İslam dünyasının yaşayan bilge liderlerinden Raşid el-Gannuşi 61 gündür Tunus zindanlarında keyfi bir şekilde tutsak. Bunu tüm dünyaya duyurabilmek için uzun süreli oruç tutmaya başlamış. 

Peki bizler bu zulüm karşısında şu hadis-i şerifin icabını yerine getirebiliyor muyuz?

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”

Son söz: Bazıları yerel seçimi gözlerinde amma büyütüyorlar. Yerel seçim dediğiniz lokal rantın siyaset esnafı tarafından paylaşılma süreci, hepsi bu. Onu kazanarak sadece zengin siyasetçiler yaratabilirsiniz; sığınmacı, ekonomi, adalet, mafya, eğitim politikaları değişmez! Muhalefetin, her köşeye dağılmış ve acınılacak durumunu hayretle izliyorum.

Tadımlık: "Büyümeden ödün vermeden de dezenflasyon (enflasyonda düşüş) sağlanabilir"in tıpta karşılığı:
"Akciğeri alınan bir insan solunum faaliyetini makatından (kıçından) ya da başka enteresan bilmediğimiz herhangi organından  veyahut dışarıdan temin edilen oksijen tüpünden (ihracat artışı, dış talep artmasın) nefes alarak yaşayabilir". Dışarıdaki talebin artmayacağını ön görmek için ne Boğaziçi okumaya gerek var ne de Princetonda doktora yapmaya ihtiyaç. Kurdan medet uman ne Ar-Ge ne katma değeri yüksek çip gibi teknoloji üretemeyen ihracatçımız var. Eksenlerini kaydıramdılar bir türlü. Çin bir yılda 10 milyon elektrikli araç üretmiş biz hala banttan yılda bin araba çıkaramıyoruz. Düşük faizli kredi ver yaşasınlar. Maliyeti de halka yık düşük faizin enflasyon yoluyla. Ateş denizini mumdan kayıklarla geçemezsiniz.

Not 1: Pazaryerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazaryerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan.

İyinin ve Kötünün Ötesinde, Nietzsche

Not 2: İlk ve son Hristiyan çarmıhta ölmüştür.

İyinin ve Kötünün Ötesinde, Nietzsche

Not 3: “Üstat bir ara dedi ki, insanların ardından koşmazmış, çünkü bir işe yaramazmış bu. Dinlemeleri gerekenler söyleneni anlar, anlamaları gerekmeyenler dinlemezmiş’’.

Bilgelikler Kitabı

Not 4: Zira bilge insan, yalnızca az tüketmeyi değil, daha önemlisi, az şeyle yetinmeyi öğrenmiştir./ Epikuros

Not 5: Toplum ne kadar parasallaşırsa, vatandaşları da o kadar endişeli ve aceleci olur. Dünyanın hala para ekonomisinin biraz dışında kalan, geçimlik tarımın hala var olduğu ve komşuların birbirlerine yardım ettiği bölgelerinde yaşamın hızı daha yavaş, daha az acelecidir. Zaman kıtlığı algısı, hayatı da kısa ve yoksul bir “çorak ülke” olarak deneyimlemeye yol açar. Eliot’ın dizeleriyle, “Oturmuş kıyıda/ Avlanıyordum, ardımda çorak düzlükler/Topraklarımı işleyebilecek miyim hiç olmazsa?”

Not 6: Sağlık için günde 4-5 porsiyon SEBZE-MEYVE tüketmek nedir?

Elimizde SALATALIK ile mi gezelim gün boyu?

Not 7: Kura müdahale devam ediyor

KKM devam ediyor

Negatif reel faizden vazgeçilmiyor

Mevduat faizi ticari kredi faizinden fazla

Aradığınız rasyonel zemine ulaşılamıyor.

Not 8: ... ve sırf bazı insanlar iyi oldukları için
 kötü insanların kolay hareket edebildiğini söyleyeceğim."

Tavşanın Randevusu, İsmet Özel

Not 9: Türkiye ne ülke, ne devlet, ne de millet olarak varlığını güvence altına alabilecek bir başarı edinebildi. Başarı varsa kısa ömürlerini Türkiye’de doğan bütün imkânları keyfince kullanmayı, kötüye kullanmayı bilerek geçirenlerin şahsi başarısıdır.

İsmet Özel, Cuma Mektupları-II

Not 10: 14/28 Mayıs, sadece Erdoğan’a bir dönem daha iktidar vermedi, Başkanlık Sistemi tartışmalarını da fiilen bitirdi. Çünkü, başta ekonomi olmak üzere birçok sahada başarısız beş yıl geçiren Erdoğan, 28 Mayıs’ı, kariyerinin en başarılı günlerini aratmayan bir sonuçla -yüzde 52- tamamlamayı başardı. Bu durumda yeni anayasayla bırakın parlamenter sisteme dönmeyi, Cumhurbaşkanı’nın sınırsız yetkilerini dengelemeyi önermek bile zeminsiz kaldı. Böyle söyleyince kulağa iyi gelmiyor ama toplum Cumhurbaşkanı’na -ve bizzat Erdoğan’a- sahip olduğu yetkilerle, o yetkileri kullanma biçimiyle ve icraat karnesini öncelikli kriter saymadan onay verdi. Böyle bir yönetici istediğini sandıktaki tercihiyle tescilledi. Yetkileri ve yetki kullanım yöntemleri onaylanmış bir liderdir. Bu şartlarda, yeni anayasa için masaya oturulduğunda kim Erdoğan’dan yetkilerini azaltmasını isteyebilir ve Erdoğan bu bahsi açmadığında da kim ona haksız olduğunu söyleyebilir.

Sistem üzerinde değişikliğin siyasi dayanağı kalmayınca, sıfırdan yeni anayasa yazmanın anlamı da kalmıyor. Hal böyleyken iktidar, anayasanın rahatsız olduğu maddelerini elbette gündeme getirebilir. Belki bu heyecan yaratır!

