Gün geçmiyor ki bir şiddet haberi düşmesin medyaya. En son bir hamile öğretmeni tekmeleme haberi düştü. Zopun, kalasın biri, veli bozuntusu zorla okula ardından sınıfa girerek hastanelik etmiş kadın öğretmeni, üstelik hamile birini. Hayvandan daha aşağı insanımsı hayvan türü olmalı bu kabadayı müsveddesi.

Tabii önü arkası kesilmiyor şiddet haberlerinin. Sahaya inip hakem dövenleri mi dersiniz, trafikte en ufak bir sıkıntıda magandalığa başvuran mağara tiplemelerini mi dersiniz. Nereden baksan bir sıkıntı olduğu açık.

Dün metroda çocuklar uyuşturucu çekiyordu. Metrodan çıktım. Yollarda kavga şiddet son sürat devam ediyor. Tek şerit yolda kavga ettiler kadınlar geldi adam onlara laf anlatayım derken adam arabadan silahı getirdi sıktı. 

Bitmiyor ki. Yeşilay Başkanının aracından kokain çıkıyor tutuklanıyor. Ülke sosyal şizofreni geçiriyor.

Dünyanın da en azından dünyanın doğusunun bizden farkı yok. Yine Hindistan’da bir herif çay beş dakika geç geldiği için eşini öldürmüş geçenlerde.

Cinnet hali insanlıkta. Bu kadar nüfus dünyaya fazla. Demir kafese sıkışmış maymunlar gibiyiz. Sayımız artıkça daha da huysuzlaşıyor ve zorbalığa başvuruyoruz.

Bir de eskiden ömür bu kadar uzun değildi. Ömür uzadıkça evililik süresi de artıyor; eğer evlilik ve yaşam huzurlu gitmiyorsa şiddet sarmalı hayatın hakikati halini alıyor. Bu kadar insan fazla, ayrıca insana bu kadar zaman fazla ömür olarak. Dünya nüfusu ivedi olarak 3 milyara; insan ömrü de peygamberimizin ölüm yaşı olan 61 ile sınırlandırılmalı. Yoksa gelecek distopya.

Hamile öğretmen hanıma şiddetten bahsetmişken bakın bakanlık hangi konuyu çözdü geçen haftalarda? Sınıf anneliğini.

Milli eğitimin, bakanlığın çözemediği, çözmediği bir mesele kalmıştı sınıf anneleri. Allah razı olsun o da bu bakana ve bizim döneme nasip oldu. Çocuklarımızın eğitim meselesindenki en büyük engeldi sınıf anneliği. O sınıf anneleri eğitim öğretimdeki verimsizliğin ve pisa testlerimizdeki başarısızlığın baş müsebbipti. Hamdolsun çözüldü. Sıra şimdi diğer meselere inşallah.

Nedense hemen herkes öğretmenlere takmış durumda. Bir saat sınıf idare edemeyecek, iki işçi çalıştıramayacak, üç beş çocukla baş edemeyecek pek çok kimse öğretmenlerin yatarak maaş aldığını düşünüyor. Bunlar arasında amir konumundakiler de var. Her meslekte olduğu gibi eğitimciler arasında da çürük elmalar var ama bu oranın diğer mesleklerden fazla olduğunu kimse iddia edemez.

Yazınca insanlar bozuluyor. Bugün öğretmenlerin çalışma şartları bir çobandan, bir hizmetliden çok daha kötü. Maaşlarını geçtim saygınlıkları yerlerde sürünüyor. Özel okulların pek çoğunda öğrencinin elindeki cep telefonu, ayağındaki ayakkabı, üstündeki mont öğretmeninin 6 aylık maaşından bile daha fazla ve daha kötüsü bu durumu veli de öğrenci de biliyor. Devlet ya da özel fark etmeksizin bu uçurumu öğretmen aleyhine kullanmaktan da kimse çekinmiyor.

Birileri çocukları ile bir hafta vakit geçiremezken öğretmenlerin tembellikle suçlanması ise gerçekten abes. Kırk yılda bir yapılmış bir iki doğrudan birini bu şekilde harcatmayalım.

Merkez Bankası Politika Faizi Son Kararı:

Türkiye Merkez Bankası politika  faizini 2.5 puan artırarak % 42.5 oranına yükseltti. Kredi kartı faiz ve komisyon oranlarında değişikliğe gidilmeyeceğini de duyurdu. Politika faizini artırıp seçimler nedeniyle kredi kartı faizlerini sabit bırakmak enflasyona etkin mücadele verilmediği izlenimi bırakıyor. Bu  kafayla enflasyonda tek haneye bırakın 2026 yı, ancak 2028 de geçeriz; o da her şey yolunda giderse ve ortodoks politikalara az çok böyle devam edilip geri adım atılmazsa..

