Doların dün saat 14.30 sıralarında 26 lira 96 kuruştan işlem görüyordu. Bu fiyat yükselecek gibi bir eğim gösteriyor. Bazen 27.40’ı yokluyor, arka kapı satışlarıyla 27 sınırına ve az altına çekiliyor. Fakat 30 TL sınırına zorlayabilir. Hükümet faizi bir anda yüzde 40’ın üstüne çıkarırsa dolar o şokla hissedilir derece de düşebilir. Bu da dolara yatırım yapanların büyük zarar etmesine neden olacaktır. Dolarını altınını bozduran faize yatıracağından altın ve doların fiyatı biraz daha aşağılara inecektir. Unutmayın filler kavga eder ama çimler ezilir. Ekonominin düzeleceğini sananlar hayal kırıklığı yaşayacaktır. Ucuz ürün kuyrukları uzadıkça uzamaya devam edecek.

Ülkemde iyi bir şeyler olmayacak mı diye sorduğunuzu duyuyorum. Evet oluyor ama bu dar gelirliler için değil. Üzülerek söylüyorum. Zengin daha zengin fakir daha fakir olacak. Zenginin lüks restorantlarda verdiği bahşiş parasıyla geçim savaşı veren vatandaşlarımız daha da zor günler yaşayabilir. Onun için borca girmeyin. Televizyonlarda izlediğiniz bir lahmacuna 750 TL verenlerle kendinizi kıyaslamayın.

Faiz yanlışı ile bozulan ekonomik istikrar hepimizden götürdü.
Doğrudan yabancı yatırım sermayesi ve portföy yatırımları girişi durdu. Tersine çıkış başladı.
Döviz ihtiyacı arttı. İthal girdi maliyetleri enflasyonu artırdı.
Ekonomi yönetimi için güven sorunu oluştu ve yerli sermaye yatırım yapmıyor.
Kur korumalı mevduatın sosyal maliyeti yüksek oldu. Bütçe açıkları arttı. Hükümet telafi için vergileri artırdı. Vergi artışları halkın alım gücünü düşürdü.
Gelir dağılımı aşırı bozuldu. Hükümet düşük gelir gruplarının vergilerini bütçe ve MB yoluyla dolar zenginlerine transfer etti.
Yoksulluk arttı. Zira yüksek enflasyon devam ediyor. Dahası ekonomide durgunluk başladı ve stagflasyona gidiyoruz.
Bugünkü uygulamalarla çıkış yoktur. Dahası dış borç temerrüt riski de artıyor.
Özetle; faiz yanlışı hepimizin refahından en az 20 yıl götürdü.

Gidiş fena. Gidiş fena deyip yelkenleri indirecek miyiz?

Tepkiler zayıfladıkça olan oluyor. Sinenler çoğalıyor gibi görünüyor. Bezginlikler var, pes edişler var. Direncini düşürmeyen yanık gönüllüler de var. Sonuncular azlıkta. Çekinilen o azdan az diri ruhlardır. “Ruh” diyorum, evet psikolojiler tayin edicidir. Her şey oradadır. Ağzını açanın yaftalandığı yerde konuşanlar o hâlis ruhlardır. Birleri bin görünür. Hakikatte sayıya gelmez ve sayılarıyla ölçülmezler.

Kalabalıklar uyar ve siner. Yapacakları bir şey yoktur. Cemil Meriç, “Yığın düşünmez.” derdi. Hayır, başka türlü de bakılabilir: Yığınlar pratiktir, günlük hayatı devam ettirecek kadar düşünür ve ona göre tavır alır. Hadi “Yığın düşünmez” diyelim, yığılmayanlar, sürüden ayrı sürüyü de görenler için susmak olmaz. Şükür ki oyunu görenlerimiz ve söyleyenlerimiz eksik değil. Böyle gitmeyeceği açık. Bari uzun sürmese… O da bizim elimizde.
  
Tabii bir de gündemi hep rant ve makam peşinde koşanların başka ajandaları var:

Herkes zamları, hayat pahalılığını, enflasyonu, bir türlü gelmeyen yabancı sermayeyi, faizleri konuşadursun, kapalı kapılar ardında bitmeyen bir makam-mevki yarışı sürüyor. Bakan ve bakan yardımcılıkları pay edildi ama kurullar, başdanışmanlıklar, belediye başkan adaylıkları konusunda acayip bir mesai var. Çoğu da eski milletvekili. Sanki devletle ömür boyu kontrat yapmış gibiler.