Not 11: İnsansı robotlar, haksızlığa gelemeyen insanlar gibi öfkeden çıldırabilecekse yalnızlık da çekecekler demektir. Belki yaşları ilerledikçe yalnızlığı tercih de edecek, hemcinslerinden kaçarak mizantroplaşacaklar.
Fakat o gün Yahya Kemal'in Düşünce şiirindeki seçilmiş yalnızlıkla baş etmekte onlar da zorlanacak. 'İnsanlar anlaşılacak, cihanın da sırrı kalmayacak; görüp anlayacaklar yaşamak macerasını' ve şu dizelerle vedalaşmaya alıştıracaklar kendilerini:
"Ülfet (kaynaşmak) belâlı şey, fakat uzlet (yalnızlık) sıkıntılı/ Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı?"
Yapay zekânın, bilinçte insanı aşma ihtimali mi daha korkutucu? Yoksa kimi insanların, bazı insanî özellikleri hiç geliştirmeden ruhsuz gelip ruhsuz gitmesi mi? Tehlike, bir değil.

Not 12: Haydi hayırlı uğurlu olsun; insansı robotlar için ilk fabrika açılmak üzere; RoboFab. İki bacaklı robot Digit’in yaratıcısı olan Agility Robotics’in projesi bazıları için göz korkutucu olabilir.
ABD’de Oregon eyaletinde Salem’de 2023 yılı sonunda açılacak olan 70 bin metrekarelik tesis yılda 10 bin robot üretme kapasitesine sahip olacak. 2025 yılında bu robotlar hayatımızda olacak.
Fabrika Amazon Depolama Merkezi gibi dev endüstriyel merkezlere yakınlığıyla stratejik bir konumda bulunuyor. Şirketin CEO’su Damion Shelton’a göre Salem tesisinin açılması robotik tarihi için bir dönüm noktası. Bu girişim ticari amaçlı insansı robotların seri üretiminin başlangıcını simgeliyor ve CEO’ya göre çeşitli endüstrilerde işle ilgi sorunlara çözüm getirebilecek potansiyele sahip. Her şey o kadar güzel mi? Acaba!
Fabrika 500 ‘insan işçisini’ istihdam edecekmiş. Robotlar ise özellikle insanlar için tasarlanmış mekanlarda çalışmak üzere üretilecek, depo ve dağıtım merkezlerinde yük ve malzemeleri ‘insansız’ bir şekilde taşıyacak.
Agility Robotics, robotlarının yaralanma, tükenmişlik sendromu, işten ayrılma gibi durumları bertaraf edeceğini iddia ediyor. Şirket yetkilileri bu robotların insanların işlerini ellerinden almayacağını aksine, istihdam yaratacağını söylüyor. Açıkçası tam olarak nasıl olacağını pek anlamadım. Digit’lerin bir çift kol ve bacağa sahip olma gerekçeleri de ilginç! Ne de olsa insanların çalışacağı mekanlarda mesai yapacaklar, bir de ortamın değişmesine gerek yok. Bu elemanların bizim gibi bir çift gözü de var. Bu gözler etrafa bakmak için kullanılmıyor, gerekçe ‘insana’ daha çok benzemesi.
Robotlar yaklaşık 12 kilo taşıyabiliyor ve yaklaşık 1,4 metre yüksekliğe ulaşabiliyor. Aslında daha yükseğe ulaşma potansiyelleri de var. Kollarını yedi-sekiz metreye ulaştırmaları mümkün ama depoların tasarımları göz önüne alındığında buna pek ihtiyaçları yok. İnsanların iki metre yükseklikteki kutuları alması beklenmiyor, robotlardan da!
Şirket yetkilileri 2014 yılında lojistik ve depolama alanı için 600 bin kişilik bir iş açığı olduğunu sorunun o günden bu güne arttığını şu anda bir milyondan fazla olduğunu söylüyor. Yani onlara göre robotlar insanların yapmak istemediği işleri yapacak. İki yıl sonra digit robotlar geldiğinde işsizlik rakamlarına bir daha bakmak lazım.

Not 13: Dünyanın tüm gelişmiş şehirlerinde Uber, Bolt, Ecab gibi büyük şirketler taksi sorununu çözüyorlar. Bu uygulamalar hem işsizliğe de büyük bir merhem oluyorlar hem de yolcuların güvenli, hızlı ve ekonomik ulaşım bulmalarına hizmet ediyorlar.
Yollarda Scooter’larını gördüğümüz şirketin yeni uygulaması da benzer bir yol izlemeye çalışıyor ama devletin desteğini henüz almış değil. Tam da bu yüzden mafyacılık oynamayı seven bazı taksiciler bu uygulamadaki şoförleri tehdit ediyor, dövüyor ve böylece göz korkutarak bu uygulamayı yasaklatmaya çalışıyorlar. Daha önce Uber’de de aynısı olmuştu.

zeminde korumadığı için yaşanmıştı tüm yaşananlar.
Dün engelli bir alternatif uygulama şöförünü korkutarak video çektiren eşkıyaların ceza almayacağını bilmek sinirlerimi zıplatıyor.
Ben burada yasa dışı, korsan taksiciliği övecek değilim. Benim demek istediğim halk kendiliğinden buna yöneliyorsa burada bir sorun vardır ve devlet bu sorunu çözmek zorundadır.
Ya sarı taksi sayısını arttırmak gerekir ya da alternatif uygulamaların önü açılmalıdır.
Aslında bu uygulamalar taksici esnafı için de avantaj sağlayacaktır. Taksici esnafı da bu uygulamalara kayıt olabilir ve yolcu taşıyabilir.

Not 14: Telefon faturasından trafik cezasına, çocuklarının kreşinden tutun da diş implantına varana kadar yaptırdığımız vekillere 73 bin lira maaş yetmiyormuş.
85 milyon kişi 600 tane vekili bakamadık. Bu ayıp da bize yeter...

