Everett misyonerdi. Pirahãca öğrenecek ve İncil’in havariler tarafından yazılan bölümlerinden birini, avlayarak ve toplayarak yaşam süren bu insanların diline çevirecekti.
Tanrı kendi oğlunu, İsa’yı, insanların selameti için dünyaya yollamıştı, o da çarmıhta can vererek insanları kurtarma uğruna en büyük fedakârlığı yapmıştı. Pirahãlar bu öyküyü kendi dillerinde okuyunca selamete kavuşmak için Hristiyan olacaklardı.
Pirahãların ne dini ne tanrısı vardı. En büyük özellikleri günü yaşamalarıydı. Geçmiş ve gelecek, hesaplarında yer almıyordu. Sadece gördükleri şeylere inanıyorlardı. Bazen de başkalarının anlattıklarına, ama anlatanın anlattığı şeyleri kişisel olarak yaşamış olması koşuluyla.
Everett, Havariler’den bir bölümü çevirdikten sonra Piiohatai adlı bir yerliye okutup banda aldı. Küçük bir teyip alıp komşularına dinletti. Anladınız mı, diye sorduğunda, anladık cevabını aldı. Anladıklarını kanıtlamak için dinlediklerini özetlediler.
Everett amacına ulaşmaya yaklaştığını düşünerek sevindi. Ta ki Pirahãlardan biri soruncaya kadar:
"Hey, Dan, teypte konuşan kim? Piiohatai’ye benziyor."
"Piiohatai’dir," diye cevapladı Everett.
"Ama o İsa’yı hiç görmedi ki. Bize İsa’yı tanımadığını ve İsa’yı istemediğini söyledi."
Bir başka gün Pirahãlar sordu:
"Hey Dan, İsa nasıl biri? Bizim gibi siyah mı, yoksa senin gibi beyaz mı?"
"Doğrusu, onu görmedim. Çok zaman önce yaşadı. Ama dediklerini biliyorum."
"Anlat Dan. Onu hiç görmedinse ve dinlemedinse ne dediğini nereden biliyorsun?"
Everett’i seviyorlardı. Köylerinde kalabilirdi. Ama İsa’yı anlatmaktan vazgeçmeliydi. İsa misa istemiyorlardı ne de Amerikalılar gibi yaşamak.
Pirahãlar değişik bir dünya görüşü aramıyorlardı. Yöneticisiz yürüyen düzenleri mükemmeldi ve onları mutlu ediyordu. Çocuklar ve kadınlar dâhil herkes eşit ve hürdü. Seks herkes için serbestti. Paylaşım esastı. Çocuklar dört yaşına kadar emziriliyor, memeden kesildikten sonra toplum hayatına katılıyorlardı.
Yaşamlarından memnundurlar. Ne yukarıda bir cennet ne de aşağıda bir cehennem olduğuna inanıyorlardı. Her şeyi olduğu gibi kabul ediyorlardı. Ölüm korkuları yoktu. İnançları kendilerineydi. Değerleri arasında "günah" diye bir şey yoktu. Neden arınacaklardı?
Sadece güne, o anda yaşanana yoğunlaşmaları, başka yerlerde yaşayan insanların hayatını zehirleyen gelecek korkusundan ve sayısız diğer endişeden yoksun olmalarını sağlıyordu.
Değerleri arasında "Gerçeği aramak" gibi afaki bir konsept de yoktu. "Pirahãlar için gerçek; balık yakalamak, kanoda kürek çekmek, çocuklarıyla gülüp oynamak, kardeşini sevmek ve sıtmadan ölmektir," diye yazdı Everett kitabında. (Daniel Everett/ Don’t Sleep, There are Snakes ;Uyuma, Yılan Var)
Everett, Pirahãların yanına 1977’de gitti ve kısa birkaç ara dışında otuz yıl onların ırmak kenarındaki köylerinde, damında zehirli yılanların barındığı bir kulübede yaşadı.
Ve yavaş yavaş şu gerçekle barışmak zorunda kaldı: Pirahãlar kayıp değildiler ve kurtarıcıya ihtiyaçları yoktu.
Mutlu ve hayatından memnun insanların selamete ulaşmaları için İsa’yı kucaklamaları gerektiğine ikna etmek imkânsızdı.
Hayatı geldiği gibi yaşamak, boşu boşuna ulaşılması mümkün olmayan Gerçek ve Tanrı gibi şeyleri aramaktan iyi idi.