Enflasyon böyledir. Yaratmak kolay yok etmek zordur. Asansör gibi yükselir merdiven iner gibi düşer. Enflasyon bu nedenle cananvardır, zombi kurumlar yaratır ve halkın kanını emer. Enflasyonu ilk başta yaratmamak lazım yoksa sonrası böyle uzun soluklu yatalak hali olur.

Son söz: Ülkenin dört bir yanında, olup bitenler, bir fırtınada yüksek gerilim hattından elektrik yüklü bir tel kopmuş da ağaçların, çatıların, trafiğin yukarısında havayı kamçılıyormuş gibi çırpınıp duruyordu.

Anımsatma: Dünyada TEK DEVLET değil, ÇOK DEVLET olması, insanlık için daha hayırlıdır.

Rekabet daima olumlu ilerler.

Tek devlete dönersek, işte esas KÖLELİK o zaman başlar.

Star Wars esasen bu konuyu işler.

Tadımlık: “Bu taife, öyle bir taife ki adamı öldürürler de kolumuz yoruldu diye ölenden kan diyeti alırlar!” 

Hafız-ı Şirazi, Divan

Kulağa küpe: Üsküdar'da eski püskü bir evin kapısında yazan yazı.

"Okumuş cahil, kara cahilden daha zararlıdır."

Not 1: Eğer döviz kurunda bir sıçrama olmayacaksa bu kadar katma değersiz bir ekonomide aylık net 550-600$ asg ücreti hiçkimse ödeyemez. Durmuş bir ekonomide toplu işten çıkarmalar olur. Asgari ücret enflasyonu etkiler mi? Normalde etkilemez çünkü gelişmiş ülkelerde asgari ücretle çalışan kişi oranı %10 bile değil. Türkiye’de  ise %50. Dolayısıyla TR'de asgari ücret artık gelir geçer ücret olmuş. Pekala enflasyonu 1'e 1 etkiler..

Not 2: Bizde ne yapıldı? Önümüzde koskoca buzdağı, bütün kredi betona harcandı. Onca uyarıya rağmen dümeni kırılmadı. Haliyle gemi bodoslama buzdağına çarptı. Yönetimin beceriksizliği bizim kaderimiz oldu?
Gerçi bu günleri yaşamayı aziz milletimiz seçti. Madem yaktık gemileri, dönüş yok artık geri doya doya yaşayalım iyice... İleride okullarda okuturlar ders niteliğinde...

Not 3: Faizi yükseltirken piyasaya TL vermeyi bırakın, TL çekerseniz rezerv tabii ki artar.
Zokayı yiyen piyasa zorunlu olarak TL mevduat faizlerini arttıracak, yetmediği için dövizi swaplayacak. Şu anda TL mevduatlar >%50'yi aşarken, swaplar artıyor.

Not 4: Kaç kuşak "ilerleme" fikrine meftun insanlar olarak yetiştirildik.
Şimdi külahı önümüze koyup düşünmek zorundayız: İlerledik, doğru ama nereye doğru ilerledik?

Not 5: Açıkçası (burası Türkiye) İmamoğlu, siyasi kariyerini her durumda sürdürebilir hatta Özgür Özel, bir süre daha CHP’nin 8. Genel başkanlığını yapabilir ancak önümüzdeki yerel seçimlerde (bir öncekine göre) seçmeni ikna etmek için işleri çok ama çok zor olacak. Bütün cephaneyi tükettiler! Mesela artık “her şey çok güzel olacak” diyemeyecekler, “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” ya da “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” da diyemeyecekler.
Üstelik İYİP’i yanlarına alamadılar. Buna “şimdilik” demek, temkinli olmak gerek. Çünkü sözü edilen şahıslar sağcı ve faşist, yani bir ideolojik, politik omurgaları mevcut değil, “olmazsa olmazları yok”. Her türlü pazarlığa, her türlü satışa uygunlar. Ayrıca İYİP, MHP gibi de değil, bir baskı ve denetim “mekanizması” da yok. Kırk tarakta bezi olan, aklında kırk tilki gezdiren kaşar siyasetçilerle dolu. Genel seçimlerden daha altı ay geçmeden yüzde 10’u (40 vekilden 4’ü) partide mevcut değil. Yani bir gün kala İmamoğlu safına da geçebilirler, AKP’nin adayının arkasına da. Ümit Özdağ da Sinan Oğan da birer rol model.

