Dönüp arkaya bakanlar, çürümüşlerdir.

Hani kadim kutsal kitap olan Tevrat’ta detaylı anlatılır.Rivayet Tevrat”ın “Tekvin” bölümünden: İki melek akşam saatlerine Sodom’a vardılar. Lut Sodom’un kapısında oturuyordu. Onları görünce karşılamak için kalktı, yere kapandı, evine buyur etti. İki melek Lut’un evine gitti. Şehre iki melek geldiğini öğrenen Sodom’un her mahallesinden genç yaşlı adamları, evi sardı. Lut’u çağırıp “Bu gece senin yarına giren o adamlar nerede? Onları bize ver ve onları bilelim” dedi. Lut, evi saranlara onlara kötülük etmemesi için yalvardı. Hatta evi saran azgın kalabalığa bekâr kızlarını vermeyi teklif etti. Fakat kalabalık “bilmek” için adamları istiyordu. Lut’u itip geçtiler, kapıya yanaşınca melekler onları kör etti.

Bizim kutsal kitabımız Kuran, hikâyeye daha realist bir dille yaklaşıyor. Şuara Suresinde ve şöyle: “Siz bütün yaratıklar içinde erkeklere mi yaklaşıyorsunuz. Tanrınızın sizin için yaratmış olduğu kadınlarınızı bırakıyorsunuz da? Hayır, siz sınırı aşmış bir kavimsiniz.

Bunun üzerine melekler Lut’a ailesini alıp şehirden çıkmasını söylüyor. Karar vermişler bu çürümüş şehri harap edecekler. Lut’u, karısını ve kızlarını şehirden çıkarıyorlar, yükseklere kaçmalarını ve arkalarına bakmamalarını salık veriyorlar. Sonra Sodom ve Gomore üzerine göklerden kükürt ve ateş yağıyor. Fakat Lut’un karısı da dönüp yanan şehre bakıyor ve bir “tuz direğine” dönüşüyor. O da çürümüşler arasındadır. Dönüp arkaya bakanlar, çürümüşlerdir. 

Tekvin hikâyesinin gerisi daha tuhaf. Şehirden çıkmasına izin verilen tek “ahlaklı” adam olan Lut kızlarıyla beraber dağda oturmaya başlıyor. Kutsal kitaba göre kızlar babalarının kocamasından ve herkes öldüğü için yanlarına girecek adam bulunmamasından endişeli. Babalarını sarhoş edip koynuna giriyorlar. Böylece Lut’un iki kızı da babalarından hamile kalıyor. Hani günah şehrinden eşcinsel olmamak için kaçış başka bir günahla perçinleniyor ya, bu da evrenin ve zamanın ruhunu bazen çok gizemli kılıyor.

Lut peygamberimizin karısı gibi tuz direğine dönmek istemiyorsak arkamıza bakmayacağız. Hep geleceğe hep önümüze odaklanacağız.

Bir kavanoz öyküsü:

Olay Northwestern Üniversitesi'nde geçiyor... Kellog Scholl'da MASTER öğrencileri, sınıfta hazır ünlü Profesörü beklemektedir. Prof. Kapıdan içeri süzülür ve "Bugün zamanı verimli kullanmak konusunda birlikte bir çalışma yapacağız" diyerek sürprize hazırlık yapar...
Okulun SEÇKİN öğrencileri şaşkınlıkla birbirlerine bakarlar...
Prof. kürsüye yürüyüp, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarır. Sonrasında kürsünün altından yumruk büyüklüğünde taşları çıkarıp büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başlar.

Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döner ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sorar.
Öğrenciler kavanozun başka taş almayacağından emin oldukları için hep bir ağızdan "Doldu" diye cevaplarlar.
Profesör, "Öyle mi?" deyip ardından kürsünün altına eğilerek bir kova kırılmış küçük taş çıkartır. Mıcır yani... Bunları kavanozun içine yavaş yavaş döker. Sonra dikkatli şekilde sallayarak taşların arasından geçmesini sağlar. Öğrencilerine döner ve bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?" diye sorar.
Bir öğrenci kısık sesle "Dolmadı herhalde" diye cevaplar.
"Doğru" diyerek karşılık verir profesör... Yine kürsünün altına eğilerek bir kova kum alır ve tüm kum tanelerini taşların arasına doluncaya kadar yavaş yavaş döker. Hassasiyetle...