Kurullar, genel müdürlükler başta olmak üzere üst düzey bürokrasi için kulisler sürerken, sayılarını kimsenin tam bilmediği ve 45’i aştığı tahmin edilen ‘dev başdanışman kadrosu’ ayrı bir muamma. Aralarında ekonomi ve hukuk kurullarında görev alan birkaç isim dışında, neredeyse adları bile bilinmeyen ve en az yarısı eski vekil olan bu ‘danışılmayanlar’ kadrosunun ne iş yaptığını bilen yok.

Nûr Muhammed Bedâuni:

Hindistan’da Nakşîbendi Müceddidi şeyhlerinden biri de Nûr Muhammed Bedâuni’dir (ö. 11135/1723).

Şeyh Nûr Muhammed Hakkında TDV İSLÂM Ansiklopedisinde Hâmid Algar şunları yazar:
“Bilmeyerek dahi olsa sünnete aykırı bir davranışta bulunduğu zaman günlerce tesiri altında kalan Bedâûnî on beş yıl istiğrak halinde kalmış, sadece namaz vakitlerinde sahv haline dönmüştü. Kendisine yapılan bağışları kabul etmemesi, okumak için dünya ehli bir kimseden ödünç olarak aldığı kitabı gafletlerinin karanlığı sarmıştır diye okumadan önce üç gün bekletmesi, yediklerinin helâl olduğundan emin olmak için ekmeğini kendi eliyle pişirmesi, Bedâûnî’nin dünya ehline duyduğu güvensizlik kadar zühd ve takvâ konusundaki titizliğini gösteren örneklerdir.” (TDV İSLÂM Ansiklopedisi, Şeyh Nûr Muhammed Bedâuni Maddesi, Hamid Algar.)

Son söz: Bir insan inançlarıyla davranışları arasında uyumsuzluk ortaya çıktığında iç dünyasını rahatsız eden bu uyumsuzluğu çözmek zorunluluğu duyar Prof. Leon Festinger’e göre.
İnsanın bu gerilimden kurtulmasının ise üç yolu olduğunu ileri sürüyor ünlü psikoloji bilgini: Ya davranışını ya gerçeklik algısını ya da değerlerini değiştirmek. Yani mesela ekonomiyi uçuracağına inandığı için oy verdiği partinin ekonomiyi batırdığını gören seçmen ya partisini terk edecek ya ekonominin battığını reddedecek ya da bunun kafa yormaya değecek kadar önemli olmadığına karar verip başka konulara yoğunlaşacak. Dördüncü bir yol yok.

Not 1: Mühim bir soru: "İnsan, hayatında bir kez de olsa kendine şu soruyu sorup cevaplamalıdır: Sahip olduğum her şeyi yitirdiğimde, beni ayakta tutacak olan nedir?"

Not 2: Fakat şimdi öyle çok yoksun ki;
Ben de dünyaya hiç gelmemiş gibi,
Davranmaya çalışıyorum.

Not 3: Bir gitmek ki;
Ukrayna gibi dağıldım her seferinde.

Not 4: Şunu çok iyi öğrettim elektrik direklerine,
Kimse;
Benim kadar güzel bekleyemez!

Not 5: Konuştukça başımızı öne eğecek ne çok şey var.
Diyordum yakın arkadaşlarıma.

Not 6: İnsan yola düşünce ne çok dökülene rastlıyor.

Not 7: Gidecek yeri olmayanların kaldıkları yerde mutlu olduğu görülmemiştir.

Not 8: Yüreğim!
Bir ah’ın uzatacağı ayakları yoktur.

Not 9: Bir Müslüman, Ebu Cehil’in göğsüne oturunca o şöyle de­di: “Boğazımın şuradan aşağısını kes.” Müslüman: “Aşağıdan ya da yukandan kesilmesinin ne farkı var?” deyince o şöyle dedi: “Başımı mızrağa takınca herkesten yukarıda dursun ve herkes, bu başın Ebu Cehil’e ait olduğunu anlasın.” Bu duygu az ya da çok herkeste vardır. Fakat bazen o kadar zarif bir gü­ce sahiptir ve o kadar latif perdelere, tevillere ve yorumlara sahiptir ki insanın kendisi bile bunu anlayamamaktadır.

