1453 yılının 29 Mayıs’ına uçacağız bu kez…
Mihmandarımız Zweig olacak…
Okumayanlar da bilir; haberdardır hiç değilse…
Biyografi ve monografi literatürünün büyük ustası…
Stefan Zweig, Bizans’ın Fethi’ni (de) yazar:

Sultan Mehmet’e yirmi dört yaşında Fatih unvanını kazandıracak, Peygamber vaadi İstanbul’un fethine giden süreçteki “Büyük Saldırıdan Önceki Gece”yi anlatır …
Karşılıklı hamlelerle sinirlerin gerildiği anda, Osmanlı cephesinde, varlıkla yokluk arasında salınan kritik dönemeci resmeder, Zweig:

“Hemen hemen her gün yapılan ve altı hafta süren bir savaştan sonra Sultan’ın sabrı tükenmek üzeredir.”
Zira “Topları, surların pek çok yerini yıkmıştı, ancak buyurduğu büyük saldırıları hep kanlı kayıplarla sonuçlanmıştı.”
“Bu durumda bir ordu komutanı için geride yalnızca iki olasılık vardır: ya kuşatmayı kaldırmak ya da şimdiye kadar yaptığı pek çok mevzi hücumdan sonra, kesin darbeyi vuracak son saldırıyı başlatmak.“ diye yazar, monografi yazarlığının usta kalemi:
“Mehmet, bütün paşalarını toplayarak bir savaş meclisi kuruyor. Ateşi ile yanıp tutuştuğu utku arzusu, bir anda bütün duraksamaları yeniyor. En büyük ve kesin saldırının 29 Mayıs’ta yapılmasına karar veriliyor. Sultan her zamanki kararlılığıyla hazırlıklara başlıyor.”
Ve serde delikanlılık..
Hedefte berraklık…
Yürekteki inanç, beyinde dönen zekâ çarkında fır dönerken, zafere kilitlenmiş Padişahın kazanma arzusuyla bilenen hırsı zembereğinden boşanmış, sığamıyor bir yere:

“Mehmet sabahın erken saatinden gece yarılarına kadar, bir an bile olsun dinlenmiyor. Muhteşem atına binmiş, Haliç kıyılarından ta Marmara Denizi’ne kadar devam eden büyük karargâhı boyunca bir çadırdan ötekine koşturuyor, uğradığı her yerde komutanlarını ve askerlerini yüreklendiriyor.”
Nasıl?
“İyi bir psikolog olarak da, bu yüz elli bin insanın savaş isteğini son haddine nasıl çıkaracağını biliyor.”
Ve bizim okuru ‘Fetih’ günlerine götürmemize sebep olan o sahneyi, -biz sadece Zweig’in yalancısıyız- tarih kaydediyor:
“Böylece, askerlerine, insanı dehşete düşüren bir söz veriyor ve bunu, bütün onuruyla, en kusursuz bir biçimde yerine getiriyor. Davullar çalıp borular öttürülerek bütün karargâhı dolaşan tellallar, Sultan’ın bu sözünü duyuruyorlar:

‘Mehmet, Allah’ın, Hazreti Muhammed’in ve dört bin peygamberin adını anarak, babası Sultan Murat ve bütün atalarının aziz ruhları üzerine yemin etmiştir ki, alınışını izleyen üç gün boyunca, kenti yağmalayabileceklerdir. Surların içindeki her şey, her türlü ev ve ziynet eşyaları, sikkeler ve paha biçilmez mücevherler, erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar bile, savaşı kazanan askerlerin malı olacaktır.”

Hayal ve beklentisi Sultan’ının dilinde vaade dönüşünce ne olursa o oluyor:
“Askerler, Sultanlarının saldırı buyruğunu, coşkuyla karşılıyorlar. Binlerce askerin sevinç haykırışları ve Allah Allah sesleri, Bizans’ın göklerinde yankılanıyor. Davullar çalınıp borular öttürülerek Sultan’ın verdiği yağma sözü kutlanıyor.”