Tekrar öğrencilerine döner ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sorar.
Tüm öğrenciler hep bir ağızdan "Hayır" diye bağırırlar.
"Güzel" diyerek sevincini belli eden profesör, kürsünün altından bir sürahi su alır ve içi taşlarla dolu olan kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşaltır.
Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacı neydi" diye sorar.

Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu olursa olsun, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır" diye atlar ve soruyu cevaplar.
"Hayır!" çıkışıyla karşılık verir profesör... "Bu deneyin asıl anlatmak istediği, eğer büyük taşları baştan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri kavanoza hiç bir zaman koyamayacağınız gerçeğidir...

Yakarsa dünyayı garipler yakar:

Avrupa ekonomilerinde enflasyon ülkeden ülkeye farklılık gösterse de ortalama yüzde beşin üzerinde seyrediyor.  Bu Türk tipi ekonomi modeliyle terbiye edilen bizler için gülünç derecede düşük ama Avrupalılar alım güçlerinin böylesine eritilmesine alışık değil. Üstelik yılın ortası itibariyle Almanya’dan başlayarak kıtanın durgunluğa girildiği görülüyor. Stagflasyon tabir edilen durgunluk ve fiyat artışlarını bir arada görüldüğü bu durum, seçmenlerin en çok rahatsız olduğu duruma işaret ediyor. Hesap herkesten önce ülkeleri yöneten siyasetçilerin önüne gidecekse de bir diğer fatura da işsizlikten, asayiş sorunlarından sorumlu tutulan ve üstelik ortalığı yakıp yıkan göçmenlere gidecek. Ülkelerini yabancı unsurlardan temizlemeyi vaat edecek aşırı sağcı politikacılar isyancıların çıkardığı yangınların ateşinde harlayacaklar kampanyalarını. Velhasıl Avrupa’da siyaset önümüzdeki yıllarda daha da sağa yatarsa kimse şaşırmamalı.

Biz işin bir yanında Avrupa kıtasının giderek güçlenen içe kapanma refleksinden zarar görecek bir toplumuz. Öte yandan bir zamanlar sadece bir yönüyle gördüğümüz resmi, şimdi biz de Avrupalıların gözünden görmeye başladık. Bir zamanlar yurt dışına göç veren Türkiye şimdi sayısını bile tam bilemediğimiz bir sığınmacı kitlesini ağırlıyor. Milyonlar milyonlara eklendikçe ve yabancıların kalış süreleri uzadıkça toplumun sabrı aşınıyor, Avrupa’da gördüğümüzden daha ağır bir yabancı düşmanlığı topluma nüfuz ediyor. Büyük şehirlerin ortalık yerinde denize giren yabancı erkek kalabalıklarının görüntüleri, bu bayramın en çok tepki toplayan paylaşımlarına girdi bile.

Fransa’da olayları başlatan Cezayirli genç bir göçmenin katli olsa bile ona gösterilen tepkinin şiddeti kısa zamanda yine faturayı yabancıların önüne koyacak. Aşırı sağ daha önce Avrupa’nın nispeten daha küçük ülkelerinde ses getirirken, İtalya’daki ölçülü zaferinin üzerine şimdi Fransa ve Almanya gibi lokomotif ülkelerde de ağırlığını artıracak. Bizde ise hala Erdoğan rüzgârı kalan eğilimleri kısmen gölgeliyor ama sığınmacılara yönelik tepki her geçen gün siyasetin merkezine kaymaya devam edecek. Gariplerin yaktığı ateş, korkarım herkesten çok geri dönüp kendilerini kavuracak.  