Ve bunun farkında olmak Pirahãları ilkel değil, bizden sofistike yapıyordu.
Bunları düşünerek Everett inancını kaybetti. Pirahãları Hristiyanlaştırmak için gittiği yerde onlar onu kendi inançsızlıklarına ikna ettiler. Katolik olarak geldiği köyden ateist olarak ayrıldı.
Son söz: Güzel sevme derler, nasıl sevmeyeyim.
Kaşlar arasında çifte benler var.
Karacaoğlan
Aforizma: Yer altından akan ırmakların huyudur: Varlıklarını bilmeyiz ama sesleri hep oradadır.
Kulağa küpe: Bir cani sokakta elini kolunu sallayarak geziyorsa, genç bir polis memuru onun zararlı ya da zararsız olduğunu nasıl anlayabilir? Şimdi kayıtları geri sarma zamanı. Söz konusu caninin yargılandığı mahkeme kayıtları yeniden açılmalı. Hakkında hüküm veren, tahliye kararı verip salan hakim ve savcılar da mercek altına alınmalı. Çünkü artık yargıya olan güven kalmadı. Kim bilir katil Yunus Emre Geçti olayında da bir “Ali Cengiz oyunu” dönmüş olabilir. Benimki sadece bir şüphe!
27 yaşındaki genç bir kızımızın hayattan kopuşu sonrasında, umarım adi suçlulara af düzenlemelerini hazırlayıp Meclis’e getirenler ve hiç düşünmeden el kaldıran milletvekilleri de yeniden düşünme fırsatı bulur. Çünkü büyük olasılıkla af düzenlemeleri olmasaydı bu katil, elini kolunu sallayarak aramızda gezmeyecek, Şeyda Yılmaz da hayallerinden ve sevdiklerinden kopmayacaktı.
Uyarı: Yasalara saygılı vatandaşlarla suçlular arasında ayrım getiremeyen bir adalet sistemi toplumun güvenini kaybetmeye ve o adalet sistemine yön veren devlet, ve onay veren millet tarihin çöplüğüne gitmeye mahkumdur.
Tanrıya şikayet: Afra Saraçoğlu ve Mert Ramazan Demir ilişkilerini ticarete dökmüş; ikili diziden ayda 4 milyon TL alırken Afra reklamlardan 17 milyon Mert ise 12 milyon TL kazanıyormuş. Bir tanrı varsa bile adaletinin ve hakkaniyetinin olmadığı kesin! Bu iki palyaçonun böylesi korkunç paralar kazanırken, akşama kadar çalışıp karnını doyurmaya çalışanların olduğu yatay evreni düşündükçe sorgulamaktan kendimi alıkoyamıyorum. Muhtemelen ortaçağda yaşasalar açlarından ölürdü ikisi de! Paraya bak ayda 4 milyon, reklamlardan 29 milyon..
Not 1: Aklıma düştü gözlerin Boynumu büktüm ağladım Elveda dediğin yerin Yanına çöktüm ağladım
Anılar gezdi kanımda Seni aradım yanımda Tesbih gibi her anımda Hasreti çektim ağladım
Her seven boyun eğmiş Ayrılık ne yaman şeymiş Gözden yaş dökmek neymiş Gözümü döktüm ağladım
İçim garip gönlüm darda Gözlerim karşı duvarda Ben her akşam aynalarda Yüzüne baktım ağladım..
Cihanda sensizlik kadar
Ne bir dert ne çile var
Sensizlikte sen vardın yar
Ben bende yoktum agladım
Anılar gezdi kanımda
Seni aradım yar
Tesbih gibi her anımda
Hesreti çektim ağladım
Serdar Tuncer..
Not 2: Tecrübe, hayatta yediğin kazıkların bileşkesiyse; bilgelik, dost sandıklarından yediğin kazıkların bileşkesidir.
Not 3: Markete gidiyorum ...
Bir yandan etiketlere bakıyorum, bir yandan boykot ürünlerine dikkat etmeye çalışıyorum...
Sonra..
Okulda çocuk okutmanın maddi yükünden perişan olmuş ana babalar tanıyorum, dertleşiyoruz...
Sonra iş güç...
Derken akşamüstü bütün melankolisiyle bastırdığında bazen ıssız bir ada gibihissediyorum kendimi...
Sevdiklerim nasıl da hızla uzaklaşıyor ufkumdan...