Not 15: Neymiş efendim hepimiz aynı gemideymişiz!
Günlük 750 bin lira harcayıp, kahvesini altın tozuyla içen bir kadınla, çocuklarını ısıtacak odun bulamadığı için ellerine saç kurutma makinesini verip yan odada intihar eden kadın aynı gemide olabilir mi hiç?

Not 16: Şimşek ne yazık ki 20 yılda bozulan gelir dağılımını düzeltemez. Enflasyonu da kolay kolay 2026’dan önce indiremez. E ne anladım bu işten diyorsunuz değil mi? Neden Şimşek bize gerekli?
Söyleyeyim:
Ülke o kadar ağır tahribata uğradı ki,
1-Açıkları kapatmak için basılan para yılbaşına göre %50, geçen yılın Eylül ayına göre %70 artarak 12,6 trilyon TL olmuş. (M3 para arzı tanımı, kaynak TCMB EVDS)
Bunun anlamı enflasyon fırtınası dinmeyecek, artacak demek.
2-Bütçe açığı 1 trilyonu geçerek yeni zam ve vergilerin alınmasını doğuruyor. Mevcut vergi tahsilat oranlarına bakarsak 800 milyarlık gedik var… Alın size enflasyonun ikinci nedeni…
Bu arada tarımda azalan desteklerle üretimdeki zafiyetin gıda fiyatlarını yukarı çekeceğini de unutmayalım.
3-Rezervler eksi 60 milyar dolar civarında ve bu açığı dış ticaretle kapamak da olası değil. Ocak-Ağustos döneminde dış ticaret açığı %11,9 artarak 73 milyar 535 milyon dolardan, 82 milyar 304 milyon dolara yükseldi.
4-Açıklara yama yapmak için beklenen dış sermaye girişimleri henüz sonuç vermiş değil. Şimşek’in 3-4 Ekim’de tekrar Londra’ya gideceğini biliyoruz…
Ancak güzel haberler de var…

En azından not görünümümüz değişmeye başladı. Bu da bir şeydir.

Not 17: Bir ülkede eğer adalet yok ise, o ülkede devlet yok demektir.
Yeterince yaşarsanız, ne demek istediği anlarsınız.
Ama anladığınız zaman çok geç olduğunu da…

Not 18: İngiltere’nin süper ilgi diyebileceğimiz Premier League’i önceki yıl son sırada bitiren Southampton’ın o yıl kasasına giren naklen yayın geliri 159 milyon dolardı. 17. sıradaki Everton 167, 12. sıradaki Chelsea ise aynı sezon 180 milyon dolar naklen yayın gelirini kasalarına koymuşlardı. Bu gelirler içinde Avrupa Kupası maçları yoktu.
Lig sonuncusu olarak küme düşen takımın naklen yayın geliri, Türkiye Süper Ligi’nin toplam naklen yayın gelirlerinin yüzde 60 daha fazlası idi.
Toplam Türk futbolu, İngiltere’de küme düşen takım etmiyordu.
Hal bu iken Türkiye’de futbol federasyonlarının başarısını tartışmak abestir. Çim boyayan şirketin işine son vererek futbolu düzeltemezsiniz.
Ama yine üzülmeyin.
Baktınız duruma çare bulamıyorsunuz, “Bu bayrak inmeyecek, bu ezan
susmayacak” dersiniz.
Geçer.
Kendinizi başarılı hissedersiniz.

Not 19: Daha yeni, tek örgütte el konan para 6 Milyar TL.

UYUŞTURUCU ile suç örgütlerinin eline geçen para, 100'lerce Milyar TL.

Böyle bir parayla, istediğiniz örgütü kiralarsınız.

Bugün yapılan saldırı, muhtemelen uyuşturucu kaynaklı.

Devlet üstlerine daha sert gitmeli.

Not 20: Okuduğum haber tüyleri diken diken ettirmeye yetip de artan cinstendi. Son 9 ayda Akdeniz’de en az 2 bin 500 kişinin hayatını kaybettiğini ve Akdeniz’in dünyanın en büyük göçmen mezarlığına dönüştüğünü söylüyordu. Daha da tedirgin edici boyutu ise 11 bin 600 refakatçisi olmayan çocuğun İtalya’ya ulaştığı yazıyordu. Bu durum, büyük bir trajedi olarak günümüz insanının önünde duruyor.  Mülteci ve göç meselesinin, insan kaçakçılığı ve göçmen krizi diye adlandırılan bu durumların yeryüzündeki eşitsizliği, sömürüyü ve adaletsizliği en yalın şekliyle gözler önüne sarmasına rağmen insanoğlundaki duyarsızlığı anlamlandırabilmek de mümkün değil. Takımlar maçlarını kazanıyor, ekonomi iyi olsun olmasın herkes rutinini muhafaza ediyor hatta o kadar muhafaza ediyor ki muhafazakârlıktan kırılıyor adeta. Her şeyi normalleştiren zihinlerimiz ne zamandan beri bu donukluğa erişti de hiçbir zihinsel, vicdani, insani durumu göremez hale geldi.  Artan fanatikliğimizin (her alanda) bizi körelttiği bir gerçek ama vicdanımızı da kuruttuğu başka bir gerçek. İnsanlık bizden geçti mi? Hoşça bakın zatınıza…

Not 21: “Ağlamadan/dillerim dolaşmadan/yumruğum çözülmeden gecenin karşısında/şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı/üzerime yüreğimden başka muska takmadan/konuşmak istiyorum”
İsmet Özel

“Eğri oturup doğru konuşalım” sözünün önce ondan duyduğumuz izahı. Elimde kitap yok. Hatırımda kalanı anlatayım.
Doğru oturduğumuz zaman yani bir statüye sahip olduğumuz zaman doğru konuşamayız.
Kaybedeceğimiz bir şey, statü, mal, mülk yoksa ancak o zaman doğru konuşabiliriz.
Günümüzde kimsenin, büyük ve küçük adamların, politikacının, eşrafın, tacirin doğru konuşmaması o yüzden.