Sonuç?
Söz bir Allah bir; Sultan Mehmet’in dediği dedik:
“Savaşın galibi Mehmet, sözünü tutuyor ve katliamdan hemen sonra bütün evleri ve sarayları, kiliseleri ve manastırları, erkekleri, kadınları ve çocukları savaş ganimeti olarak askerlerine sunuyor. Gözü dönmüş binlerce yağmacı, ganimet için âdeta birbirleriyle yarışıyorlar.”
Bu anı Zweig, “Tarih bazen rakamlarla oynar. Roma’nın Vandallar tarafından, belleklerden çıkmayacak bir biçimde yağmalanmasından tam bin yıl sonra, Bizans’ın yağmalanması başlıyor” diye yazar…

Cihatta ve fetihte askerin 'dava' ruhunu ateşleyen hep 'ganimet' olmuş demekki, bize yanlış öğretmişler. Mal ve kadınlar sadece canın değil imanın da yongasıymış. İnsanın içini hırpalayan bir kadim gerçekmiş bu. İktidarın ulufelerinden /fethin ganimetlerinden pay almak; tüm iktidar (merkez-çeper) ilişkilerini oluşturan da dağıtan da bu; bekanın nabzını elinde tutan (geniş anlamıyla) çıkar hazinesi olarak, İktidar…

Son söz: Tarih göstermektedir ki, büyük hareket ve olaylardan olaylardan pek azının akışı ve gerçekleşmesi, bunları harekete getiren kimselerin evvelden tasarladıkları şekilde cereyan etmiştir.

Not 1: Yüreğimiz sevdaya hazırlanırken
Günah sayıldı aşk..

Not 2: İster Osmanlı'ya bakın, ister Orta Asya'ya...

Bizim liderlerimiz de, ya SLAV almış, ya ÇİNLİ.

Bir düşünün.

Acaba neden?

Fırsatını bulan, neden yabancı alıyor?

Not 3: Şu an Türkiyede teknik anlamda kesinlikle bir ekonomik kriz falan yok. Büyüme hala pozitif bölgede ama giderek düştüğü bir kesin.. Buna dense dense stagflasyon denebilir. Büyümenin yerel seçimden önce negatife dönmesine mümkünse izin verilmeyecek..

Not 4: Gel şimdi bazı gerizekalılara öğretmenlerin 3 ay tatili diye olmadığını,1 Temmuz ile 1 Eylül arasında iki ay tatil olduğunu,her devlet memurunun zaten 1 ay yıllık izin hakkı olduğunu,dönem içindeki hafta sonu sınavlarını,veli toplantılarını, hizmet içi kurslarını,resmi bayramları vb. anlat bakalım!

Not 5: Churchill 1942’de İngilizler Mısır’da Almanları yenince “Bu son değil. Hatta sonun başlangıcı da değil, olsa olsa başlangıcın sonu” (Now this is not the end. It is not even the beginning of the end. But it is, perhaps, the end of the beginning) demişti. Bu başarı ile savaş bitmez ama savaşın gidişatı değişir manasına. 
Şimdi merkez bankasının enflasyon raporu sunumu ve yeni atamalar için de benzer bir değerlendirme yapılabilir. Artık ne olmayacağı belli olduğuna göre, ne olacağını konuşmaya başlayabiliriz.
Artık peşrevden şarkıya sanki geçebiliriz. Peki, hakikaten başlangıcın sonuna yoksa artık geldik mi? 

Not 6: Rahmetli Demirel 1980’lerde “Batı, sebepten neticeye gider. Yani sebepleri alır, tahlil eder, terkip eder, neticeyi oradan çıkarır” diyor, “Doğu (ise) neticeyi farz eder, ona sebep arar” diye muhteşem bir tespitte bulunuyor. Neticeyi varsayıp, veri kabul ediyoruz ve ona sebep arıyoruz. İşte bundan bu haldeyiz.

Not 7: VENEZUELA olma sürecinin bir diğer aşaması ise, var olan fabrikalarda kapasite kullanımının gittikçe düşmesidir.

