Ana babanızdan dedenizden nenenizden hatta 100 bin yıl önceki primat şempanze atalarımızdan cinsel birleşme yoluyla üretilen nesnelere olarak kalıtsal genlerimizin özetiyiz, % 99 olarak. Gerisi % 1. O nedenle insan genlerinin özeti. Şanslıysanız ana babanız iyi sağlıklıdır, ruh sağlığı yerindedir. Ebeveyniniz şizofren, şeker tansiyon hastasıysa ve zeka geriliğine sahip alt sınıflara mensupta kendinizi paralasınız bile bir şey olmanız zor; aşırı talihli ve şanslı değilseniz. Aşırı talih de ya Allah vergisidir ya da politika ve hırsızlıkla elde edilir. Hastalıklar ve varsıllıklar kalıtsaldır. Doktorlara ve kişisel gelişimcilere çok aldanmayın. İki aptaldan zeki çocuk doğmaz. Doğarsa ya istisnadır ya mucizevidir. İstisnalar da kaideyi  bozmaz.

LÜMPEN MUHAFAZAKÂRLIK:

Lümpen muhafazakârlık ortak milli değerlerin muhafazasını ve milli bilincin inşaasını değil, her cemaat veya aşiret grubunun kendi gettosunun arkaik değerlerinin savunusuna dayanır. Böyle olunca bu lümpen muhafazakârlar örneğin kadınların eğitimine, iş hayatı ve sosyal hayatta yer almasına karşıdırlar. Bir erkeğin aynı anda birden fazla evlilik yapması insan haklarından sayılırken, kamu arazisini gasp edip kaçak bina dikmek üretkenlik ve çalışkanlık, kayıt dışı insan istihdam edip vergi kaçırmak girişimcilik, askere gitmemek için her türlü tezgâhı çevirip İsrail protestolarına kefen niyetine beyaz çarşaf giyip katılmak vatanseverlik, şehrin ortasında sokakta dana kurban etmek dindarlık ve merdiven altı tarikat yurtlarında çocuklara tecavüz etmek tasavvuf olarak takdis edilir. 80’lerde arabesk büyük bir sanat akımıyken (!) bugün Batı kentlerinin varoşlarında alt sınıfın müziği olan “rap” “yerli ve milli tınılarla” milliyetçi ve muhafazakâr gençlerimizin gönlünde taht kurmuştur. Gençler aile değerlerine, sevgi ve saygıya, köklü kültürümüze değil vurdulu kırdılı filmlerdeki “yarı istihbaratçı yarı mafya tiplerin olduğu hikâyelere” meftun olmaktadırlar. Bu alaturka rapsodinin fikri liderleri ise vaktiyle “Abant sofralarının ücretli müdavimi olan”, Kıbrıs’ta “Yes be Annem!”, FETÖ yanında “Yetmez ama evet!”, PKK yanında “insan hakları, demokrasi ve halkların kardeşliği!” diyen temelde Türk kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlık besleyen “liberal sol” aydınımsılardır. Onlara göre gecekondu dikip imar affıyla zengin olan, tarikat bağıyla iş adamlığına yükselen “yerli ve milli arkadaşlar” Türkiye’nin yeni ve ilerici burjuvasını oluşturuyordu! Yeni zamanlarda milli devlet, milli kimlik, ortak değerler, vatan ve bayrak artık para etmiyordu. Çeşitlilik içeren kimliksiz bir toplum olmalıydık. Ne güzel İstanbul be!

Pekiyi lümpen muhafazakârların temel düsturları nelerdir: 

