış, trafiği de yoksa, o şehirden kopmayın.

ZENGİN değilseniz, sizin için en iyi seçenek bu.

ZENGİN olan da zaten, BODRUM'da falan oturuyor artık.

Not 14: “Erdoğan'ı desteklemek imanın gereğidir. Oyunuzu Ak Parti’ye verirseniz mahşerde Allah size hesap sormaz” diyen eski Akp milletvekili Kasım Gülpınar, Akp’den ayrıldı ve Yeniden Refah Partisi’nin Şanlıurfa belediye başkan adayı oldu.

Ne oldu şimdi?
Gülpınar imansız mı oldu?

Not 15: Kafasına kurşun yiyeceğine kalbi kırılsın..

Not 16: Karşılıksız para nedir? Diyelim 10 yumurta var. Piyasadaki para da 10 TL. 1 yumurta=1 TL. Eğer yumurta sayısı artmadan para miktarı artarsa buna karşılıksız denir. Bu da otomatik yumurta fiyatını yukarı çeker. Türkiye’de  olup biten bu. Maaşlar artarken üretim ona paralel artmıyor.

Not 17: “Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma.”

Mevlâna Celaleddin Rumi

Not 18: İnsan, yanı başındaki diğer insandan korunma ve kabullenilme bekler. ‘Benim ailemden veya kabilemden olmasa da sadece insan olduğum için o benim hayatıma zarar vermez, beni korur ve yardıma ihtiyaç duyduğumda elini uzatır’ diye düşünür. 

Bu umut ve güvenlik hissi ağır travmalarda yara alır, temel güven parçalanır. Gazze’de yaşanan soykırım, insan olmanın anlamıyla ilgili derin bir ‘anlam boşluğu’na yol açtı. Sadece modern liberal değerlerin topyekûn iflası değil söz konusu olan, kötülüğün kaba gücü sayesinde insanı cangıldaki bir hayvandan ayıran meziyetleri silindi, insan ruhu onulmaz bir yara aldı. 

Şimdi hepimiz, insanlığımızdan geri kalan ne varsa onu korumak zorundayız. Patokrasiye, psikopatların iktidarına karşı, kimin yaşayıp kimin öleceğine karar veren ölüm politikalarına karşı insanlığımızı ve umudu diri tutmalıyız. Dayanışmayı, biz duygusunu, insanın insana ihtimam ve şefkatini baş tacı etmeliyiz. Bu korkunç haksızlığa tanık olmanın utancı, ancak dünyaya yeni bir ruh üfleyebilmekle, dünyayı gücümüz yettiğince değiştirmeye başlamakla bir nebze şifa bulabilir.

Not 19: Haksız yere çile çekenlere  tanıklık etmek zorunda kalanların kaderi, o haksızlığın utancını hissetmektir.

J. M. Coetzee, Barbarları Beklerken

Not 20: Tahammül mülkünü yıktın Hülagu Han mısın kâfir
Halbuki Hulagu yıktığı kadar yapmış da. Dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük rasathanesini binlerce altınla ve belki daha önemli ve kıymetlisi binlerce kitapla desteklemiş ve kurmuş. Onun ve rasathanenin başına getirdiği Nasreddin-i Tusî sayesinde yıldızların, gezegenlerin yerleri, hareketleri belirlenmiş, Zic-i İlhani denilen astronomi kitabı hazırlanmış. 13. asrın başlarındayız. Wikipedia’daki Türkçe maddede gözlemevinde 400 bin kitap toplandığı yazılı. Pek inanamadım. Fakat on misli abartıysa, hatta yüz misli abartıysa; matbaanın olmadığı bir dünyada 4 bin kitap bile dev bir koleksiyondur! Düşünün ki Meraga’dan 2,5 asır sonra, 1488 yılında Oxford Üniversitesi’nin yeni kütüphanesi inşa ediliyor. Niçin? Çünkü Kral 5. Henry’nin kardeşi Glouchester Dükü Humfrey üniversiteye 281 kitap hediye etmiş! 281 kitap! Bu kadar çok eseri muhafaza edecek binayı inşa etme gereğini duymuşlar. O tarihte her bir cilt, bir malikâne değerindeymiş.

Not 21: 2020-2023 yılına yüzde 22,9 büyüdük ama tüketim büyümesi yüzde 54,9.
Bu ne demek? Yedik-içtik ve seçimleri gerçekleştirdik. Şimdi fatura ödeme zamanı. Seçimden sonra bu iki yılın fazladan yediğimiz faturasını ödeyeceğiz.
Sanal cennetten çıkıyor ve zebanilerin kol gezdiği cehenneme giriyoruz.
Hepiniz hoş geldiniz…

Not 22: Cumhur İttifakı sadece ve sadece toplumun en zengin yüzde 5’ine çalışmış. İhaleleri, teşvikleri, vergi kolaylıklarını vs sadece zenginlere sağlamışlar. Tabii kendileri de “itibardan hiç tasarruf etmemişler; saraylarda uçaklarda, arabalarda kendilerine oldukça cömert harcamışlar.
Vatandaşa da en cömertinden vatan-millet edebiyatı satmışlar. Hatta bunu satarken de, ülkeyi bütünleştirmek yerine tam tersi şekilde muhalefeti ve dolayısıyla ile onlara oy verenleri terörist ve teröre destek veren şeklinde ikiye bölmüşler.