Not 10: Benim hocalarımdan biri diyordu ki, bir topluluğa girip yer olmadığı halde yukanlarda bir yerlere oturmak isteyen bir ki­şi, kendisine zorla yer açmaya çalışır. Görenler, onun ne ka­dar bencil biri olduğunu düşünür. Bazılanna İse yukarıya bu­yurun diye ne kadar ısrar etseler de: “Hayır biz yere, ayakka­bılarımızın üstüne oturduk” derler. İkinci defa davet edildikle­rinde ise: “Teşekkür ederiz, burası çok rahat.” derler. İnsan­lar, onlar hakkında ne kadar mütevazı insanlar diye düşünür­ler. Halbuki hakkında böyle düşünülen insan, diğerlerinden daha bencil olabilir. Yukarıda oturmak isteyen kişinin az bir bencilliği vardır ve: “Benim yerim orası ben de oraya gitmek istiyorum, herkes benim yukarıda oturmaya layık olduğunu anlasın” der. Ancak aşağıda oturmak isteyen ise demek isti­yor ki: “Benim yerim de orasıdır. Beni, siz oraya davet edi­yorsunuz. Demek benim yerimin yukansı olduğunu anladınız. Bu durumda benim bencilliğimin derecesi de en az onlarınki kadardır. Ancak ben şunu göstermiş oluyorum: Ben o kadar iyi biriyim ki gördüğünüz gibi aslında yerim yukarıda olması­na rağmen, ben aşağıda oturuyorum. İşte bu benim onlara göre sahip olduğum izafi bencilliktir.”

Not 11: Ruhsal meseleler bazen öyle bir şekilde tecelli eder ki onu dikkatli bir şekilde analiz edip yorumladığınızda, onun yüzün­deki perdeyi kaldırdığınızda zahiren güzel görüntüsünün altın­dan “kişiliğinin”, “nefsinin” ve “çıkarlarının” mutlak hakikati ortaya çıkar.
Ancak insan, sevebileceği, kendisine dayanabileceği, hat­ta tapınabileceği bir ruhunun olmasını ister. Ama o ruh, mut­lak derecede yüce bir fedakârlığa sahip olmalıdır. Yani onda hiçbir şekilde bencilliğin, kişisel çıkarcılığın, hatta -gerçekten kendini feda edecek bile olsa- “ben kendimi feda edebilecek bir adamım” gibisinden yapacağı gösterişin lekeleri bulunma­malıdır. Böyle bir şey mümkün değildir. Kesinlikle mümkün değildir. Ama ona ihtiyacımız var ve yaratıyoruz. Neyi? Pro-mete’yi- Promete’yi yaratıyoruz. Promete, dünyadaki en meş­hur yan tanrılardan biridir. Onu Atinalılar ve Yunanlılar yarat­tılar; fakat daha sonra Roma’ya oradan da tüm dünyaya git­ti. Promete tannlar alemindeki Yunan tanrılarından biridir ve her şeyle dopdoludur. (Güzelliğe, güce, iyiliğe, sevimliliğe, tanrıların sahip olduğu mutluluğa, hayata, her şeye sahiptir; hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacı yoktur.) Ancak o, heyecan verici bir eyleme kalkışıyor. Yani kendisine, makamına, diğer tanrılara ve içinde mutlulukla yaşadığı dünyaya karşı, insan için kıyam ediyor, gelip tanrılar âleminden ateşi çalarak, bunu yeryüzünde soğukta ve karanlıkta yaşayan, ateşe muhtaç olan ve bu ihtiyacını gideremeyen insana veriyor.
İnsan, aldığı bu ateşle ısınıyor, sonra yemek pişiriyor, dün­yası aydınlanıyor, karanlıktan ve soğuktan ıstırap çeken insa­na ışık ve sıcaklık bahşediyor. Ateşe sahip olmayan insanlığa ateş vermekten daha büyük bir hizmet olabilir mi? Promete işte bunu yapıyor ve diğer tanrıları öfkelendiriyor. {Promete, bu akıbeti önceden göze almıştı.) Onlar Promete’yi yakalayıp zincire vuruyorlar ve onu Kafkas dağlarındaki buzdan bir te­peye hapsediyorlar. Sonra büyük ve keskin bir gagaya sahip korkunç bir akbabayı, gagasıyla o karanlık, soğuk ve ıssız tepede zincirlere vurulmuş Promete’nin ciğerlerini lime lime ederek yemesi için görevlendiriyorlar. Sonra ciğerleri yenmiş olan Promete, bu daimi azaba tahammül ediyor. Bu akbaba gökyüzüne biraz yükseldiğinde onun ciğerlerinin tekrar oluş­tuğunu görüyor ve ikinci defa onun ciğerlerini yiyor. Ateşi İlahların -kendisi de onlardan biridir- iradesine rağmen onlar­dan alıp büyük bir fedakarlık yaparak insanlara verdiği gün­den beri Promete, Kafkas dağlarında sadece o akbaba ile bir­liktedir.
Promete zincire vurulmuştur, akbaba daima gelip onun ciğerini yemekte, yenen ciğerler tekrar oluşmaktadır. Bu, Promete’nin daimî kaderidir. Şimdi bile durum böyle.. (Kafkaslara gidenler, bunu kesinlikle gördüler.) Bu kimdir? Böyle bir adam var mıydı? Böyle bir tanrı mevcut muydu? Böylesine bir dünya var mıydı? Bu âlemde böyle bir şeyin ol­duğunu kabul edecek hiç kimse kesinlikle yoktur. O halde ne oldu da böyle bir Promete yaratıldı? İnsanın Promete’ye ihti­yacı vardı; ancak Promete mevcut değildi. Bu derecede bir fe­dakârlık numunesine insanın ihtiyacı vardı ancak tarihte ve kendi zamanında böyle bir insan bulamamıştı. Mutlak mutlu­luk içerisinde, tanrısal mutluluk içerisinde, tanrılar âlemi içeri­sinde -tüm maddî ve manevî nimetlerin, güzelliklerin bulundu­ğu ve tüm ihtiyaçların giderildiği bir âlemdi- yaşayan birinin, kendisiyle farklı cinsten bir varlık olan insan için kendisini böyle bir azaba duçar etmesi, kendini tanrılar âleminden ve tanrılık* makamından mahrum bırakması ve Kafkas dağında korkunç bir akbabadan daimi olarak işkence görmeyi göze al­ması ve bundan hiç pişman olmaması mümkün değildir!
A.Şeriati