Güneş ne çabuk batıyor, diye mırıldanıyorum.
Not 4: 1939 yılı da böyle başlamıştı.
Kimse olacakları kestirmek istemiyordu...
Varşova'da piyanist Vladislav Szpilman'dan bahseder "1939 Yazı" adlı kitabı kaleme alan Werner Biermann...
"Mart ayıdır, hava soğuktur. Piyanistimizi yakasını yukarı kaldırmış Marszalkowska Caddesi'nde yürüyor...
Az sonra Varşova radyo istasyonunda kuyruklu piyanonun başına oturacak ve Chopin çalacak. Genç piyanist, besteler de yapıyor. Polonya'daki tüm gençler onun özlemle ve aşkla, aşk özlemiyle dolu başarılı melodilerini biliyor. Altı aya kalmadan, 1 Eylül 1939' da bir Alman top mermisi Polonya radyo istasyonunu vuracak ve Vladislav Szpilman'ın çaldığı Chopin, ansızın kesintiye uğrayacak."
Not 5: Çalışıp koşturarak değil, öylece oturarak yorulduk, bir tutam şefkat aramaktan, zerrece vefa yoksulluğundan, insanları seyretmekten ve insanlığı gözlemekten yorulduk. (NURİ PAKDİL / Bağlanma)
Not 6: Gün gelir; sözler sadece gürültü çıkarır, bilgiçlikler hiçbir şeyi açıklayamaz hâle gelir...
Gün gelir; iletişim sarhoşluk olup çıkar, ticaret denilen faaliyet korku ve kibir alışverişine dönüşür...
O zaman tek soru kalır geriye...
Zulmü görüyor musun; mazlumun yanında duruyor musun?
Tartışacak bir şey yok! "Bu işletmede BOYKOT ürünleri kullanılmamaktadır"pankartı asan işletmelere ceza kesen siyonisttir. Nokta!
Not 7: Hani bir hoşluğu yakalayan hemen kendi kendine "Aman tadımız bozulmasın, keyfimiz kaçmasın" diye söylenmeye başlıyor; medya öğütçüleri ve magazin figürleri sık sık bunun altını çiziyordu...
Bir işten memnuniyeti anlatmak için "çok keyifli" deniyordu hani...
Keyif aşağı, tat yukarı bir hâl vardı.
Son zamanlarda pek duymuyorum bu türden sözleri...
Keyifleri mi kaçtı? Sanmam.
Dünyanın içine girdiği yeni ve ürkütücü aşamada böyle laflar etmekten utandıkları için mi? Belki...
Hiç yoktan iyidir, anlamlıdır.
Not 8: Her şeyin keyfini bilip yaşamayı amaçlayan ama "DEĞER BİLMEYİ" unutan orta sınıf için çanlar çalıyor...
Hatırlayın!
Daha düne kadar o güzelim "yaşam sevinci"ni bir tür yağma hırsı gibi lanse ettiler. Arzular ve tatminler işportasında oradan oraya koşuşturuldu. Şimdi bu dönemin sonuna geliyoruz gibi...
İçlerinden inanç, sabır ve ilahi olana teslimiyet duygusu sökülüp alınmış sosyal kesimler için yeni aşama ciddi zorluklar taşıyor.
Anlayın artık!
Hayat hızla kaçıp uzaklaşıyor bizim yağmacı hırslarımız ve şaşkın arzularımızdan!
Global bir süreç bu, kaçışı yok!
Not 8: İsmet Özel 80 yaşında...
Dünyanın hâline bakıyorum..
Aklımda Özel'in şu dizeleri:
"kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar / kalmışsa birkaç ısrar ölümle yarışacak / onların yardımıyla dünyamıza acıdım"
Not 9: Sosyal medyada hemen hemen her gün sokaklarda kadına şiddet, cinayet, motosikletli çete saldırısı haberlerini okumadığımız gün yok…. Sokakların bu kadar güvensiz olmasını kim sağladı?
Not 10; Dünyada bir yapay zeka rönesansı başlamış durumda. Bu dönemde geride kalan şirketler yapay zekayı benimseyen şirketlerle rekabet edemeyip yok olup gidecekler. Yapay zekadan yeterince faydalanamayan ülkeler de verimlik ve büyümede geride kalacaklar.
Not 11: Şimdi çıplak ve merhametsiz bir çığlık oldu ümid... Ve zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacaktır...