Not 6: 28 Mayıs’tan gerekli dersler çıkarılmadı diye.. Bu durum, sol/sosyalist “çevreler” için daha görünür. Kaderini Kılıçdaroğlu’na dolayısıyla CHP’ye bağlayan (hadi buna zorunluluk diyelim) bu çevreler, Ümit Özdağ ile yapılan rezalet anlaşma ve CHP’nin “eğilimleri birleştiren taktiği”nin sonuçları açığa çıkmasına rağmen etkili bir “hesap soran” aktör olamadı. Seçim yenilgisini, yeni bir “sol hareket” yaratma hedefiyle değerlendirmek yerine, hiçbir şey olmamış gibi davranarak hatta seçimden önceki tüm o şatafatlı korkunç söylemleri (mesela; köprüden önceki son çıkış) unutarak aynı pozisyonlarını korumaya çalışıyorlar. 

Açıktır ki Erdoğan, genel seçimlerde elde ettiği “zafer”i yerel seçimlerle “taçlandırmak” isteyecektir, özellikle İstanbul ve Ankara’yı geri alarak. Ve kıyaslamak gerekirse genel seçim öncesine göre çok daha güçlü bir pozisyonda. Seçileli bir yıl olmuş ve dört yıl daha başkan kalacağı “kesin olan” bir iktidarın, tüm maddi ve manevi olanakları kullanılacaktır.
Bir hatırlatmayla bitirelim; yerel seçimlerden sonra yani Mart 2024’ten sonra uzunca bir dönem “resmi siyaset” dönemi sonlanacak. (Erdoğan yeni bir seçim icat etmezse). Bu kanaldan siyaset yapmayı sürdürmek isteyenler, kendilerine yeni “bir şeyler” bulmak zorunda kalacaklar. 

Not 7: "Annem yüksek bir rahibeydi, babamı tanımıyordum. Babamın kardeşleri tepeleri severdi. Benim şehrim Fırat nehrinin kıyısında bulunan Azupiranu'dur . Baş rahibe annem bana hamile kaldı, gizlice beni doğurdu. Beni sazlarla dolu bir sepetin içine koydu ve kapağımı katranla kapattı. Beni üzerimden yükselen nehre attı. Nehir beni taşıdı ve nehirden su çeken Akki'ye taşıdı. Akki beni oğlu olarak aldı ve büyüttü." (Asur Metni  - MÖ 7. Yüzyıl)

Tarihin ilk imparatorluğunu kuran Sargon’un (Sarrukin), otobiyografisinin girişinden..

Efendim, Sargon bebekken bir sepete konulur ve nehre bırakılır. Sepeti, bazı hikayelere göre Kiş diğerlerine göre Lagaş kentinde, sarayda görev yapan bir bahçıvan bulur. Sargon’u kurtarır ve evlatlık olarak sarayda yetiştirir. Sargon, bebeklikten itibaren sarayda büyüdüğü için, yönetmeyi, bürokrasiyi, ittifakları, lobiciliği ve bilumum entrikayı bir güzel öğrenir. Kralın sakiliğine (kadeh tutucu) kadar hızla yükselir. Çalkantılı bir zamanda, kralın bir savaştan mağlup döndüğü bir ortamda, hızlı bir saray darbesi ile yönetimi ele geçirir.

Biz bu sepetle nehre çocuk bırakma hikayesini başka yerlerden biliyoruz sanki değil mi? Musa Peygamber, bir sepete konulup Nil nehrine bırakılınca, Firavunun kızı tarafından kurtarılıp sarayda büyütülmedi mi? Hindu destanı Mahabharata'da, kahraman Karna, bir sepet içinde Ganj nehrine bırakılınca, kralın ozanları tarafından bulunup sarayda büyütülmedi mi? Ya kahraman Perseus’un veya ozan Oidipus’un benzer öyküleri Helen Mitolojisinde yıllarca işlenmedi mi? Bizim söylencelerimizde de kahramanların veya taht varislerinin sepet içinde nehre bırakıldığı nice öykü yer almaktadır. Sargon efsanesinin, geçmişten günümüze farklı kültürlerde tekrarlanan bu sepet ile nehre bırakılma öykülerinin arketipi olduğu düşünülmektedir.