Not 23: Yazılarımızı beğenerek okuyan dostlarımız bize bu fıkrayı anlatarak, “yazıyorsun ama nafile, bu düzen galiba değişmeyecek” dediler. 
14-28 Mayıs seçimlerinden hemen önce “galiba bu kere olacak” diyen ve oldukça ümitlenen bu demokrat dostlarımız, anlıyoruz ki seçimlerin kaybedilmesiyle derin bir “yeis’e düşmüşler. 
“Memleketten artık ümidim kalmadı, yerel seçimlerde de oy kullanmayacağım, anlaşıldı, bunları gönderemeyeceğiz” diyen dostlarımızın bu ümitsizlik hastalığına şifa olsun diye, asrın harika tabibinden bir reçeteyi buraya bırakıyoruz:
Manen her zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. Asrımızın ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıldır, marifettir -bilimdir-, kanun’dur, efkâr-ı amme’dir. Bu çağda ancak aklı keskin, ruhu parlak olanlar yükselir.

Not 24: Cumhurbaşkanı, “Birileri çıkıyor emekli maaşlarına 7 bin TL 10 Bin TL ekleyelim diyerek emeklilerimizi tahrik ediyor” diyor. Çok haklı ama yolu açan kendisi. Bu oyunu oynamayı alışkanlık haline getiren bizzat Cumhurbaşkanı. Bir yandan yanlış üzerine yanlış yaparak ekonomiyi bir acı reçeteyle bile içinden çıkılıp çıkılamayacağı belli olmayan krize sokup, bir yandan milyonlarca işçi, asgari ücretli ve emekliyi lütuf ve inayete alıştırmanın kaçınılmaz sonucunu yaşıyor.
“Tüketici güven endeksi” diye çok hassas bir ölçüm vardır. Bu endeks, basit ifadeyle sokaktaki vatandaşın cebinde biraz para olmasına ve dolayısıyla kendisini iyi hissetmesine göre yükselir veya düşer. Endeksin 90 civarında olması seçmenin iktidara desteği açısından kritik eşiktir. 2022 yılının ortasında endeks 70’in altındaydı. Krizini en kriz olduğu zamanlardı… Seçime de 8-9 kalmıştı. Erdoğan herhangi bir zammın bütçeye trilyonlarca lira maliyet yüklemesine aldırmadan memur, emekli ve asgari ücretli maaşını artırmakta sakınca görmedi. Hatta 2,5 milyon EYT’liye de emeklilik lütfetti. Hatta hiç görülmemiş şekilde asgari ücreti yılda iki kez artırma düzenine geçti. Ve hatta dar gelirlilere devlet finansmanı ile 100 bin ucuz konut kampanyası başlatıp milyonlarca başvuru alıp onlara anlık da olsa bir “güven” hissi yaşattı. Tüketici güven endeksi adım adım yükselerek seçimin yapıldığı 2023 Mayıs ayında 89-90’a kadar dayandı ve bu artış Erdoğan’a kariyerinin en kötü 5 yılının ardından bile zafer kazandırdı.
Gayet tabii seçimden sonra hava hızla değişti ve endeks geride bıraktığımız Şubat ayında 79,3’e kadar geriledi. İktidar için seçim öncesinde hiç iyi bir rakam değil. Üstelik yılbaşında maaşlar arttı, asgari ücret tarihi oranda yükseldi; yani enflasyon maaşları daha eritmedi ama tüketici yine de memnun değil…
Bu tabloya rağmen Erdoğan’ın emekliye istediğini vermemesi gariptir. Daha garibi, siyasi hayatımızın kale gibi güçlü geleneği olan ve son on yılda daha da güçlenen “maaş/oy modeli”nin tek taraflı olarak sonlandırılmasıdır… En azından şimdilik! Anlaşılan o ki ekonomik krizin bol keseden para dağıtılamayacak noktada olduğunu iktidar da anlamış. Cumhurbaşkanı da denizin bittiğine nihayet ikna olmuş…
Buradan çıkacak bir numaralı sonuç; bugün emeklinin isteğini bile yerine getirmeyen iktidar yarın seçimden sonra kemer sıkmaya ve acı ilaç içirmeye başladığında kimsenin gözünün yaşına bakmaz…

Not 25: Seçim yapmakla yapmamak arasında bir seçime gidiyoruz.
Çünkü seçeneklerden biri, iyiyle kötü arasında bir seçim yapmamızı önermiyor. İstanbul'la Ankara'yı ve başka nereler kaldıysa hepsini, tek başlı iktidara hiç düşünmeden vermemizi öneriyor.
Zor bir seçim mi? Bu gördüğünüz bir şey değil, ne zorları var daha.
Ekonomimizin şahlandığı Türkiye Yüzyılı'ndayız. Ama iktidar, emekliye yaşayabileceği bir maaş vermekle asker ve polisin maaşını kesmek arasında bir tercihe mecbur kalmış, ne diyorsunuz siz!

Not 26: Meşhur mareşal Mac Mahon bir gün Metz’de garnizonu teftiş ediyormuş; her subayın önünde biraz duruyor, elini sıkıyor, gönül alıcı birkaç laf edip ayrılıyormuş; bir subayın elini sıkmış birkaç kelime söylemek için kafasını kaldırıp da karşısında Fransız üniforması içinde kuzguni bir Arap görünce, o kadar pembe beyaz Fransız arasında bu Araba rastlamanın şaşkınlığından olacak :- Vous etes negre ? (Sen siyah mısın, zenci misin?) diye sormuş, subay: ‘Oui mon Marechal’ (Evet Mareşalım) deyince ‘Alors restez negre!’ (Öyleyse zenci kalınız!) demiş.’