Not 22: Çok kabaca Newton fiziği şu: Eğer bir taneciğin, şu andaki yerini, kütlesini ve hızını biliyorsanız gelecekteki yerini ve hızını bulabilirsiniz. Küçük bir düzeltme: Fizikte kütle ve hız yerine, bunların çarpımı olan momentum kullanılır. O halde sebep-sonuç şöyle: Bir taneciğin yerini ve momentumunu biliyorsanız onun geleceğini de geçmişini de tayin edersiniz. Mükemmel bir determinizm.
Kuantum teorisinin ortalığı karıştırmasının sebebi şu: O evrendeki, yani çok küçük ve hafif taneciklerin evreninde taneciklerin hem yerini hem de hızını aynı anda ölçemiyorsunuz. Veya önce yeri, sonra hızı ölçtüğünüzde aldığınız sonuçlarla; önce hızı, sonra yeri ölçtüğünüzde aldığınız sonuçlar aynı değil. Aralarında Planck Sabiti denilen bir sayıyla orantılı bir fark var.

İşte bilim felsefesinin ağır toplarından Friedrich Waismann, bu keşiflerden sonra meşhur sözünü söylemiş: “Determinizmin duvarındaki çatlak kesindir ve bu hâlden kurtulma ümidi yoktur.” (i) Bazı Batılı dindarlara göre, Newton kanunları evrende Tanrı’ya yer bırakmıyordu. Her şey tayin edilmişken, muayyenken, bugün olanlar dünkü sebeplerden, yarın olacaklar bugünkü sebeplerdense Tanrı neredeydi? Tabii bu madalyonun tersi de var. Her şey sebep-sonuca göre işliyorsa bu kâinatta insanın da hür seçimi yoktu. İşte muayyeniyetin, yani determinizmin, yani sebep-sonuç zincirinin duvarında bir çatlak varsa bu Tanrı’ya bir yer açardı. Bu fikrin de hemen eleştirisi geldi: Siz Tanrı’yı çatlaklarda mı arıyorsunuz!

Birincisi:
Bazı ölçmelerin birbirini bozması, sebep-sonuç dünyasının yıkılması değildir. Bu determinizmin duvarını da çatlatmaz. Kuantum evreninde birini bozmadan ölçülebilen değişkenler vardır ve bunların belirlediği bir sistem zaman içinde gayetle belirli bir yol alır ve her seferinde aynı yolu alır. Şrödinger’in kedisi ve şansa bağlı görünen olaylar, birbirini bozan ölçmelerden kaynaklanıyor. Telaşa gerek yok. 

İkincisi şu:
“Dövizi ve fiyatları Allah yükseltiyor!” diyen hoca efendilerin bir sözü daha var ki o, bu birinciden daha vahim. Dövizin ve fiyatların yükselmesinde başka bir sebep var diyenler, Allah’a şirk koşuyormuş. Dolayısıyla kâfirlermiş! Eyy ben ekonomistim diyenler. Ekonomiyi yönettiğini söyleyenler… Dikkatli olun. Sonunuz pek hayırlı görünmüyor.
Bunların dışında, irade-i külliye- irade-i cüziye en makulü galiba.

Not 23: Pacta sunt servanda Latince bir kelime ve hukukun, toplum olarak bir arada yaşamanın, uluslararası sistemin var olabilmesinin temel ilkelerinden biri. Bizdeki karşılığı “ahde vefa”, yani verilen sözü tutma. Ticaret yaparken de, siyaset yaparken de önemli. Ne de olsa güven olmayınca hiç bir şey olmuyor.
Antlaşmalar, sözleşmeler imzalanırken bu ilke üstünden imzalanıyor, bir devlet diğerinin sözünü tutmayacağını değil, tutacağını varsayıyor. Ve bu anlayış 1980’de yürürlüğe giren 1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’iyle de geleneksel hukuk normu olmaktan çıkartılıp bağlayıcı nitelik kazanıyor.

Sözden caymanınsa iki koşulu var. Biri şartların değişmesi (rebus sic stantibus), diğeri sözleşmenin hükümlerinin daha üst bir hukuk kuralıyla, jus cogens’le çelişmesi, diyelim ki mükellefiyetin köleciliği ya da işkenceyi içermesi. Bunun dışında da imzalanan bir akdin yükümlülüklerinin iyi niyetle yerine getirilmesi gerekiyor.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uymuyorum çünkü şartlar değişti ya da ondan daha önemli bir normla çelişiyor, dolaysıyla ben de çekiliyorum diyemezsiniz. Çünkü insanların temel hak ve özgürlüklerinin korunmasından, onların adil yargılanmasından, ifade, vicdan, din ve düşünce özgürlüğünün korunmasından, yaşam hakkının savunulmasından daha üst bir norm yok.
Kaldı ki şartların değişmesi durumunda ne yapılacağı da sözleşmenin 15’inci maddesinde belirlenmiş. Savaş ve olağanüstü hallerde bazı hakların askıya alınabileceği ancak bunun suistimal edilemeyeceği söylenmiş. Ayrıca 17’inci maddede de sözleşmedeki hiç bir hüküm bizim burada hep birlikte bu sözleşmeyle kararlaştırdığımızdan daha fazla kısıtlanamaz denmiş.

Not 24: Modern çağın insanı tuhaf bir hayat sürüyor.
Kimsenin görmediğini düşündüğü an her şeyi yapabilir mesela.
Yakalanmadığı sürece her şeyi yapabilir; gaddarlık, barbarlık, hak hukuk tanımazlık…
Modern çağın insanı tuhaf. Gerçekleştirmeyi düşündüğü hedefler için her şeyi araçsallaştırabilir. Hedefe ulaşmak için her yol mübah.