Not 12/ Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Schopenhauer’ın deyişiyle: “Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin.”
Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır.
Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut, sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra “görüşüm-uzaklaşım”la diri, güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır.
Aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. “Öznel bir özcoşu”dur. İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.
Oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde yeşerir; büyür. İşte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. Gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. “Biz” oluşları ise “tanışım”dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. 

Aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.
Aşk hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir.

Aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.

Aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. Oysa sevgi, “yabancı bir ülkede dildaş bulmak”tır.

Aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. Yaktığı olur. Oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.
Aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. Kıskançtır. sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. Sevgili için ister. Kendini sevdiği kişi için ister. Onu onun için sever. Kendisi ortada değildir.

Not 13: Bugünkü Avrupa’nın etnik haritasını şekillendiren Kavimler Göçü de büyük ihtimalle Orta Asya’da yıllarca süren kuraklıkların sonucudur.
Tarih kitaplarında okuduğumuza göre önce Hunlar yurtlarını terk edip komşularının topraklarını işgal etmiş, sonra Hunlar’ın önünden kaçan diğer kavimler de birbirini deviren domino taşları gibi her biri kendi önündekini daha batıya doğru iterek ilerlemişlerdi. Kavimler Göçü başladığı sırada bugünkü Ukrayna civarında yaşayan Gotlar birkaç yüz sene içinde İspanya’ya ve hatta oradan Kuzey Afrika’ya kadar sürüklenmiş bulunuyorlardı. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışına da sel gibi gelen ve önünde ne varsa yıkıp geçen bu Barbar akınları yol açmıştır.
İklim değişikliklerinin beklenmeyen sonuçlarından bilahare Osmanlı imparatorluğu da etkilenmiştir. 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında baş gösteren ve bilahare sosyal düzeni de olumsuz yönde etkileyen ve devletin çöküş sürecini başlatan büyük mali buhranın sebeplerinden biri o dönemde yaşanan iklim değişikliğine bağlı kuraklıklardı. 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar sürdüğü söylenen Mini Buzul Çağı boyunca kuzey yarımkürenin başka yerlerinde de zaman zaman benzer olaylar görüldü tabii.
Şimdiyse küresel ısınma tehdidi var önümüzde. Bilim insanları önümüzdeki yıllarda daha da yoğunlaşarak devam edecek olan iklim anormalliklerinden en çok etkilenecek ülkelerden birinin Türkiye olduğunu söylüyor. Öyleyse acilen harekete geçmemiz lazım. Tarımsal üretim ve gıda tedariki başta olmak üzere birçok alanda yeni iklim şartlarına uyum sağlamaya yönelik bir endüstriyel dönüşümün planlanması gerekiyor mesela.
Gerekiyor ama biz henüz “faiz mi enflasyonun, enflasyon mu faizin sebebi” tartışmasını bitiremedik. 