Son söz: Bu dünyadaki varlık amacı kişinin kendi refahına indirgenmiş durumda. Böylesi bir düzlemde iyiyi, güzeli, faydalıyı, adil olanı aramak aşırılık olarak görülüyor ve algılanıyor. Herkesin elinde tuttuğu sert ideolojik kalıplarla birbirini bastırmaya, sindirmeye çalıştığı bir süreçte hakikatten yana, uzlaşıdan, toplumsal barıştan yana olmak çok marjinal bir yaklaşım olarak algılanabiliyor. Nihayetinde hudutları olan ve bu hudutları aşmadan daha iyiyi, güzeli bulmak için yol yürümek zor bir imtihan olarak bugünün insanının önünde duruyor. İmtihan basit ya var olacak ya da uyum sağlayıp, onaylayıp kalabalıklar içinde kaybolacak birtakım tercihleri insanın önüne getiriyor. Herkes yürüyüşünü bu tercihlerine göre şekillendiriyor. Bir var olma meselesi bu yürüyüş ve herkes yürüyüşünden kendini belli ediyor. Yolda kalmak zor bir mesele… Hoşça bakın zatınıza…

Not 1: Carisi açık olan, kimseye sırtını dönemez.

Not 2: İslamda, zor altında kalan bir Müslümanın inancını inkar etmesi, yani yalan söylemesi caizmiş. Buna takiye (korunma) deniyor. Pragmatist bir idareci olan Başkan Erdoğan, faiz düşerse enflasyon da düşer iddiasından kalben olmasa da görünüşte vazgeçti. Türkiye dövizsiz kalınca eski adamı “ortodoks iktisatçı” Mehmet Şimşek'i rica minnet yeniden Maliye Bakanı, Gaye Erkan adında New Yorklu bir bankacıyı da Merkez Bankası Başkanı yaptı. Onlar da derhal faiz artırma süreci başlatıp doları baskılamaktan vazgeçti. Yapılabilecek en kolay iş buydu. Kısa vadede öncelikli amaç ani duruşu önlemek ve ardından enflasyonu düşürmektir. Bu amaçla sıcak-soğuk ayrımı yapmadan ülkeye bol döviz sokulacaktır. Bunu anladım. Ama kafamda iki soru daha var: Nihai amacı cari açık vermeyen bir ekonomik yapıya ulaşma olan YEP başarısız olduğu için acaba Erdoğan, dövizde “gelir gider denkliği kurma” hedefinden hepten mi vazgeçti? Geçti ise bu açıkça söylenmelidir. Bu durumda Şimşek-Erkan ekibinin oluşturacağı “yeni rota”nın nihai hedefi “sürdürülebilir cari açık” mı olacak? O zaman da şu soruyu soracağım. “Sürdürülebilir cari açık” zaman zaman “devalüasyon-enflasyon” krizlerine sebep olmadan “sürdürülebilir” mi?

Not 3: “Dünyada unutulmaması gereken bir şey var. Her şeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat her şeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun. Hani bir padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş başarsan, hangi iş için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir.”
Fihi Ma Fih/Hz Mevlana

Not 4: Türkiye’de para sürekli olarak değer kaybediyor. Böyle bir ortamda dolar kuru kısa vadede düşmüş veya çıkmış neden kafa yoruyoruz. Demekki dolar kuru çıkacak. Enflasyon ile mücadele ediliyor mu, edilmiyor. Pozitif reel faiz veriliyor mu, yok. Seçime kadar deniliyor ama işin hikaye tarafı o. Zaten seçim kazanıldı. Yerel seçimde İstanbul’u, Ankara’yı kafadan kazandın. Dolar kuru meselesini çözmek istemiyorlar. Dolarınızı satmayın, bakın 26 TL’ye geldi. Paranız varsa alın. 19 TL’deyken dolar alın diye diye geberdik. Şimdi 26 TL oldu. Düştü diyelim, düştüğü yerden paran varsa yine alırsın.

Not 5: Para bulmak için Araplara gidildi. O kanaldan para bulmak mümkün olabilir. Daha önce gelmişti ama o paralar küçük paralardı. 3-5 milyar dolar Türkiye’nin ihtiyacını karşılamaz. 50 milyar dolar girmesi lazım. Bunun daha fazlası Batı’dan portföy yatırımı olarak gelmişti. Şimdi o kanal kaybedildi.
Kısa vadede para gelmeyecek ama para gelecek algısı oluşturulabilir. Dolar kurunu baskılamanın da maliyeti artacak. Dolar kurunun baskılanmasının durması gerekiyor. Rasyonel politika bunu gerektiriyor.