Modern çağın insanı utanmıyor. Utanmanın “arkaik” bir duygu olduğunu düşünüyor. Eskiden yapıldığında insan içine çıkılamayacak eylemler şimdi “medeni cesaret” olarak sunuluyor…
Dünya kocaman bir pazar. Her şeyin alınıp satıldığı, en yüksek fiyatı verenin elinde kaldığı bir pazar… “Utanmak” bu pazarın handikapı… Utandığın an satış yapamazsın; pazarlayamazsın hiç bir şeyi. Sadece fizyolojik bir refleks olarak tanımlanıyor bu utanma/kızarma hali.

“Yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim o an” diyen birine rastlıyor musunuz şimdilerde? “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz” cümlesini en son ne zaman işittik? “Ar damarı çatlamış” diye azarlanmıyor artık kimse. Kimsenin “Başından aşağı kaynar sular dökülmez” gayrı.

Daha çok kazanmaya, daha çok başarılı olmaya, daha çok şan şöhrete ulaşmaya çalışan insanda mahcubiyet duygusunu aramak hayaldir artık.

Şimdilerde mahcup olmamak değil, mağlup olmamak önemli…

Not 25: MoneyWeek Dergisi’nde (22 Eylül 2023) yayımlanan bir makaleden küçük bir bölüm belirtmek isterim:
Makalede bir zamanlar Almanya'nın en iyi müşterileri olan Çin endüstrilerinin birdenbire "saldırgan rakipler" haline geldiği ve Alman modellerinin çok ilerisinde olan Çin elektrikli araçlarının rekabeti konusunda Berlin'de bir panik havasının yaşandığı belirtiliyor.
Ve Almanya’nın Avrupa’nın hasta adamı olmayabilir ama ‘yavaş adamı’ haline geldiğinin özellikle altı çiziliyor. Hatta Avrupa’nın güç merkezi rolünün git gide Fransa’ya doğru kaydığı belirtiliyor.
Bunlar önemli gelişmeler…
Tam da bu noktada, daha önce yazdığım yazılarda araştırma geliştirmenin, inovasyonun öneminden bahsetmiştim.
Ve “Singularity Üniversitesi'nin kurucu ortağı Peter Diamandis’ın “Şimdi yıkıcı bir şekilde inovasyon yapmıyorsanız, işiniz bitebilir.” sözüne dikkat çekmiştim.
Yazıdan şu bölümü de belirtmek isterim:
“Almanya’nın önde gelen 30 şirket değeri toplamı, bir büyük teknoloji firması etmeyebiliyor.” Aslında bu cümle, teknoloji alanında yaşanan çarpıcı değişimi de çok açık bir şekilde ortaya koyuyor.”

Buradan hareketle; Türkiye Yüzyılı vizyonunun belirtilmesi elbette önemlidir. Ama bir taraftan da bu vizyonun altının hızlı bir şekilde doldurulması gerekiyor.
Bunun için de katma değerli üretim, sanayi üretimi gibi alanlara özellikle odaklanılması gerekiyor.
Girişimcilere, yazılımcılara gereken kolaylıkların sağlanması, önlerinin açılması ve bu süreçte araştırma geliştirmenin ‘hayati’ olduğunun fark edilmesi gerekiyor.
Yurtdışına giden yazılımcılarımızın, mühendislerimizin, doktorlarımızın vs. geri dönmeleri için gerekli ortamın ivedilikle tesis edilmesi gerekiyor.
Ve tüm siyasetçilerin (iktidar, muhalefet) önemli bir dönemeçte olduğumuzu fark etmeleri gerekiyor.
Son olarak, yapay zekâ üzerine çalışan bir arkadaşımın söylediği şu söz geldi aklıma…
“Biz treni çoktan kaçırdık”
Öyle mi gerçekten?

Bu topraklardan tüm dünyayı şaşırtan bir keşif çıkmadı bundan sonra da çıkması zor. İHA'ları belki herkesten mükemmel yapabiliriz ama ilk biz bulamayız. En performanslı elektrikli otomobili de yapabiliriz ama böyle bir şeyi dünyada ilk defa piyasaya biz süremeyiz. Bunun en büyük sebebi farklı ses ve düşüncelere olan tahammülsüzlüktür.

Not 26: İncecik bir çınar yaprağı düştü üstüme sarsıldı kalbim
Toprağa yağmur düşüyordu ah nasıl düşüyordu
Bir harf durmadan durmadan üşüyordu
Uzaklardan gelir uzaklara giderdim artık yıkıldım
Ben bu yıkılışı yağmurlardan öğrendim

Akşamı önüme bırakıp giden adam haklıydı
Kentler ayrıntıydı haritalar ayrıntıydı
İçinde tükendiğim şu hain hayatta
Herkesin yalnızlığı duvarda asılıydı
Nasıl söylesem dünya nereye bakıp söylesem
Çekinerek yaşadığım yılları her akşam
Çekinmeden ateşe attığımı nasıl söylesem
Ben sana emanetim bırakma beni
Dağıtma yüzümün menekşelerini
Bu şarkıyı yalnız bitirmek istemiyorum bunu nasıl söylesem
O harf yanlış denizlerde boğulurken
Ben doğru bir kelime olamam

M. İdris

Not 27: En son ölüm gelir
Yine de erken deriz
Derinlikler için bir yol vardı
Bilmiyorum her şey bitti mi
Bu kağıttan gemiyi bırakıyorum 
Bu kağıttan denize
Sevgilim sevgilim
Böyle yalnız mı gidecektim
Cennetteki evimize.