Birincisi kasaba yaşam tarzının şehirde devamının savunulmasıdır… Ehh, lümpen proletaryanın sömürülmesi için onlara vaad edilen şey tam da buydu. İkincisi kuralsızlığın yüceltilmesidir.  Şehirdeki eğitim ve yaşam standartları, medeni kurallar ve devletin kanunları bu insanlarımızın kabul edemeyeceği şartlardır. Kuralları ihlâl etmek veya kendi çıkarlarına bozmak en temel itiyatlarındandır. Ancak aşiret veya cemaat kurallarını hiçbir şekilde ihlâl etmezler çünkü varlık sebepleri bu aşiret veya cemaatlere aidiyetleridir. Üçüncüsü üretim yerine ranta ve yağmaya dayanan ekonomidir… Çok doğal, belli bir konuda uzmanlaşmayan, teknik meslekî eğitimi olmayan insanlar nasıl yaşar? Ya cemaat şirketlerinde ucuz iş gücü ya da cemaat ağlarıyla palazlanmış al-satçı veya komisyoncu olarak. Bu ikinciler kendilerini genelde “serbest meslek” olarak tanımlarlar! Dördüncüsü ahlâka hiç değinmeyen bir zâhiri din anlayışıdır ki, burada cemaat mensupları sakalın uzunluğuna, tuvalete girerken ve çıkarken okunacak dualara, kadın erkek ilişkilerindeki yasaklara aşırı ihtimam gösterirken kul hakkına girmeyi, kamu malını gasp etmeyi, yalan söylemeyi ve işçinin emeğini sömürmeyi hiç önemsemezler. Sonuncusu ise emeğe değil imtiyaz ve kayırmacılığa dayanan kariyer planıdır. Ehh, Türk lümpen proletaryası “Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel ve Frank’a” benzemez! Rahmetli Özal’ın deyimiyle “iş bilen ve iş bitiren” bir lümpen proletaryadır. Onların fark ettiği gerçek şudur ki, alaturka rapsodinin sahnelendiği memleketimizde emeği ile kazanıp geçinmek enayiliktir, amaç adamını bulup gerekli makamları görüp hızla yükselmektir. Bunun için ehliyet ve liyakat değil, emniyet ve sadakat ana gerekliliktir.

“Sivri Dil, sen çok statükocu olmuşsun. Dünya değişiyor, değiştir bu kafayı!” Ne yapalım, biz paramızı emeğimizle kazanıyoruz, Allahtan başkasına boyun eğmeyiz, doğruya doğru eğriye eğri deriz. Bu devirde buna enayilik deniyorsa, evet enayiyiz! 

MİRAÇ VE MESCİD-İ AKSA:

Kitâb-ı Mübîn Kur’ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz’in Mirâcını şöyle anlatır:
İsrâ Suresi 1. Ayet:
“Subhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel mescidil harâmi ilel mescidil aksallezî bâreknâ havlehu li nuriyehu min âyâtinâ, innehu huves semîul basîr.”
“Yüceliğinde sınır olmayan O (Allah) ki kulunu geceleyin, kendisine bazı alametlerimizi göstermek için (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Çünkü, gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O'dur.” Muhammed Esed Meali.

Şu anki bilgilerimize göre düşündüğümüzde Peygamber Efendimiz Mirâç Gecesinde ki, Hicretten bir sene evvel Recep Ayının 27’inci gecesidir, Allah’ın hikmetiyle Mekke’den bir şekilde Kudüs’e, Mâbed Dağına uçmuştur. Sonra da oradan Mirâca yükselmiştir. Bu durumda Allah’ın Hicretten önce inen bu âyetinde bahsi geçen Mescid-i Aksâ’nın o dönemde inşa edilmiş olması gerekirdi. Acaba bu konuda tarihler ne demektedir?

Hz. Ömer Efendimiz zamanında fethedilene kadar Kudüs Bizans Yönetimi altında idi. Mâbed Dağı’nda 543 yılında İmparator Justinianus tarafından yapılan “Nea Ekklesia Theotokos / Tanrı’nın Annesinin Yeni Kilisesi ya da Meryem Ana Kilisesi” vardı. Müslümanlar Kudüs’ü fethettiğinde bu kilisenin harabeleri bulunmuştu. Hz. Ömer fetihten sonra bu bölgede bir yeri temizletmiş ve cemaatle namaz kılmıştır. Sonra burada küçük bir mescit yaptırdığı rivayet edilir. 

Daha sonra Emevi Sultanı Muaviye yönetimi sırasında, bugünkü Mescid-i Aksa Camii’nin bulunduğu yerleşkenin yakınında küçük bir ibadethane inşa edildi. Yerleşkenin güney duvarında yer alan bugünkü Cami, orijinal olarak beşinci Emevi Sultanı Abdülmelik tarafından 691 yılında veya onun halefi I. Velid tarafından veya her ikisi tarafından bir hatıra İslam anıtı olan Kubbet-üs-Sahra ile aynı eksende bulunan bir cemaat camisi olarak inşa edilmiştir. 746 yılındaki depremde yıkılan cami, 758 yılında Abbasi halifesi Mansur tarafından yeniden inşa ettirildi. 780 yılında Abbasi halifesi Mehdi tarafından daha da genişletildi ve daha sonra on beş nef ve bir merkezi kubbeden oluştu. Ancak 1033 Ürdün Rift Vadisi depreminde yeniden yıkıldı. Cami, Fatımi halifesi el-Zahir (hükümdarlık dönemi 1021-1036) tarafından yeniden inşa edildi ve camiyi yedi koridora indirdi ancak iç kısmını bitkisel mozaiklerle kaplı ayrıntılı bir merkezi kemerle süsledi; mevcut yapı 11. yüzyıl taslağını korumaktadır.