Not 14: Cezaları kısaltanların destekçileri, kimi AK Partililer, hatta bazı Cumhurbaşkanı danışmanları, vahşi cinayetlerden sonra idam istemiyor mu bir de!
Mevcut cezasını yatırmışlar da az gelmiş, son çare idam kalmış sanki.
Raporlara ne gerek; iktidar seçmeni olan mahalle berberime sorsanız ulaştığı boyutu söyler size. Son birkaç yıldır müthiş bir silahlanma çılgınlığı yaşanıyor. Herkesin belinde makine, her mahallede bir vukuat...
Silahlanma kontrolden çıkmış, denetim hak getire.
Cezaların caydırıcılığı, korkutuculuğu kalmamış.
Vigilante çeteleri, kanunsuz kolluk görevine soyunmaz mı!
Kurtlar Vadisi kaçkını haydutlar, şehir eşkıyaları, kaldırım kabadayısı magandalar kol gezmez mi!
Devletin canını, malını koruyacağına güvenemeyenler, güya kendi tedbirini almaya kalkıyor.
Yargıya güvenemeyenler, sözüm ona kendi adaletini sağlamaya yelteniyor.
Sonra şaşırıyoruz; trafikte, evde, dükkânda bu vahşi cinayetler nereden çıktı diye.
Başka ne bekleniyordu ki, ektiğimizden başka bir şey mi biçecektik!

Not 15: Erich Fromm’un tarif ettiği, kutsal kitaplarda da anlatılan kadim “yabancılaşma”, bir kez daha vücut buluyor: İnsanoğlu kendi yarattığı bir fikrin kölesi haline geliyor, eliyle yaptığı putun kuluna dönüşüyordu.
Toplumu dönüştürmek için kurgulanmış bir hikaye, üreticisinin kontrolünden çıkıyor, bir tahakküm aracı haline geliyordu.
“Kurgu” dünya ile “gerçek” dünya arasındaki uçuruma dikkat çeken Barbie, kesinlikle yüzeysel bir feminist propaganda filmi değil!
Kurgu dünyasından -Matrix göndermesiyle “kırmızı hapı” alarak- çıkıp, gerçek dünyaya gelen Barbie, kurgudan ibaret hayatının ne kadar anlamsız, klişe ve “plastik” olduğunu fark ediyor.
Kurgudaki mükemmel kadın ve erkeklerin yalan olduğunu, gerçek insanların türlü çeşitli kusurlarla malul, kısacık ömürler sürüp ölen canlılar olduğunu görüyor.
Filmde toplumsal aktörlerin bir an önce kutusuna döndürüp rahatlamak istediği Barbie, “varoluşsal krizini” aşmak için bunu reddediyor.
Yaratıcısının teklif ettiği gibi ölümsüz ve mükemmel bir fikir (nesne) olmak yerine, ölümlü ve kusurlu bir insan (özne) olmayı seçiyor.
Toplumsal cinsiyeti dizayn etmeye çalışanlara, bireysel olarak isyan edip, “sizin hikayenizin kahramanı olmak istemiyorum, bırakın yakamı” diyor.
Fakat problem şu ki, insanın “gerçek” hayatta bir “mana” bulma ihtiyacı var ve “mana” bireysel seviyede üretilebilecek bir şey değil!
Mana başka insanlarla paylaşılan fikir ve hislerden türüyor.
İnsan var oldukça mana arayışı, mana arayışı var oldukça toplum, toplum var oldukça toplum mühendisleri ve “kurguları” var olacak!
İnsanın kendi eliyle üretip, sonra esir düştüğü kurgularla mücadelesi de hiç bitmeyecek.