Fabrikalar neden %40-45 kapasiteye düşer?

Demek ki İŞÇİ pahalı.

Yoksa patron salak değil, niye %100 çalışmasın?

KÜBA'da fabrikalar hep terkedilmiştir.

Neden?

Not 8: TOKİ, diğer vatandaşın sırtından, tüm vatandaşları ev sahibi yapmaya çalışan bir proje.

İşleri güzel.

Ancak, uzun vadede çözüm değil.

Çözüm gibi duruyor, ama değil.

Normalde, konuta ihtiyaç varsa, bunu ÖZEL SEKTÖR çözebilirdi.

Ama özel sektör durdu.

Neden?

Yanlış ne?

Not 9: İyilerin layıkıyla mükâfatlandırılmadığı ve kötülerin hak ettikleri cezaya çarptırılmadığı bir toplum, ağır ağır yılgınlığa teslim olur.

Not 10: Bilinçaltımızda insanın masumiyetine, kötü insanların dahi asgari bir iyiliğe sahip olabileceğine dair bir inanç var. Saf kötülükle karşılaşmak bu varsayımı paramparça ediyor, bizi kırılganlığımızla yüzleştiriyor. Gerçek daha yakına geldiğinde, canımızı acıtır.

Not 11: 'Kalbe umudu geri getiren şey cesarettir. Günlük yaşamımızda çoğu zaman farkında olmadan cesaret gösteririz. Ancak, sadece korktuğumuz zaman cesaret bir soru haline gelir. Cesaret şaşırtıcıdır çünkü korkunun kalbine dokunabilir, o korkmuş enerjiyi alıp inisiyatife, yaratıcılığa, eyleme ve umuda dönüştürebilir. Cesaret canlandığında, hapseden duvarlar yeni olasılıkların sınırı haline gelir, zorluk davet haline gelir ve kalp yeni bir güven ve kesinlik ritmine girer. Her insanın kalbinde gizli cesaret kaynakları vardır; ancak cesaretin içimizde uyandırılması gerekir. Güzel ile karşılaşma böyle bir uyanışı sağlayabilir. Cesaret, umudun alevi haline gelebilecek bir kıvılcımdır ve ölü, karanlık manzaralar gibi görünen yerlerde yeni ve heyecan verici yolları aydınlatır.'

John O'Donohue

Not 12: Yakan, yaktığından büyük ateşlerde yansın.

Not 13: Kelime-i Tevhid Allah’ın birliğine inanmakla tamam olmaz. “Korkma! Ben kral değilim, ben Mekkeli kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyen zatın Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna iman etmeden Allahü Ekber denmiş olmaz.

İsmet Özel

Not 14: "insan 16 yaşındayken dünyayı değiştireceğini düşünür. 18 olduğunda düşünceleri sert bir kayaya çarpar. 20 yaşına geldiğinde hiçbir şey değiştiremeyeceğini anlar. 25 yaşına geldiğinde ise dünyanın onu değiştirdiğini fark eder. ve insan 25 yaşında ölür, 75 yaşında gömülür... " 
tarkovski

Not 15: Enflasyon bildiğini okuyor, her birimiz bu külfeti yakar top misali bir diğerine atıyor ve bu hengâmede zengin daha zengin, fakir ise daha da fakirleşiyor.
Oysa yapılacakları biliyoruz. Ama konfor tuzağına düştük bir kere… Birileri gelsin, hiçbir külfet yüklemeden enflasyonu indirsin, eski konfor sürsün istiyor. Kısacası herkes cennete gitmek istiyor fakat kimse ölmek istemiyor. Yapılacakları şimdilik başlık olarak vereyim; “konforu terk etmek, acı ilacı içmek, enflasyonu öteleme kurnazlığını terk etmek ve çözülen ahlakımızı yerine koymak…”