Yani bütün kayıtlardaki ortak bilgilere göre bugünkü Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra ilk olarak bir külliye şeklinde Emevi Sultanı Abdülmelik tarafından başlatılmış ve oğlu I. Velid tarafından tamamlanmıştır. Yani yukarıda bahsedilen İsrâ Sûresinin ilk âyetinin inmesinden nereden baksanız 100 sene sonra Mescid-i Aksa’nın temelleri atılmıştır, hatta ilk inşaatta Meryem Ana Kilisesinden kalıntıların da kullanıldığı rivayet edilmektedir. O zaman Kur’an’da bahsedilen Mescid-i Aksâ neresidir? 

Peygamber Efendimiz’in Hicret’inden önce, bazı zamanlar kendi başına Mekke dışına çıkarak şehirden biraz uzakta ki bir Mescide giderek dua ve ibadet ettiği birçok siyer tarihinde (örneğin Taberi gibi) yazılmıştır. Bu mescide Uzaktaki Mescit anlamında Mescid-i Aksa denmekteydi. Yani Mirâc Hadisesi Kudüs’te değil Mekke şehrinin biraz dışındaki bir Uzak Mescit’te gerçekleşmişti. Emevî mel’unları Medine’nin başkentliğini aldıkları gibi, Mekke’nin yerine Kudüs’ü, Kâbe’nin yerine de bugünkü Mescid-i Aksa’yı geçirmek istediler. Okuduğumuz din kitaplarındaki Mirâç Hadisesi’nin yeri ile ilgili rivayetler Emevî’lerin eklemesiyle oluşmuştur. Bugünkü anlamda, otantik olarak, Mescid-i Aksa’nın inanıldığı gibi bir mukaddes mekân olmadığını, belki de siyasi bir entrikanın sonucunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz.  

Son söz: Genler geri alınamaz ama yoksulluk alınabilir.

Tadımlık: Her şey ana rahminde saklı.

Aforizma: Ortası iyidir, ortada hayır vardır, ifrat kötüdür.

Tespit: Kollektif bilinç aşama aşama bitirilince duyarsızlık genel özelliği oldu dijital insanın.

Not 1: Avrupa medeniyeti I.Dünya Savaşının patlamasıyla beraber kendine olan güvenini tamamen kaybetti. Ama II.Dünya Savaşı’nın galibi ABD korkulacak hiçbir şeyin olmadığını, parayı gösterdikten sonra insanlara yaptıramayacak hiçbir şeyin olmadığını kanıtlayarak işi bağladı.

İsmet Özel

Not 2: Kötü şeyler ansızın gelir insanın başına.

Not 3: Youtube video çekenlere bakın, ilişkiler üzerine aman kimseye güvenmeyin diye anlatıyorlar.
Ve nedense kadınlara erkeklere nasıl güveneceğiz taktikleri veriyor.
Madde madde manifesto veriyorlar.
Sanki kadınlara çok güvenilirmiş gibi.
Sosyal medyadan, hiç tanımadığı erkeklerin her türlü davetine babam cevap vermediğine göre.
Merhaba ve akşam yemeğini yedikten sonra adamın koynuna atlayan, sabahında evimden git diyen adamın evinden gitmeyen cesur kadınlar, hangi erkeklere güveneceklermiş. 
Evde anneler kızlarına oğullarına aman dışarıda kimseye güvenmeyin diye anlatıyorlar.
Kapıdan çıkarken tembih ediyorlar.
Okulda arkadaşlarına güvenme.
Çalışıyorsa iş arkadaşlarına güvenme.
Sevgiline güvenme.
Kocana güvenme.
Aileler evladına ne kadar güveniyor.
Evlatlar ana babasına ne kadar güveniyor.
Televizyonda mağdur programlarına bir bakın.
İnsanların hayat hikayelerine bir bakın.
Hepsi birinin güvenini suistimal etmiş. Yakmış yıkmış tarumar etmiş hayatını.
Aman boş kağıda imza atma.
Aman yeni tanıdığın insanların evine gitme.
Aman kimseye borç verme.
Herkesin yolunu bulmaya çalıştığı şu hayatta kim kime güvenecek ki.
Sanki başka renk kalmadı herkes kara kara düşünüyor.
Kime güveneceğiz.
Cevap veriyorlar, hiç kimseye hayatim.
Ve sonunda güven üzerine dağılan hayatların özetini, sonucuna bakarsanız hep menfaat ve hep para. 
Bu paranın elleri varmış ve ne kadar kirliymiş arkadaş.
Yaşamak, nefes almak aslında kocaman bir emek değil mi?
Hepimiz bu emek içinde debelenirken, gözlerimiz birbirimize güvensizlik içinde bakar oldu.
Çok yazık aslında.
Analar babalar akşama kadar çocuklarına kimseye güvenmeyin diye haykırırsa.
Çocuklarda bile masumiyet denen sihir kalır mı? Kalmaz kaybolur gider.
Çocuklardan hiçbir şey saklanamaz haldeyiz, çocukların çocuk kalmadığı, her şeyi yaşından önce öğrendiği bir çağdayız.
EH erkenden büyüyen çocuklar da birbirine güvenmez hale gelmiş.
Güven duygusu sevgi duygusu ile kardeştir.
Güvenmediğin hiç kimseye sevemezsin.
Güven duygusu tamamen kaybolduğunda, herkesin birilerini bir yerlerde kıstırma duygusu olacaktır.
Biliyorum ki.
Her büyüğü çocukluğu bir yerlerde yakalayacaktır.
Ve demem o ki! 
Büyüğü, ya da küçüğü güven çeşmesi bulursanız yüzünüzü şakır şakır yıkayın.