Not 16: Efsanelere, masallara, türkülere, mimarinin tarihine hiç girmeden, ister kırda ister sonu gelmez büyük bir metropolde yaşasın insan, işin özü gelip bir ağaca bağlanır. Geniş bozkırda güneş her şeyi adeta bir su dalgası varmışçasına seraplarla kandırdığında bir ahlat ağacı boyut değiştirip her şeyi kolları altına alır. Onun bu duygusu insanda en zor anda kabaran umuttan başka bir şey değildir. Hiçbir zaman bir ağacın boyu gökdelenle yarışamaz fakat hiç bir gökdelende de bir ağacın endamı bulunmaz. Zaten gökdelen dediğiniz insan hırsından yapılmış yapay bir ağaç değil midir? Şuuraltı maddeyle böyle sürtünür insanoğlunun.

Bir ağacın altında oturmak her tür çağrışıma da kapı aralamaktır. Sadece ilham vermez bir ağaç telkin de eder sizi. Madem ki son imparatorluğumuz bile bir ağaç metaforu ile kendi varlığını simgeleştirdi öyleyse bastığımız toprağın öyküsü kupkuru bir maddeden ibaret değildir. Baktığımız her yönde bir çağrışım göz kırparken bize gözümüzü her kapadığımızda hafızamızın kapakları açılıverir. Günlerdir Ege köylülerinin ağaçlarını savunmak için gösterdikleri canhıraş savunma salt sosyo-politik bir reflekse indirgenemez. İnsan denilen ‘saz parçası’ en beklenmedik zamanda hiç akla gelmeyen bir yüzle kendi müzik aletini alır ve oluşun o lirik bestesini dillendirir. Zeytin ağacı sadece bir meyve değildir. Tıpkı incirin, ıhlamur ve ahlatın olduğu gibi. ‘Karlı kayın ormanında yürümek’ yurt duygusunun kemiğidir çoktan.

Bir ağacın boy atıp can bulduğu yerde tabiatın gizli saklı nice dengesi bulunur. Ağaç aradan çekildikçe, bir kıyım duygusu iştahı düşmeyen maddiyat hırsıyla birleşir, insan tabiatın alnına suçlu diye yazılır, adım adım umut söner, dilden kısalıp çıraklaşır günlük hayatın neşvesi kaybolur. Bir ağacın telkin ettiği varoluş neşesinden nasipsiz olanlar her fırsatta ellerine balta alırlar. Balta barbarların ilkel mekaniğidir.

Not 17: Sahte bir enflasyon üzerinden asgari ücret ve emekli maaşı güncellemesi yapıp, sonra enflasyondaki yükselişten bahsetmek, o ülkenin ekonomi yönetimi adına güven verici bir unsur mudur?
Çok açık söyledim ve tekrar altını çiziyorum. Türkiye yaptığı hatalı ekonomi politikalarını telafi etmeye yönelirken, düzeltmeye çalıştığı sadece rakamlar. Vatandaşını ve küçük işletmelerini gözden çıkarmış bir anlayışın, sağlıklı bir ekonomik model ortaya koyma şansı da yok.
Üstelik onları gelir artışlarında görmezden gelip, giderde, bütçe açıklarında yükü sırtlanmasını bekleyen ve aynı gemide olduğumuz söylemleriyle ikna etmeye çalışan bir perspektif içinde.
Bu fotoğraf ile bir an önce yüzleşilmezse, dengeli bir gelir / gider kurgusu oluşturulmazsa, üreticiyi destekleyecek bir model kurgulanmazsa, ne enflasyonu düşürebilirsiniz ne işsizliği azaltabilirsiniz, ne vergi toplayabilirsiniz ne de o ülkede insanların üretmesini bekleyebilirsiniz.
Türkiye’nin bir an önce verileriyle yüzleşmesi ve TÜİK meselesini masaya yatırması gerekiyor. Kamuya ait bir kurumun, kamunun gerçeklerini çarpıtmakla ilgili bir görevi olamaz. Hem sahada yaşananlar, hem açıklanan açlık ve yoksulluk sınırları, hem de artan maliyetler verilerin doğru olmadığını haykırıyor.
Böylesi bir ortamda da ne insanlardan fedakarlık bekleyebilirsiniz, ne ihtiyaçlarını gidermesini sağlayabilirsiniz, ne de bu haldeki bir ekonomik fotoğrafla yurtiçinden ve yurtdışından yatırımcı temin edebilirsiniz.