M. İdris

Not 28: Görebildiğim kadarıyla, siyasi hayat içerisinde bulunsalar hiç kuşkusuz önemli işlevler görebilecek gencimiz az değil; iyi yetişmiş, ülkeye siyasi hayatta da yararı dokunabilecek sayısız gencimiz var. Ancak, siyasetin aldığı biçim onları uzakta durmaya yönlendiriyor. Heves kaçıran bir atmosfer var siyasi hayatta.
Fırsat bulan kapağı dışarıya atmaya bakıyor; çoğu o fırsatı yakalıyor da…
Dışarıda bulunan gençler ise güncel karmaşaya girmeyi düşünmüyor…
Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor ve sonrasında hevesler kırılıp ortalık yine mevcutlara kalıyor…
Kısır döngü…

Not 29: ''Her insanın gitmeye hakkı vardır,
onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir.''
Amin Maalouf

Not 30: Sosyolojinin babası kabul edilen İbn Haldun, Mukaddime’de aslında kuşaklara dair çok net bir tespitte bulunur: “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediğinden daha çok benzer.” Dolayısıyla, her giden genç, aslında bir önceki kuşağın eksikliğini, bir önceki kuşağa dair kendi eleştirilerini kapatmak, bir önceki kuşağın gerçekleştiremediği hayallerin peşinden gitmek için de gider.

Not 31: İş başvurusunda bulunurken “forslu” bir tanıdığı olmadığı için ev genci olarak kalan, yeteneklerine göre değerlendirilmenin yani meritokrasinin artık ülkede hiçbir karşılığı olmadığını düşünen gencin yurtdışına gitme sebeplerini, insan kaynağımızı bu denli hoyratça yitirişimizi çözümledik mi yeterince?

Not 32: İnsan yeryüzünün kanseridir.

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne, Emil Michel Cioran

Not 33: Yıllar geçtikçe anlaşabileceğimiz kişilerin sayısı da azalıyor.

Not 34: Cehennem insanın anladığı, fazla anladığı yer olacaktır.

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne, Emil Michel Cioran

Not 35: Kendimizi başkalarının gözünden görebilseydik, derhal ortadan kaybolurduk.

Not 36: İTO yıllık enflasyonu yüzde 73,18 oldu. 

Enflasyonun daha da artması bekleniyor.

O zaman TL  mevduat faizi yüzde 70 bile olsa TL mevduat sahipleri bugünlerde moda tabirle "yattığı yerden" reel anlamda para kaybeder.

Not 37: Geldiğimiz noktada çok trajik bir fotoğrafla karşı karşıya kaldık. CNN gibi uluslararası bir markanın Türkiye temsilcisi kanal, son derece ciddi programların olması gereken bir saatte, tartışma programında seçim sonuçlarını astrologlarla okumaya, aklı başında sandığımız insanlar da bunun üzerine yorum yapmaya başladı.
Seçimi şu kazanacakmış, bu kazanacakmış, çünkü bilmem hangi gezegenin bilmem hangi burcuna göre kriter buymuş. Fatih, İstanbul’u fethederken meleklerin cinsiyetini tartışma aymazlığına düşen Bizanslılar’a döndük.
RTÜK gereği zararlı maddeleri övmemek gerekirken, kraldan çok kralcılık yapıp, kuralda olmamasına rağmen kadeh sözcüğünü bile bipleyen TV kanallarının, falcılıkla siyasi ya da ekonomik analiz yapmasını hayretle izliyorum. Buna bir ‘dur’ demeyen RTÜK de ayrı bir başlık tabi.

Not 38; Gençken “neden konuşarak sorunlarını çözmüyorlar ki” derdim. Yaşadıklarımdan anlıyorum ki, bazen karşınızdakiler şiddete başvurmak dışında yol bırakmayabiliyor..

Not 39: Elektrikten sonra doğalgazda da bugünden geçerli sanayi ve işletmelere %20 zam yapıldı. Hayırlı olsun, bu şekilde enflasyonda kalıcı düşüşü çok bekleriz..

Not 40: Aklıma İnebahtı Deniz Savaşı geliyor. İnebahtı Savaşı yanlış bir taktikle Osmanlı’nın ilk kaybettiği büyük deniz savaşıdır. Ondan sonra da Osmanlı’nın denizlerde gerilemesi başlamıştır diye bilinir. İşin gerçeği İnebahtı Savaşı önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye’de tarihinde olumsuz bir şekilde bahsedilir.
 
Bu seçimleri o bakımdan bu savaşa benzetiyorum. Muhalefet açısından hiç olmayacak bir şey bu. Kazanılabilir veya en azından bazı bakımlardan kazanılacak veya parlamentoda denge elde edilebilecek bir seçimi kaybettiler.
 
Fakat bu seçimlerde de tıpkı İnebahtı Savaşındaki gibi bazı kişiler ortaya çıktı. İnebahtı Savaşında donanmada saray komutanları yanlış kararlar verdiler ama buna karşılık  deniz korsanlığına gelmiş Barbarosların geleneğinden gelmiş olan o zaman ki Uluç Ali Paşa tek başına kendi gemilerini kurtardı. Nispi bir başarı kazandı. İnebahtında bizim az da olsa yüzümüzü güldürdü.

İşte bu seçimde de tıpkı Uluç Ali Reis gibi Mustafa Sarıgül öne çıktı. Şunu söylemek lazım Sarıgül üç şey yaptı. Birincisi Erzincan’da bir başarı kazandı. Bu bir mucize değil ama önemli bir başarı. İkincisi o başarının kendisiyle çok büyük bir alakası vardı. Sarıgül olması onu başarılı kıldı. Üçüncüsü tıpkı Uluç Ali Paşa gibi kendisi de ayrı bir moral kazandırıcı bir kişilik oldu. 

Sarıgül’ü birçok bakımından eleştirebilirsiniz, geçmişinde yaptığı yanlışlar olabilir veya doğrular olabilir ama şu anki bu pozisyonu muhalefetin ihtiyaç duyduğu bir pozisyon.