Yeri gelmişken, bu konudaki en güzel şakanın, sevgili Gani Müjde tarafından, “Kahpe Bizans” filminde yapıldığını söylemeden geçmek olmaz. Filmde, Roma İmparatoru İlletyus, rüyasında o gün doğan bir çocuk tarafından öldürüleceğini görünce tüm çocukların katledilmesini emreder. Süper Gazi'nin yeni doğan üçüzleri, imparatorun şerrinden kurtulsun diye nehre bırakılır. Çocuklardan birisi, nehirden Bizans Sarayı bahçelerine ulaşır, doğum yapmak üzere olan ve erkek çocuk doğuramadığı için işleri kötü giden kraliçe tarafından,  sanki o doğurmuş gibi sahiplenilip, İlletyus’un oğlu olarak sarayda büyüyecektir. Buraya kadar her şeyiyle tastamam bildiğimiz öykü ama bundan sonrası fena. Çocuklardan diğeri, asker tehlikesi geçtikten sonra kendi ailesi tarafından kurtarılacak ancak üçüncüsü kimse tarafından kurtarılmadığı için nehirde yaşamaya, büyüyüp yaşlanmaya devam edecektir. İsmi de kendisiyle müsemma; Gezer Bey!

Not 8: Zorlantılı çalışma gereksinimi, değişen zamana ve şartlara uyum mücadelesi, boş zamanları sürekli bir şeyler yaparak doldurma, kaygının ve boşluk duygusunun hangi noktalara geldiğini gösteriyor.

Hayatın her alanında görülen bu değişim ve belirsizlik kitleleri öylesine çaresiz hissettiriyor ki, aşırı sağın vaat ettiği katılık ve muhafazakârlık bir kurtuluş yanılsaması uyandırabiliyor. Kapitalizmin özgürlükle süsleyip pazarladığı yeni tür bireyciliğin çuvallaması, özgürlükçü ve özneleşmeyi hedefleyen siyasetleri de zora sokmuş gibi görünüyor. Bu yanılsama, kişinin kendi kimliğini yaratabildiği fikrine dayanıyor. Bu da aileyle, toplulukla, sınıfla, kültürle, devletle özdeşlikler kurma ihtiyacını ortadan kaldırarak, başka tür bir yalnızlığı ve evsizliği peşinden getiriyor. Travmalarınla yüzleş, kendi öz hakikatine ulaş ve kendini yeniden yarat. Estetik operasyonda olduğu gibi şu kadar seansta kişiliğine de yeni bir biçim verebilirsin. Durumun böyle olmadığı artık anlaşıldı ve aşırı sağ pek çok kişiye gerçeklerle daha uyumluymuş gibi gelmeye başladı. Otoriter bir figürle özdeşlik kurup kaygılarından kurtulacağına inanan kişinin altta yatan düşüncesi, bütün seçenekler zaten yanlış ve yetersiz, bu yüzden düşünüp hayal kurarak üzüleceğime, kendimi yormam daha iyi, o düşünsün…

Aşırı sağın verdiği bu gerçeklik hissi yanılsamasını, televizyonlardaki gündüz kuşağı reality şovlarda da gözlemlemek mümkün. Sanal âlemden yorulmuş insanlar, gerçekliği bu şovlarda aramaya başladı. Çünkü orada kimse rol yapmıyor, herkes bağırıp çağırarak tüm gerçek duygularını dile getiriyor. Bu duygular ne kadar ürkütücü ya da aşağılayıcı olsa da gerçek. Ama oradaki gerçeklik, tıpkı aşırı sağın gerçekliği gibi içi boş bir yanılsama, herkes rol yapıyor.

Not 9: Ekran bağımlılığını açıklayan bir şey, yakalamak için çalışılan şeyin karşısında kalakalmak.

Not 10: Yabancılaşma acı çekme ihtiyacını dayatır, çünkü karşılaştırmalardan ve yetersizliklerden yola çıkar. Dijitalleşen dünya, insanın ilişkisel bir varlık olduğunu unutturmuştur. Ötekiyle ilişkisini hep fayda üzerine, ekonomik ya da kariyer beklentisine göre kuran biri, belki günümüzün rasyonel insan özelliklerini karşılar ama bu tutum kendine yabancılaşmasına da neden olur. İçten içe hep acı çeker ama bu acıdan kaçmak için oyunlar, diziler, alkol, uyuşturucu, sosyal medya, kişisel gelişim endüstrisi yardımına koşar, sürekli bir şeyler yapma ihtiyacı... Ötekiyle gerçek bir ilişki kurulabildiğimde, aşkta olduğu gibi insan kendinden çıkar, ötekiye doğru hamle hayata karışmayla sonuçlanır. Romain Gary, romanında piton yılanından bahsediyordu: “İnsan ya da piton derisine sıkışıp kalmak öyle berbat bir talihsizlikti ki, bu sıkıntıyı paylaşmak aramızda gerçek kardeşlik hissi oluştururdu.” Bu berbat talihsizlik, rasyonel insanın kaderiymiş gibi görünüyor.