Not 4: ABD dışişleri bakanı son 5 günde bölgedeki bütün ülkelere gitti. Türkiye ve Iran hariç. Iran'ı normal karşılarız da TR'ye gelmemesi köprülerin atıldıgının en önemli göstergesi. Türkiye’de ortadan konuşmayı bırakmalı artık. Tarafımız belli. Bunu açıkça ortaya koyma zamanı geldi geçiyor bile.

Not 5: Yabancı; “daha önce alınanları öde, seçim için harcamayacağına emin olayım, geri ödeyeceğine beni ikna et” diyor.         
Peki ya bunca “para bulduk, masamda milyarlı k öneriler var” açıklamaları?
Körfez’den gelen 50,7 milyar $’lık nasihati (!) “para bulduk” diye içeride seçmene anlatıp duruyoruz. Oysa depremde kullanılma şartıyla sözü verilen sukuk (İslami bono) dahi, eski bakanın 5 yıl önce Citi’de “İngilizleri ters köşe yaptım” sözlerinin intikamı olarak dondurulmuş durumda. Amerika’da ise “iyi gidiyorsunuz, radarımızdasınız ama yeni yönetimin raf ömründen emin olana kadar bekleyin” tesellisine tosladık. Şimdi yönü Afrika dâhil gezegenin diğer bölgelerine çevirdik.

Şimdi deniz bitti, vatandaş enflasyon pençesinde… Bunların yediği yemeğin faturası da emeklinin, ücretlinin önüne konuluyor. “Bütçe gerekçeleriyle emekliye az zam yaptık” diyecek kadar da pişkiniz. Mücbir sebep, bütçe kısıtları ama kamunun hesapsız kitapsız, sınırsız, hadsiz harcamalarında mücbir sebep diyerek kısıntıya gidilmiyor. Durum şudur; kıtlık zamanlarında insanı; açlık değil, alıştığı tokluk öldürür. Bizim kamu ve siyaset, alıştığı popülizm finansmanı yüzünden halkı, emekliyi zora sokuyor.

Not 6: 
Ortada güzellik merkezlerinden elde edildiği iddia edilen yüklü bir gelir vardı.
Gelir var ise haliyle vergisi de olmalıydı ama ne bakan vardı ne araştıran.
Güzellik merkezlerinden böylesi bir gelirin elde edilip edilemeyeceği, bu sistemin nasıl işlediği ise bir başka soruydu ve o da MASAK’ın ilgi alanıydı.
Ve ne Maliye ne de MASAK tüm bu süreç boyunca belli ki bu ikiliyi mercek altına almamış, bırakın mercek altına almayı dönüp bakmamış bile.
Ve yine belli ki, birkaç gazeteci, sosyal medyada etkin Özgür Demirtaş gibi birkaç ekonomist ve avukat Feyza Altun üzerine gitmese yine de ilgilenmeyecekmiş!
Hal böyle olunca insan merak ediyor, daha bu şekilde karanlık servetler edinen başka kimler var ve belli ki bunlarla da ne Maliye ne MASAK ilgileniyor!
Peki niye?
Bu kurumlarda çalışanlar sorumsuz, ilgisiz insanlar olduğu için mi?
Değil elbet.
İlgilenmiyorlar çünkü Türkiye bir hukuk devleti değil, bırakın hukuk devletini artık bir yasa devleti bile değil.
Hal böyle olunca bu kurumlarda çalışanlar da “Başıma bela almayayım” diyor ve ilgilenmiyor.
Çünkü namuslu ve işini yapmak isteyen bürokratlar bile her türlü suçun arkasında bir üst düzey kamu yöneticisinin ya da bir siyasetçinin olduğunu düşünüyor artık.
Ve suçun üzerine giderken suçlu duruma düşürülmekten, basit bir vergi kaçağını araştırdığını düşünürken Devlet’in içine yerleştirilmiş bir suç örgütü, bir kara para mekanizması ile karşılaşmaktan ve bu mekanizmanın kurbanı haline gelmekten korkuyor.