Not 41: Patlayacak piyasa yakında. Krediler kapalı, mevduat faizleri yüksek olduğu müddetçe araba piyasası çöker. Çetelere de çöküyor devlet. Kayıtdışı para da azalıyor. Kayıtdışı para lüks otomobile ve gayrimenkule gidiyordu. Orası da kuruyor.

Not 42: Para; maddesel ihtiyaçlarımızın karşılanmasında işe yararken, manevi ihtiyaçlarımızın karşılanmasında pek de bir değeri olabileceğini sanmıyorum.
Bunu derken, birden aklıma Türk filmlerinde bir replik vardı ya hani, “Her şeyi satın alabilirsin, ama ruhumu asla!..” şeklinde söylenirdi.
*
“Yok öyle değil, onlar tarihe karıştı.” diyorsanız eğer, bilelim ki bizim hayatımızda mutluluk da tarihe karışmıştır da biz bunun farında değilizdir.
*
Anladım ki paranın, mutluluk hormonlarını besleyen ihtiyaçların karşılanmasında esamesi okunmaz, ancak tatmin eder.
Eğer öyle olmuş olsaydı, onca zengin insanlar yuvalarında mutluluğu yaşamak için en kralından mutluluk satın alır ve ömür boyu mutlu olurlardı.

Not 43: MB enflasyonu;
1.Elektrik, doğal gaz ve petrol fiyatlarının artmasına bağlıyor.
Elektrik dağıtımını özel sektöre bugünkü hükûmet verdi. Halkın refahını önemseyen ülkelerde, elektrik ve doğal gaz fiyatları sübvansiyonludur. Sübvansiyonlu fiyatlarla hem üretim maliyetleri düşer, hem de fakir fukara karanlıktan ve soğuktan kurtulur?
MB ekonomi yönetiminin bir parçasıdır. Şikâyet etmek yerine, hükûmeti neden uyarmadı?
Dahası dünyada petrol fiyatları artınca, bütün petrol ithal eden ülkeler etkilenir. Ama bu ülkelerde enflasyon yoktur. Çin de petrol ithal ediyor ve fakat enflasyon binde 2’dir.
2.Yine MB Başkanı enflasyonun bir başka nedeni olarak vergi artışlarını görüyor. Vergi artışlarının enflasyon yarattığı doğrudur. Ama ekonomi yönetimi bir bütündür. Şikâyet etmek yerine, eğer hükûmet bütçeden şatafat harcamalarını, popülist harcamaları kaldırmak yerine vergileri artırırsa ben TL’yi koruyamam demedi.
Dahası eğer MB Başkanı bu nedenle yasada yazılı olduğu gibi TL’yi koruyamıyorsa, neden orada duruyor?
3.MB Başkanı kur artışının da enflasyon yarattığını söyledi. Kur artışını faizleri tek haneye indirerek bizzat MB yarattı. Şimdi de gösterge faizi ile Eylül enflasyonu arasında 31,53 puan fark var. Gösterge faizine göre reel faiz oranı eksi 19,5’tir.
MB eksi reel faize devam ederse kurlar da artar. MB kendi yanlışını açıklamak yerine reel faiz politikasına geçmelidir. Üstelik bugünkü güven sorunu nedeni ile reel faiz birkaç puan değil, en az beş puan olmalıdır. Tasarruf sahibi ancak o zaman bu reel faizi TL’ye yatırım yapmak için riske girmeye değer görecektir.
4.En fazla rahatsız olduğum; MB’nin “ücret artışları enflasyon yarattı” şeklindeki ezberidir.
Teorik olarak enflasyon arz-talep dengesinin bozulmasıdır. Eğer ücretlerde enflasyonun üstünde bir reel artış olursa, fiyatlar genel seviyesi kısa dönemde artar ve fakat reel ücret artışı emek verimliliğini artırır, üretim artar, arz artar ve arz- talep dengeye gelir. Fiyat artışı devam etmez.

Merkez Bankası’nın ve ekonomi yönetiminin bu günkü anlayışı ile ekonomide tahribat devam edecektir.

Not 44: Şimdi önümüzde iki bakış açısı var.
1- Ya, “Buna da şükür… Asayişin ve iktisadın eskisi gibi olmasından iyidir.”
2- Ya da “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…”
İkinciyi; yani kaybolan yılların eleştirisine mesai ayırmak haklı bir tercih ama mevcut siyasi ortamda ve özellikle ekonomik kriz halinde biraz zayıf kalıyor! Seçmenin cevabından sonra bilhassa…
Ama eğer birinciden gidersek madem bazı işleri fabrika ayarlarına dönüyoruz; o zaman eğitimde, üretimde, ehliyette, liyakatte de aynı yolu izlesek demeden geçemeyiz. Eğitim ki en önemli meselemiz. Ne asayiş ne de faiz artırmak eksik eğitimin yerini tutamayacağı için vakit kaybetmeden Türkiye’yi eğitimli ülkeler sınıfına sokmak için kolları sıvasak fena olmaz. Ya da öncelikli sektörler belirlense de üretim gücümüz artırmayı denesek. Yahut yüksek potansiyelimiz olduğu halde bir türlü ayağa kalkamayan tarımı ihya etsek. Ve vaktimiz var hepsini birden yapsak…
“Olan oldu önümüze bakalım” diyeceksek tam bakalım.

Not 45; Erdoğan, ‘çatlasalar patlasalar bile uzayda da yerimizi alacağımız’ı haykırmıştı. İlk adımı atmaya az kaldı.
Ev sahipleri, olay çıkarmadan bizi ağırlamayı kabul ettiklerine göre onlar da kıskançlığı uzatmayacak, demektir.
Fakat uzaydaki yerimizi sağlama alırken dünyadaki yerimizden pek iyi haberler gelmiyor.
2002’de gerimizde olan Romanya; kişi başı milli gelirde arayı açarak bizi geçmiş, 15 bin doları aşıp dünya 56.’sı olmuştu. Türkiye ise 50 yılın en düşük sırasına, 79.’luğa gerilemişti.
Sanayici Adnan Dalgakıran, Dünya Ticaret Örgütünün iki tablosunu X’te paylaştı.
Meğer 2002’de arkamızdan gelen Vietnam da bilgi-iletişim teknolojileri, çip ve elektronik ihracatında bizi geçip 5’e katlamış.
Dünyadaki iddiamızı da korumakta fayda var.