Not 18: Twitter ---> Fikrini koy

Instagram ---> Bedenini koy

Not 19: Bence, 100$ emekli maaşı, 200$ asgari ücret günlerine kendinizi psikolojik olarak hazırlayın.

Doktora 1400$'dan fazlasını veremeyecekler.

O zaman, yetmeyen para, alt kademeyi düşürecek.

6 Milyon memur idare edilir de, 15 Milyon emekli var, yakında da 20 Milyon olacaklar.

Not 20: ÜNİVERSİTE kavramını bitirdiler.

Önce, yer gök ÇAKMA ÜNİVERSİTE açtılar.

%80 çözen de, %5 çözen de diploma alıyor.

Eşitlediler.

Ardından, ÜNİVERSİTE mezununun koşullarını düşürdükçe düşürdüler.

Yani, ÜNİVERSİTE kavramı ülkede bitirildi aslında.

Çok bir manası kalmadı.

Not 21: Neyse, en azından, KOMÜNİZM neden çökmüş, yaşayarak öğreneceğiz.

Temizlikçi 25,doktor 37,zaten aşağı yukarı KOMÜNİZM oluyor.

SSCB'de de az çok yaşam standartı farkı buydu.

Ama çöküyor.

Şimdiden hissediyoruz değil mi?

Bizim GORBAÇOV kim olacak bakalım?

YELTSİN?

Ve de PUTIN.

Not 22: Türkiye’de  KDV ve ÖTV'nin SIFIR olduğu bir şey söyleyeyim mi size? KİTAP. Buna rağmen evinde kütüphane olan kaç kişi tanıyorsunuz? Kitap almayan, okumayan, değerini bilmeyen ve en önemlisi kitabı ihtiyaç olarak görmeyen bir toplumda suçlanacak en son kurum devlettir.

Not 23: Latin Amerika’dan gelen uyuşturucu gemileri turistik gemileri geçiyor. İlaç üretimi durdurularak kapanan ilaç fabrikalarının yerini sentetik uyuşturucu imalathaneleri alıyor. Uluslararası mafya ve uyuşturucu tacirleri karar paralarını burada aklıyor, ikametgahlarını buraya taşıyor.  
Patronların kasaları doldukça doluyor. Patronlar ve komisyoncusu siyasetçiler her ihtimale karşı paralarının bir kısmını yurt dışına kaçırıyor. Kim mafya lideri, kim iş adamı anlaşılmaz oluyor.
Bütün bunlar bir gün yok olacak. Ama doğaya, dünyaya, insanlığa verdikleri zararın giderilmesi için insanlık uzun zaman uğraşmak zorunda kalacak. Bu dünya zararlılarının verdiği zarar nedeniyle çocuklarımız, torunlarımız uzun yıllar sefaletten, açlıktan kurtulamayacak. Daha sıcak günlerde, ileride daha soğuk günlerde yaşamak zorunda kalacaklar.

Not 24: Yaşadığı şehirden, toplumdan, iklimden bunalanların ortak bir kaçış senaryosu var: Portekiz’e yerleşmek. New York’tan İstanbul’a “Dünyanın yeni B planı”nı bu.
Trafik yok. Stres az. Hayat ucuz. Hava serin. Flört rahat. Restoranlar, kafeler yormuyor. Güneş batmak bilmiyor. Kimse kimseyi itmiyor, kakmıyor. Son birkaç yılda New York’tan, İstanbul’dan neden bu kadar fazla insanın Lizbon’a yerleştiğini anlamak için bu şehirde birkaç gün dolaşmak yeterli. Şehir hayatından komple vazgeçmek istemeyen, bir yandan metropolde yaşamanın getirdiği tüm yüklerden arınmak isteyenler için tasarlanmış...