Bu kirli ve pis işlerin içinden bir bakanın, bir parti yöneticisinin çıkacağını düşünüyor ve bulaşmak istemiyor.
Namuslu insanlar bile bir noktada “Çoluk çocuğum var. Ben mi uğraşacağım! Ne halleri varsa görsünler” demeye başlıyor. Ve sonunda Devlet “Ne halleri varsa görsünler” devleti haline geliyor.
Şu anda durum budur.
Ne halimiz var ise onu görüyoruz.
Bir ötesini görmemiz de pek uzak değil.

Not 7: İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı, HSK'ya ihbar edip adaleti sormasa varmış, bir yere kaybolmamış gibi yapmaya devam edilecekti.
Bazı haberlere, hukuka sığmayan erişim engelleme kararları alınmıyor; bazı tutuklu ve hatta mahkumlara, akla mantığa dahi sığmayacak torpilli tahliye kararları verilmiyordu sanki.
Bilmeseniz; kanun önünde zenginle fakir eşitti, mahkemede dayısı olanla olmayan bir muamele görüyordu, güçlünün kralı gelse adliyede ayrıcalık tanınmıyordu, yargıya güven de dibe vurmamıştı sanırsınız.

Yetkisini kötüye kullanan devlet görevlilerinin haksızlıkları karşısında hukukun, kendi haklarını koruyacağına inanç, yerlerde sürünmüyormuş gibi...
Kimsenin, böyle alengirli işlerden haberi yoktu. Bir gün, bir başsavcının canına tak etti ve adliyesinde dönen kirli, akçeli işleri HSK'ya bildirdi de herkesin haberi öyle oldu. HSK ile Adalet Bakanlığı da bu rezaletleri bizle birlikte öğrendi yani. Öyle mi?
Meğer parayla adliyeden bazı kararlar alınabiliyormuş, marketten ekmek peynir alır gibi.
Borsası varmış; hakimin kontağı avukatı bulur, parayı da bastırırsan istediğin kararı aldırıyormuşsun. Dosyanın doğru hakime düşmesini ayarlıyor, denk gelip gelmemesini de şansa bırakmıyorlarmış.

Kaç kez yazdım, ilk gençliğimde Mısırlı ateşli bir vaizin kasetinde dinlemiştim. ‘Nerede adalet, nerede adalet’ çığlıkları atıyordu. ‘Eynel adale, eynel adale’... Kendi sorup cevabı da kendisi veriyordu: ‘Kral Faruk’un koynunda’. Galiba metresinin adıydı, Adalet. Hafızam yanıltmıyorsa Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah romanında da geçiyordu bu diyalog.
Neyse ki adaletin, adliyede kaybolduğunu ihbar eden biri çıktı. HSK'nın böylece haberi oldu da ihbar dilekçesini işleme koydu.

Başsavcının, adliyesindeki dolapları ihbarıyla ilgili haberlere dahi erişim yasağı kondu ve kaldırma kararı aldırıldı. Bunun, kamu yararı gözetilerek alınmış, hukuki bir karar olduğuna günevelim mi meselâ?
Adliyedeki adaletsizliği konuşmamız, istenmiyor. Konuşmamız mı yargıyı şaibeden korur, konuşmamamız mı?
Ya da şöyle soralım: Karanlıkta mı daha kolay rüşvet döner, aydınlıkta mı?
Yargı, herkesin gözü önünde işlemiyorsa saklayacak, gizleyecek şeyi vardır. Kir, açıktakine bulaşmaz.
Adliyeyi, haksız zanla kirlenmekten de ancak şeffaflıkla korursunuz.
Karartma, bilâkis örtbas şüphesi uyandırır, amaca hizmet etmez.
Ayrıca sansür kararları, çok kolay alınabilmeye başladı. Adli tuhaflık yok mu bunda?