Günler ağır. Günler ölüm haberleriyle geliyor. Düşman haşin zalim ve kurnaz. Ölüyor çarpışarak insanlarımız -halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı - ölüyor insanlarımız - ne kadar çok - sanki şarkılar ve bayraklarla bir bayram günü nümayişe çıktılar öyle genç ve fütursuz...
Günler ağır. Günler ölüm haberleriyle geliyor. En güzel dünyaları yaktık ellerimizle ve gözümüzde kaybettik ağlamayı: bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp gözyaşlarımız gittiler ve bundan dolayı biz unuttuk bağışlamayı...
Not 12: Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allahın adını,
Günahkar da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye..
(Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar” başlıklı şiirinin ilk betiği)
Not 13: Popülistler, her tartışmada çok tutkulu görünmeye çalışırlar. Daha doğrusu tutkuyu kullanırlar. Tutkuyla yapılana ve söylenile inanmak kolaydır. Tutku inandırıcıdır. Tutkuyla konuşan politikacı tutkulu kişi rolündedir ve aslında inandırıcı olma çabasındadır. Tutku, rasyonel düşünmeyi engeller ve kişileri radikalleştirmeyi kolaylaştırır, çünkü tutku, bir şeyi yapma kararlılığını ve yeminini barındırır. Çoğu kez, başarıların ardında tutkuyu görebiliriz. İzleyici, tutkuyla dile getirilen ifadelere inanmaya meyillidir ve bu tutkuyla söylenenler genellikle abartı ve yalan içerir. Yalan, gerçeği karartmak için kullanılır ve karanlıkta kalanlar, kendilerine ışık tutacağını vaat eden ırkçının peşine takılır. Irkçılar tartışmayı bir sorun üzerine bilgilenmek için yapmazlar. Tartışmada dertleri pozisyonlarını korumaktır. Yani tartışma öğrenmek için değil de yenilmemek için yapılır. Tartışma bir düello gibidir. Yenilen ölecektir. Bunun bir anlamı da tartışma narsistik bir mücadeledir.
Not 14: Nostalji mutluluğa değil de bir eksiğe, yitirilene işaret eder. Nostalji o an yanımızda olmayan ve belki de hiç olmayacak olanı anımsadığımızda hissettiğimizdir. Mutluluk bütün değilse, eksikse nostaljiye alan açılır. Mutlu insanların/toplumların geçmişlerine özlemi için nedenleri olmaz. Geçmiş yad edilir sadece. İnsan iyiye ve güzele çabuk alışır. Nostalji ‘ben yaşadığım hayattan bütünüyle hoşnut değilim’ demektir de. Nostalji, genellikle reel hayattan hoşnutsuzluktan kaynaklanır. Irkçılığın nostaljisi bile yapay bir nostaljidir. Çünkü kaybedildiği sanılan şey hiç var olmamıştır. Yani tarihte de arı/üstün bir Alman/Türk/Yunan ırkı yoktur.
Not 15: Günümüzde politika, giderek daha fazla bir eğlence formuna dönüşüyor ve bu durum, özellikle sosyal medya platformlarında belirginleşiyor. TikTok ve Instagram yıldızlarının, estetik ameliyatlarla, botoksla ve diğer güzellik işlemleriyle dikkat çeken görünümleri, politikacıların da bu platformlarda "bizden biri" gibi görünme çabasıyla birleşiyor. Hem Dilan Polat gibi sosyal medya fenomenleri hem de Tarkan/Malkoçoğlu gibi ünlü figürler, modern ve aynı zamanda "hakiki Türk ve Müslüman" kimliklerini bir arada sunuyor. Bu durum, popülizmin ve politikanın iç içe geçtiği yeni bir kültürel fenomeni temsil ediyor.
Not 16: Paula Diehl, "Antipolitik ve Postmodern Ring Güreşi Eğlencesi" başlıklı yazısında, popülist politikacıları güreşçilere, daha doğrusu gösteri amaçlı güreşçilere (wrestling) benzetiyor. Wrestling, şov amaçlı bir müsabaka olarak, Romalıların dönemindeki gladyatör dövüşlerine benzer bir şekilde dramatik efektlerle doludur. Diehl’in belirttiği gibi, günümüzde politika, bu tür bir gösteri arenasına dönüşmüş durumda. Turgut Özal’ın halkla şarkı söylemesi ve halkı eğlendiren bir lider pozuna bürünmesi, bu eğilimin erken örneklerinden biridir. Benzer şekilde, Erdoğan da halktan biri gibi görünmeye özen gösteriyor; top oynarken ya da oğlu ok atarken verdiği pozlarla, eğlence ve politikayı iç içe geçiriyor.