Not 25:28 Mayıs’ta iş başına gelen Hükümet ve yeni TCMB yönetimi eğer gerçekten enflasyonu düşürmeyi ana hedef olarak belirleselerdi belli bazı eylemleri ivedilikle yerine getirmeleri gerekecekti. Öncelikle Hazine ve Maliye Bakanlığı önderliğinde ilgili Bakanlık ve Kurumların uzmanlarının ortak çalışmasıyla bir istikrar programı hazırlanırdı; bunun tamamlanması için bir ay yeterli olurdu. Dolayısıyla Haziran sonunda veya Temmuz başında dört başı mâmur bir istikrar programı hazırlanması için hiçbir engel yoktu. (Hükümetin en büyük şansı muhalefetin olmamasıdır; şu anda Türkiye’de fiziken ve fiilen bir muhalefet yoktur, DMD) Böyle bir istikrar programı başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere bütün kamu kurumları ve bakanlıklarda ciddi bir tasarruf başlatmalı, gereksiz ve ertelenebilecek ancak büyük masrafa yol açan yatırım ve ihalelerin sonlandırılması, vergi gelirlerini arttırırken vergi yükünü düşük ve dar gelirliye, maaşla geçinen orta sınıflara değil rantiye, haramzade ve kodamanlara yüklemeliydi. Bunlar Maliye politikası ayağıdır. Para politikası ayağında (her ne kadar ben enflasyon hedeflemesine ve politika faizinin para politikası aracı olarak kullanılmasına karşı olsam da, DMD) mevcut yapı içinde politika faizinin yıl sonu hedeflenen enflasyon düzeyine yaklaştırılması gerekirdi. 

Yani eğer 2023 sonu için yüzde 58 enflasyon hedefi konmuşsa, bu programda faizin de hemen yüzde 40’lar seviyesine çekilmesi sene sonuna doğru da yüzde 58’e ulaşacak şekilde arttırımların devam etmesi gerekirdi. Pekiyi bunun sonucu ne olurdu? İktisatta mucizevi bir şey olmaz, uygulanan her ilacın bir yan etkisi, maliyeti bulunur. 2024 sonunda enflasyonu yüzde 10’lara çekmenin maliyeti ekonomik küçülmedir, kredi zincirinin kırılmasıdır, varlığını yüksek enflasyonist ortamda canlı ekonomideki paranın devir hızının yüksekliğine borçlu birçok küçük ve verimsiz işletmenin batmasıdır. İşsizliğin yüzde 15’lere ve daha yukarısına fırlamasıdır. Pekiyi Sayın Cumhurbaşkanı bunu göze alır mıydı? Tabii ki, hayır. Her ne kadar muhalefet diye bir kurum olmasa da Sayın Cumhurbaşkanı yerel seçimler üzerinde çok ciddi şekilde çalışmaktadır. Hedef İstanbul, Ankara ve İzmir’i almaktır. Yüksek enflasyondan kaybedilen oylar fazlasıyla canlı bir ekonomiyle geri gelmektedir. Bu yüzden böyle bir programa müsaade etmesinin siyasi hedeflerine ulaşamama sonucunu doğuracağından endişelenmektedir. 

Benim kanaatimce Sayın Cumhurbaşkanımız hem Sayın Şimşek’e hem de Sayın Erkan’a “Seçimlere kadar büyümede yavaşlama istemiyorum. Canlılığın korunması gerekir. Siz ekonomik canlılığı koruyarak elinizden geldiği kadar enflasyonu kontrol edin, beklentileri olumlu yöne çevirecek bir görüntü verin.”, talimatını vermiştir. Yeni atanan guvernör yardımcılarının da bir vitrin düzenlemesi olarak faydası olduğunu düşünüyorum. Bu isimler duyulunca herkesi bir iyimserlik dalgası kapladı ancak ekonomi temennilerle, inşallah – maşallahla idare edilmez. Sağlam eylemlerle ekonomi politikası kalıcı sonuçlar üretir. Bu manada bir eyleme henüz tesadüf etmedik.

Not 26: … Sabahları yaz magazin programları var.
Muhabirleri, plajları, mekanları, pazarları dolaşıyorlar.
Eh program çıkaracaklar, yaz günü ne yapsınlar.
Herkes tatilde.
Ve şuursuzca geziyor ve şuursuzca para harcıyor.
1 kahvaltı 2.500 TL,
1 menemen 320 TL
1 kruvasan 275 TL
Plaja günlük giriş 4000 TL,
Rahat rahat anlatıyorlar.
Adam, öğle saati, plaj içinde jakuziye girmiş, sırıta sırıta şu ana kadar 15 bin TL harcadığını anlatıyor.
Gece dahil günlük harcaması 25 bin TL buluyormuş.
Bu paraları nasıl kazanıyorlar, insanın aklına neler geliyor da.
Plajda, sahilde jakuzi ve içinde tuhaf kızlar ve kıllı adamlar neden vardır bilinmez ama.
Bildiğim tek şey varsa, arsızlıkta kıyamet kopmuş kimsenin haberi yok.