Not 6: Çok basit bir kural; eğer enflasyonla mücadele edecekseniz faiz enflasyondan daha yüksek olacak, oraya gitmek de zor. Peki, o zaman Türkiye’nin sorunlarını nasıl çözeceğiz, çünkü tek sorunumuz enflasyon da değil, işte ödemeler dengesi açığı var, yani yeterince dövizimiz yok. Bir miktar faiz arttırıyorsunuz, Türk Lirası’nın da değer kaybetmesine müsaade edip ekonominin kendi kendine dengelenmesini sağlamaya çalışıyorsunuz, yürür mü, yürümez. Daha doğrusu, yaz aylarında yürür çünkü ben dolar/TL’nin 28’in üzerine çıkacağını zannetmiyorum, yazın çok güçlü bir turist geliri girişi var, sistemden de para kaçmıyor artık, dolayısıyla doğal olarak Merkez Bankası fazla müdahale etmeden biraz daha yükselir dolar ve dengesini bulur. Tabii kış aylarında sorun yeniden başlar.

Not 7: ADANA'NIN DOĞUSUNDA Kenarlarında büyük depremler üreten Maraş Bloğu saat yönünde dönerek batı kenarında Karataş- Osmaniye-Andırın aktif Fay Zonunda (jeolojik-jeofizik veriler,Över,2018) sismik aktivite artışına neden olmuştur. Fay zonu 1998 M6,3 gibi deprem potansiyeline sahiptir.

Karataş-Osmaniye-Andıran fay zonu 1998 gibi 6,3 deprem üretebilir. (Osman Bektaş)

1998 Adana-Ceyhan depremi veya 1998 Adana depremi, yaklaşık 6,2 büyüklüğünde depremdir.Deprem, 27 Haziran 1998 tarihinde yerel saatle 16.55'te Çukurova olarak bilinen Türkiye'nin güney bölgesini vurdu.

Bu olay Türkiye'nin beşinci büyük şehri (1998 de 5.büyük şehirmiş) olan Adana ve Adana bölgesinin en kalabalık yörelerinden bir tanesi olan Ceyhan'ı ve bu iki şehir arasında Ceyhan Nehri boyunca yerleşmiş olan köylerde 145 kişinin ölümüne, 1.500 kişinin yaralanmasına ve binlerce kişinin evsiz kalmasına yol açtı.

Not 8: Memura vaat edilen ve temmuzda maaş olarak verilecek olan 22 bin TL hiçbir anlam ifade etmiyor!
Şöyle izah edelim!
Bugün rahatsızlandığınızda sizi hastaneye yetiştiren ambulansın şoförü, ek ödemeleriyle beraber o ambulanstaki pratisyen hekimden daha fazla maaş alıyor!
Bugün seçim vaadi olarak taşerondan kadroya geçirilen sürekli işçiler, hemşire ve doktorlardan daha fazla maaş alıyor, uzman doktordan ise sadece 243 TL eksik maaş alıyor!
Bu nasıl olabilir diyebilirsiniz?
Şöyle oluyor;
*Sürekli işçiye gece çalışmasında yüzde 35 fazla ödeme yapılırken devlet memuru sağlıkçılara bu hak tanınmıyor!
*Bayram çalışmasında sürekli işçiye 2 yevmiye ödenirken devlet memuru sağlıkçılara bu hak tanınmıyor!
*Sürekli işçiye fazla mesai ücreti 145 TL/saat verilirken sağlıkçıya ise sadece 38 TL (Hemşire) veriliyor!
Giyim, yol, yemek ve sosyal yardımlar derken hopp bir bakıyorsunuz sürekli işçinin maaşı sağlıkçının maaşından neredeyse 4’te 1 oranında fazla olmuş!
Bu sağlıkçının durumu, mühendis deseniz; mühendislerin sorumlu olduğu kamu işçileri mühendislerden neredeyse 2 katı kazanç elde ediyor!
Diyelim aşçısınız. KPSS’ye girdiniz ve bir devlet kurumuna atandınız, taşerondan kadroya geçen bir ortaokul mezununun yarısı maaş almayı göze almak zorundasınız!