Not 11: "Çıktığım her yerin kapısını
sert kapatmamla tanınırken,
senin kapın çarpmasın diye 
arasına elimi koydum..”

Cahit Zarifoğlu

Not 12: “İnsana imtihan olarak özlemek yeter. bir şehri, bir sesi, bir nefesi.” 

Cahit Zarifoğlu

Not 13: İYİ Parti'de istifaların, karşılıklı para pul ve uçkur davası suçlamalarının ardı arkası kaç zamandır kesilmiyordu. Kovulan kovulana, kapıyı çarpıp çıkan çıkanaydı. O bel altı kavgaların da mı sorumlusu İmamoğlu?
Bir operasyon varsa partinin iç işlerine karışan dış güçlerin işine benzemiyor. Daha çok kendi kendilerine operasyon çekiyor ve muhalefeti sabote ediyor gibiler.
Yazdan beri, İYİ Parti'de bir makas ve kabuk değişikliği yaşanıyor. Ve bunu açıklamakta, yollarını ayıran kendi kurucuları bile zorlanıyor, anlam veremiyorlar.
Genel seçim hezimetinden sonra İstanbul'la Ankara'yı da muhalefete kaybettirme savaşının fitili ateşlendi. Kimin başlattığıysa karşıdan kabak gibi sırıtıyor. Yel değirmenlerine savaş açarak, donkişotluğa vurarak kamufle edilebileceğini düşünmek, safdillik olur.

Not 14: Akşener, sadece İmamoğlu ile Yavaş'a değil, tabanının siyasi motivasyonuna da meydan okuyor.
Kazanma perspektifleri yok, liderlerini mahcup etmeyecek kadar oy toplasınlar yeter.
Lider kibrinden, enaniyetinden olduğunu sanmıyorum.
Ayrıca kibir sendorumu hubris veya megalomaniye yakalanmak, gerçeklikten koparabilse de seçim kazanma hedefinden koparmaz. Örneklerinden biliyoruz.
Fakat ortada da bir muamma var. Akşener; siyaseti etrafında döndürmek, kendini dünyanın merkezine yerleştirmek için muhalefeti kilitlemiyor, tamam.
Herhalde İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini muhalefetten boşaltmaya da takmış, böyle bir misyon üstlenmiş olamaz.
Öyleyse başından beri Cumhurbaşkanı adayı, o olmazsa yardımcısı yapmaya çok uğraştığı İmamoğlu'yla Yavaş'ı, ne demeye şimdi de karşısına alarak illa başkanlıktan etmeyi deniyormuş gibi görünüyor? Bin dereden su getirerek hem de. Zoru ne?

Not 15: Tatvan'da cami imamı Mesut Adabağlı, hutbe dışına çıktığı gerekçesiyle açığa alınmış.
"Bizi idare edenlere uyanın, demek zorundasınız Müslümanlar. Allah'tan korkmuyor musunuz, neden bu kefereye yardımları kesmiyorsunuz, diye söylemezsek hesap veremeyiz. O suçun ortağı oluruz vallahi. Öyle sadece Amerika'yı, İsrail'i suçlamak ucuzculuktur" minvalindeydi hutbesi.
Bu arada Malezya Başbakanı İbrahim de limanlarını İsrail'e giden ve gelen gemilere kapatmış. Yaptırım olarak.
Bizdeyse durum hâlâ aynı.
Gazze düşerse İstanbul düşer ama İsrail'le ticaret de düşerse ekonomiyi vurur, iktidar düşer. Bu tezle kahveciyi, hamburgerciyi boykota hedef göstermekle oyalanıyorlar. İktidara bir şey olmasın da İstanbul düşerse düşsün, hamburgerci bıçaklanıp kahveci kurşunlanırsa kurşunlansın mı?

Not 16: Türkiye hem merkezi devlet hem mahalli idareler bazında siyaset yapma tarzını düzeltmek istiyorsa kamu bankalarının kredi verme biçimlerine, kamu ihalelerinin rekabete kapalılığına, çevre ve araştırma-geliştirme dışında devlet yardımlarına çözümler üretmek zorundadır.