Not 46: Merkez Bankası Başkanı Gaye Erkan TBMM Plan Bütçe Komisyonu’na bilgi verdi. Burada tek cümle ekonomi dünyasının dikkatini çekti.
“Büyümeden ödün vermeden dezenflason sağlanabilir”
Ben basit şekilde izah etmeye çalışayım: Enflasyonla mücadelede faiz artırımları yolu ile ilk amaç kredili tüketimi kısarak talebi düşürmektir. Bu sayede talep düşüşü fiyatların artmasını engeller.
İktisatta ilk öğrettikleri şey fiyat oluşumudur. Fiyatlar arz ve talebin kesiştiği noktada oluştuğuna göre talep düşüşü fiyatları en azından artış yönünde engeller.

Nitekim OVP’de 2024 iç talep artışı yüzde 20’lerden yüzde 3,6’ya düşecek şekilde plan yapılmıştır.
Lakin OVP iç talep düşerken büyümenin dış taleple sağlanacağını düşünmüş... Sanırım dış dünyadan pek haberleri olmamış. Çünkü başta ABD olmak üzere yükselen faiz hadleri tüm küresel ekonomiyi daha durağan hale getirmeye başladı bile.

2019 yılını hatırlayın. Daha önce grafiğini de vermiştim: O kemer sıkma döneminde yaklaşık 1,5 milyon kişi işini kaybetmişti.
Diyeceksiniz ki ama 2019 yılında az da olsa büyüme oldu... Evet, Türkiye’de enflasyon verileri ciddi şüpheler uyandırırken buradan gelen verilerle oluşan büyüme rakamlarında da benzer şüpheler görülmektedir.

Mesela hem enerji tüketimi azalıyor, hem çalışan sayısı düşüyor ama bir de bakıyorsunuz ki Türkiye ekonomisi büyümüş... Buna büyüme deniliyorsa ...
Ama asıl meselemiz bu değil.
OVP 2024 yılında yüzde 4,0 ve 2025 yılında da yüzde 4,5 büyüme beklediğini yazmış. Aynı OVP’de çalışan sayısının da bu yıl ortalama 31.654 bin olacağını ve gelecek yıl 32.428 bine çıkacağını varsaymış. Yani istihdam da artacakmış...
Hem enflasyon düşecek
Hem büyüme olacak
Hem çalışan sayısı artacak ve de
Hem de dış ticaret açığı azalacak...
Böyle bir şeye imkan var mı?
Aslında yok ama yine aslında var.

Şimdi Gaye Erkan’ın sözüne dönelim.
Evet, hem enflasyonla mücadele hem de büyüme olur mu? Olur... ama güven unsuru çok yüksek, kredibilitesi çok değerli kadrolarla...
Peki Mehmet Şimşek ve Gaye erkan ve diğer kadrolar bu sorunu aşabilir mi?
Hemen söyleyeyim: Erdoğan riski bu kadroların bir çok doğrusunu yok edecektir ve etmektedir. Asıl mesele budur.

İşinsanları, ekonomi bürokratları, yatırımcılar, yabancılar aynı soruları soruyor: Şimşek ne kadar dayanır? Yine heterodoks politikalara dönülmeyeceğinin garantisi var mı? “Bu ay faiz artmasının hatta biraz indirin” talimatı mümkün mü?
Benzer sorular İçişleri’nde de diğer başlıklarda da geçerli. Bugünkü operasyonların ya da faiz artırımlarının destek bulması yarın siyasi öncelikler gerekçesi ile aynı bakanlıklarda başka isimlerin tersi adımlar atmayacağının garantisi değil.
Hukuk ve demokratik bir yönetim hâkim olduğunda elbette siyasi tercihler değişebilir, iş tutuş tarzına bağlı farklılıklar, iyi-kötü performanslar yaşanabilir. Ama bir zaman çetelerin yükseldiği, diğer zaman tasfiye edildiği; bir dönem merkez bankasının kasasının arka kapılardan kör kuruşuna kadar harcandığı, bir dönem şeffaf ekonomi yönetimi ile istikrar arayışı yaşanmaz.
Hukuk devleti inşa edilmedikçe, toplum da sadece kendisine değil herkese eşit ve adil bir devleti arzulamadıkça kişilere bağlı salınımlar devam eder.

Not 47: İnsanlar devleti yönetenlerin kabiliyetsizliği yüzünden değişiyorlar.
Mutsuz bir hayat yaşıyorlar.
Göz göre göre yapılan bariz hataların sorumlusu bakan emeklisi milyon dolarlık şirketine giderken arabasının yoldan geçerken sıçrattığı suya isyan eden emekli, aylardır 1 kilo et alamıyor.

Göçmen, mülteci, sığınmacı adına ne denirse densin yabancı sayısındaki kontrolsüz artış çok ciddi bir beka sorunu olarak ülkenin karşısında duruyor.
Alım gücü sorunu, barınma sorunu, sığınmacı sorunu, depreme hazırlıksız şehirler sorunu…

Daha çok sorun var ama ben ilk akla gelenleri yazdım…
Sorunlar bitmiyor ve bunların hiç birine bir çare bulunmuş değil.

Türkiye tarihinde olmadığı kadar kötü yönetiliyor ve buna karşılık muhalefet o kadar silik kalıyor ki böyle bir vaziyette bile kitleleri heyecanlandıramıyor.
Yazık…