Not 9: Geçtiğimiz günlerde, TUİK tarafından “2022 Yükseköğretim İstihdam Göstergeleri” açıklandı. Buna göre, ortalama kazancın en yüksek olduğu 10 lisans bölümü, sırasıyla, pilotaj, uçak mühendisliği, matematik mühendisliği, havacılık elektrik ve elektroniği, uçak bakım ve onarım, gemi makineleri işletme mühendisliği, havacılık ve uzay mühendisliği, kontrol ve otomasyon mühendisliği, gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği ile deniz ulaştırma işletmeleri mühendisliği olarak açıklandı.
Bilgisayar, yazılım, bilişim üzerine mühendisliklerle devam eden ve çağın meslekleri hakkında fikir veren listede 33 bölüm arasında 24.sırada tüm zamanların en gözde bölümü tıp, 27.sırada da listedeki sayısal olmayan tek bölüm olan siyaset bilimi bölümü dikkatimi çekti.

Not 10: Zirvelerin kötü tarafı şu. Ötesi yok, hep düşüş..

Not 11: Keşke çok yükseklere uçmayı hiç öğrenmeseydik..

Ne bilelim o sıra farkedemedik çok yükseklerde olduğumuzu. Keşke farketseydik.

Not 12: Son söz büyük şairlerimizden Neşâtî’nin olsun:
“İtdük o kadar ref'-i taayyün ki Neşâtî / Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânuz”
Günümüz Türkçesiyle:  
“Geçtik o kadar benliğimizden ki Neşâti / Cilâlanmış parlak aynada bile görünmeyiz” 

Not 13: Ünlü tıp dergisi Lancet, 2021 yılında sigara içenlerin sayısının 1.1 milyarla bütün zamanların rekorunu kırdığını açıklamıştı.
Küresel tüketimin yüzde ikisini on ülke oluşturuyor ve elbette bu ülkelerin arasında Türkiye de var.
2022'de trend durmamış, üstelik gençler arasındaki sigara kullanımı yüzde beş oranında artmış.
2023'te durum değişmiş midir sizce?
Sanmam.
Geçen akşamüstü Çengel'de Tekel bayinin önünde sigara alma kuyruğu gördüm; sigaraya zam gelmiş, ne gam, doğrusu kuyruk, kokoreç ve börek kuyruğuna fark atıyordu...

Can sıkıntısına deva gibi bakıyor çoğu genç sigaraya, bu özellikle dikkatimi çekiyor.
Hayat planı yapmakta zorlanan gençlerin sıkıntılarını sigara paketinden çıkardıkları açık.
Sigaranın bizim kültürümüzde muhabbete eşlik edişini, suskunlukları geçiştirişini de görmezden gelemeyiz.
Şimdi bunları yazıyorum diye bana kızanlar olacak, biliyorum.
Lakin gerçek bu...
Pandemi gençler arasında sağlıkla ilgili bakışı kökten sarstı. Artık "sağlıklı yaşam" söylemleri onları etkilemiyor; hatta sağlığını önemsemiyor musun, deyince dudak büküyorlar.
Buraya mim koyalım önce...
Sağlık algısı, sağlık arayışı, sağlığı önemseyen bakış pandemi döneminde fena sarsıldı.
Enflasyon ise gençlerin "gelecek tasavvuru"nu bulutlandırdı.
Önce bu noktaları tamir etmek gerekiyor.

Not 14: Gittikçe daha yalnız kalmak için gittikçe daha fazla insanla bir araya geliyor. (THOMAS BENHARD / Sarsıntı)

Not 15: İnsanlar bir şeyin neden olduğunu bilmek istemiyordu asla, salt ne olduğu yetiyordu onlara... İz bırakmadan unuttuğumuz, sonuca bağlanmamış binlerce sırla bir arada yaşıyorduk. ( JAVIER MARAIS / Karasevdalılar )

Not 16: Su gibi yalan söyleyenler, su gibi aziz olmasın.