Bu durum, eğlence, politika ve fiksiyonun giderek birbirine karıştığı bir tablo ortaya koyuyor. Cami, sadece bir ibadet yeri olmaktan çıkıp, bir şov sahnesine dönüşüyor (Ayasofya bu şovun zirvesi); cami çıkışlarında yapılan öfkeli ve şiddet içeren açıklamalar, bu sahneleme ve şiddet kokteylinin bir parçası haline geliyor. İbadet, şov, gösteri ve şiddet, bu yeni politik kültürde iç içe geçmiş durumda ve popülizm, bu karışımın merkezinde yer alıyor. Sahne sanatçıları, fenomenler, starlar kendilerine özgü kıyafetleriyle kendi stilleri olduğunu ve böylece de diğerlerinden farklı olduklarını teşhir ediyorlar…. Diyanet İşleri Başkanı’nın halleri… Kıyafet balosuna gider gibi ortalıkta bu nedenle dolaşıyor. Bu dolaşma halktan biriyim ama kıyafetleriyle de ‘sizden biri değilim. Ben starım’ı gösteriyor.
Erdoğan'ın politika sahnesinde izlediği strateji, gösteri güreşi (wrestling) ile çarpıcı benzerlikler taşıyor. Wrestling'i diğer sporlardan ayıran temel özellik, şovun, sporun, gösterinin ve karnavalın harmanlanması ve bu performansın tek amacının seyirciyi eğlendirmek olmasıdır. Wrestling'in kuralsız doğası, Erdoğan'ın politik tarzına da yansıyor; diplomatik normlar, saygı, ahlaki değerler ve hukuki standartlar onun söylemlerinde sık sık göz ardı ediliyor. Tıpkı wrestling güreşçisinin hakeme vurması, rakibine ringin dışında saldırmaya devam etmesi gibi, Erdoğan da politik sahnede bu kuralsızlığın sınırlarını zorluyor.
Not 17: Hitler'in gençliğinde ressam olma hayaliyle yola çıkması ve bu alandaki başarısızlığı, onun içinde bir aşağılık kompleksi geliştirmesine neden oldu. Bu kompleks, zamanla kendini muhteşemlik ve yücelik arayışına dönüştürdü ve sonunda, insanlık tarihine damga vuran bir canavarın doğuşuna yol açtı. Hitler'in sanat dünyasında kabul görmeyen bir ressam olarak yaşadığı hayal kırıklığı, onu toplumun dışlanmış, öfkeli bir figürü haline getirdi. Bu dışlanmışlık duygusu, siyasi arenada bir tür intikam arayışına dönüştü ve nihayetinde dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin yaşanmasına neden oldu.
Benzer şekilde, Donald Trump'ın televizyon dünyasında yaptığı programlarda başarılı olmasaydı, bugün adını bile bilmeyebilirdik. Ancak bu başarının peşinde koşarken geliştirdiği kişisel hırs, onu daha büyük bir platforma taşıdı. Televizyonun şov dünyasındaki başarısı, onun halkın gözünde önemli bir figür haline gelmesine ve sonunda ABD'nin en güçlü koltuğuna oturmasına zemin hazırladı. Eğer televizyon programlarındaki başarısızlıklarıyla yüzleşmek zorunda kalsaydı, belki de siyasi arenada hiç yer almazdı.
Not 18: Her insan birilerine özenerek, birilerini taklit ederek gelişir. Ama bazıları özendikleri insanlar gibi olamadıklarında bu başarısızlığı ağır bir yenilgi sayıyor ve derin bir incinme yaşıyorlar. İşte bu incinme etrafına ve halka zulüm olarak geri dönebiliyor.
Not 19: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.
"Hannâne
Gözlerin nerde
Görülmeyende
Hannâne ellerin nerde
Bilinmeyende
Kalbin nerde atar
Beytüllehemde
Suyu nerden içersin
O'nun parmaklarından
Yerinde misin Hannâne
Kopuyor içimde hasretin
Ağla Hannâne
Secde kıl
Derdin kendine yeter
Gözlerin bana."
Bütün Şiirler/Alaeddin Özdenören
Not 20: Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir,
Elinde bir fenerle gelen...
Ömer Hayyam