Not 16:Kalabalıklara girip çıkıyorum…
Her yerde aynı gürültü. Bitmiş bir hayatı tekrarlayıp duruyorlar… O yapay, birbirlerinden kaptıkları taklit
hüzünleriyle, şiirler okuyorlar birbirlerine… Durmaksızın yaldızlı sözcüklerle felsefe yapıyorlar… Birbirlerini
sözcük ırmaklarında boğuyorlar biteviye… Herkes biliyor oysa hayatın çoktan bittiğini ama yine de bunu
belli etmemeye çalışıyorlar… Sözcüklerinin arasında boşluk bırakmadan konuşuyorlar… Çünkü birdenbire
bir sessizlik olursa, hepsi birden düşecekler o boşluktan aşağıya… Durmadan konuşarak, durmadan gürültü
çıkararak birbirlerini o büyük boşluğun üstünde tutmaya çalışıyorlar… Aralarından biri o boşluğa düşerse
ansızın, bunu birbirlerine hiç belli etmemeye çalışıyorlar… Hemen unutmuş gibi yapıyorlar onu… Boşluğun
üzerini hemen kapamaya çalışıyorlar… Boşluğa düşenden söz edenler olunca, "Ne yapalım, kendi hatasıydı,
aşağıya çok baktı, bizden ayrı kaldı, inanmadı geleceğimize, zayıf bıraktı kendini," diyorlar… İşte, ben böyle
bir akşam düştüm onlardan kendi boşluğuma… Bu şehirde senden başka kimseyi tanımadığım ve senden
başka her şeyin bana yabancı olduğu akşam bıraktım kendimi, o sahte sözlerden, korkulardan ve
kaçışlardan örülmüş gürültünün ortasından aşağıya… Telefondaki sesinin durmaksızın solduğu, hep solduğu
bir akşam bıraktım kendimi, o sonsuz çölüme… Acıyla ama düştükçe daha çok kendim olduğum, o boşluğa
doğru bıraktım…

Not 17: Kur iki ucu keskin bıçak gibidir. TL’nin değer kaybı ihracatı arttırıp, ithalatı yavaşlatır ama diğer makroekonomik dengeleri de bozma potansiyeline sahiptir. Nitekim bunu son yıllarda çok şiddetli bir şekilde yaşadık. TL’nin değer kaybı enflasyonu artırdı; ihraç edilen malların üretim maliyetlerini de ithal girdiler kanalıyla yükseltti. Bu nedenle ihracat için öncelikli adım TL’nin değer kaybetmesi değil, kurda ve fiyatlarda istikrar sağlanmasıdır.  Ama asıl reçete yapısal reformlarla üretimde ithal girdi oranını azaltmak; ekonomiyi dolarizasyondan kurtarmak ve Türkiye’nin dış kaynak girişine olan bağımlılığını azaltmaktır.

Not 18: Kaderim, söz verdiği şeyi yerine getirdikten sonra / Sevdiğim bir hilal sözünden döndü/Kalbimdeki aşkın akdini bozarsam, / Belki de hiçbir zaman onu göremem.

 Not 19: Türkiye’nin yüksek enflasyon ve faizlerdeki ani artışın etkisiyle, sıcak paraya daha bağımlı hale gelmesi, eskiye oranla daha yüksek faizle borçlanmak zorunda kalmasını beraberinde getirdi. Üretimde yaşanacak daralmayla birlikte yılın ikinci yarısında ekonominin yavaşlaması, enflasyon ve işsizlikte belirgin artış yaşanması, yüksek borçluluk nedeniyle şirket ve hane halkı kredilerinde geri ödeyememe sorununun daha da büyümesi kaçınılmaz görünüyor. 
Önümüzdeki dönemde enflasyondaki artış ve TL’deki değer kaybının sürecek olması, zaten sorunlu olan ekonomik tablonun daha da kötüleşmesine neden olacak. Ülkenin ve halkın son yıllarda daha da ürkütücü boyutlara ulaşan yoksullaşma ve borç sorununun yeni zamlar ve vergi artışlarını beraberinde getirmesi kaçınılmaz görünüyor.