Not 17: Belediyeler elbette kaybedilmesin, hatta daha fazlaları da kazanılsın ama bunca tahribatın yaşandığı bir ülkenin muhalefetinin en önemli önceliği belediyeleri kaybetmemek olamaz, olmamalı.
“Ülkenin kader seçimi” dedikleri seçimi kaybettiler. 
Nerede hata yaptık özeleştirisi yok.
Toplumda oluşan yılgınlığı dağıtma, yeni bir umut yaratma çabası yok.
Muhalefetteki ayrışmayı, çıkar çatışmalarını bitirmeye dönük en küçük bir çaba yok.
Dahası ne yaparız da toplumun farklı kesimlerine ulaşır bize destek veren yüzde 48’i daha da büyütürüz vizyonu da yok. 
Ne var?
Belediyeler var. 
Belediyelerle yatıp belediyelerle kalkıyorlar. 
Toplumu endişelerine ortak edip dönüştürmeyi değil, eldeki koltukları korumayı birinci öncelik yapmak hakikaten anlaşılır bir şey değil. 
Ülke yıkıma sürüklenirken belediyelere adeta ‘kutsal kâse’ muamelesi çekiyorlar. 
Halbuki belediyeleri kazanabilmek için öncelikle Türkiye’yi kazanmak gerekiyor. 
Yani toplumu endişelere ortak etmek, politikalara ikna etmek gerekiyor. 
Peki muhalefet için belediyeler niçin bu kadar önemli?
Çünkü defalarca seçim kaybetmesine rağmen koltuğunu koruyan genel başkanlardan, 30 yıldır vekil seçilen muhterislerden, toplumun dikkatini çekecek bir siyaset üretemediği halde yerini terk etmeyen siyasetçilerden oluşan siyaset tüccarlarının koltuklarını muhafaza edebilmeleri için belediyelerin kazanılması gerekiyor.
Toplumun bir kesimindeki ülke endişesini istismar ederek koltuklarını koruma çabasındalar.
Tek bir başarıları olmamasına rağmen, elle tutulur tek bir politika üretememelerine, ürettikleri politikalarla da topluma güven verememelerine rağmen koltuklarını terk etmemekte inat ediyorlar.
Ülkenin kader seçimi dedikleri seçimlerde yaklaşık 50 bin civarı sandığın başına gözetmen koymayı bile başaramayan bu kifayetsiz muhterislerin yerlerini koruyabilmeleri için tabanlarını oyalayacak bir yeme ihtiyaçları var.
Onu da belediyelerle vereceklerini sanıyorlar.
Yoksa dertleri umutsuzluğa kapılan gençler, kadınlar, yani ülke değil. 
Çünkü dertleri ülke olsaydı belediyeleri değil, Türkiye’yi düşünürlerdi.
Hal ve tavırlarında, politikalarında buna öncelik verirlerdi. 
Türkiye’yi düşünselerdi bunca başarısızlığa rağmen o koltuklarda bir saniye bile kalmazlardı. 
Toplumun yeniden ayağa kalkabilmesi için siyasetin yeni bir umut yaratmasına fırsat verirlerdi. 
Ama dediğim gibi toplumun bir kesimindeki ülke endişesini belediyeler üzerinden sömürerek koltuklarını koruma derdindeler. 

Dahası “Ülke felakete sürükleniyor” diyerek feveran edip sonra da hiçbir şey olmamış gibi belediyelere odaklanmak ise tutarsızlıktır.
Öncelik, toplumu yeniden ayağa kaldıracak, umudu diriltecek bir siyaset mekanizması oluşturmak olmalıdır. 
Ardından belediyeler dahil hepsi gelir. 
Fakat koltuklarını korumayı birinci öncelik gören bu siyaset tüccarlarının belediye seçimleri üzerinden kendilerine yeniden bir alan açma çabalarını anlıyorum da benim asıl anlayamadığım kimi yazarların, gazetecilerin ve ülke endişesini iliklerine kadar yaşayan toplum kesiminin de bu şark kurnazlığına kanmasıdır.

Not 18: “Herkes telaşla kendinden kaçıyor sanki” diye mırıldandı kendi kendine beyaz saçlı adam, “kendi gerçeğine yakalanmaktan neden bu kadar çok korkar ki insan!”

Not 19: Yetişkinliğimde bazı alışkanlıkları geride bırakmayı öğrendim, uzaklaşmanın, yavaşlamanın gerekliliğini anladım. (JHUMPRA LAHIRI / Olduğum Yer)