Her şey okuyup adam olma gibi masum bir hevesle başladı aslında. Her sınavda başarılıydık. Her bir imtihanda kazananlar listesinde ismimiz okundu. Minareye tırmanır gibi döne döne yükselişimiz göz önündeydi işte. Üniversiteler kazandık. Akademide, bürokraside, seçkin mesleklerde masalar işgal ettik.

Önümüze sürekli engeller çıkmasına rağmen. Mülakat gibi zalim bir tasfiye yöntemine tabi olmamıza rağmen.
Babalarımız bulundukları yere, statüye, sınıfa, tabakaya bakınca bizi gizli teşviklerle iteklediler. Bizim yaşama hedefimiz babaların tutkularını gerçekleştirmek biçimini aldı her zaman. Ukdeleri de diyebiliriz. “İnsan yalnızca genetik değil, ayrıca zihinsel dünyasında anne ve babasının damgasını taşıyordu.”

Biz çocuklar bunu çok çabuk hisseder, içselleştirir ve yaydan fırlayan ok gibi hedefe kilitleniriz. O yaşta, oyun ve oynaş arasında, hercai bir hayatın içinde bir an duraklatan, o içten dokunan kültürel darbeyi hissederiz. Ne olursa olsun başarmak arzusunu.
Ortaokulda, lisede her hazırlığı tamamlamış, silahlarını kuşanmış bir serdengeçtidir, Anadolu çocuğu. Farkında olmasa da. O gün tam adını bilmese de. Bu nedenle üniversiteye geldiğinde kaderini aşan bir rolün arayışına girer. Gündemine, millet, memleket, devlet hatta dünya oturur. O olmasa ülke parçalanır, kültür bozulur, edebiyat sanat gayri millî emellerin aracına dönüşür. Aile parçalanır, nesiller heba olur. O halde kavşakta durup kalabalıkları sevk edecek, yoldaşları ile ülkeyi kendine yakın düşürecek bir ‘dava’ bulacaktır muhakkak.

Bir harekete katıldığında içindeki dağı sığdıracak alan bulamaz. Bütün önemli köşeler tutulmuştur. Vakıf dernek hiyerarşik olan tamamlanmış, sana kalan sempati sandalyesi, bağlılar salonu, alkış kuyruğudur. Oluşan rüzgâr yola “ilk çıkanın” yelkenini şişirecek. Hiçbir lider ikinci bir ismin öne çıkmasına katlanamaz Türkiye’de. Liderin, cemaatin, grubun tayin ettiği kadarı yetmez kendisinin farkında olanlara. Bütünüyle kopmasa da hareketten, bağımsızlığını koruyacak bir konuma çekilmek hem bir kaçış hem özgürlüğünü koruyabilmenin savunma hattıdır. Ona göre, düşünmekten, okumaktan, yazmaktan kaçınanlar sınırlı sorumlu rolleri kabullenir. Hâlbuki işte oradaki sadakatten ve tarafgirlikten gelecektir izzet, ikbal iktidar. Akıllı olduğunu sananlar, ahmaklara tabi olmak zorunda kalırlar.

Anadolu başarıyı ölçü alır sürekli. Tutunamayan sanatçı, bir kulübeye çekilen filozof, sultan olamayan şehzade, şehirden yüzgeri dönen ricat ehli, kaybedenler, halkımızın anlayışında kötü yola düşmüştür. Onlar matah biri sayılmaz. Sait Faik öldüğünde BBC’nin bunu haber yapmasına şaşırır, yazarı tanıyan halkımız. Aylak aylak gezen, işsiz güçsüz bir âdem baba! Neden gâvurlar değer verir, bu kadar önemli ne buldu bu insanda diye hayrete düşer. Diyojen bugün yaşasa çocuklar taşlar, eğlence diye seyrederdi halkımız.

Başaran ayaktadır.
Anadolu başarıya odaklanır. Her ne pahasına olursa olsun başarıya.

Oysa doğuda statü her şeydir. Doğuda havaalanını andıran makam odası, milyonluk makam araçları, korumalar, “önemli” insanların, değersiz, başarısız, fakir insanlardan üstün olduğunu anlatan göstergelerdir. Seçilmek için halka yalvaranlar, tepeden bakan tiranlara dönüşür. Şehrine, mahallesine, cenazesine kalabalık konvoylarla memleketine ziyaret yapanlara ihtiram eder halkımız. Hayranlık duyar ve saygılarını sunar. Her nasılsa can alıcı bir cümle, kırık bir şiir için kılını kıpırdatmaz. Bunlarla uğraşanları da boş işlerle meşgul görür.

Fahiş kiralar meselesi yeniden:

Herkesin “Ne olacak bu kiralar ve fahiş fiyatlar?” sorusunu yönelttiği bir dönemde, meselenin bir zihinsel haritalamasının yapılması gerekiyor artık.

Etik, estetik ve ahlaki açıdan bütün tutucu bariyerlerin/bentlerin aşıldığı bir zeminde kimin, neyi yapmadığını/yapamadığını da iyi hatırlamak gerekiyor.

Bu çerçevede kadimi hatırlamanın/hatırlatmanın ne derece derde dava olacağını hesaba katmanın, dini referansları yeniden ve güçlü bir şekilde sahaya sürmenin -bu kadar dünyeviye sarıldığımız dönemde- hangi vicdanda karşılık bulabileceğini iyi görmek gerekiyor.

Devletin müdahalesini “otoriter olarak” niteleyenlerin, vazifesini hakkıyla yerine getirmesi gerekiyor.
Kusura bakmasınlar ama “Bendevi Palandöken” ismini her duyduğum haber, hep devletten isteyen birini hatırlatıyor bana.
Bu, diğerlerinde de aynı ya da ben yanılıyorum.   
Oluşan bu topyekûn algıdan her ev sahibinin, esnafın payına düşen şey de ne yazık ki aynıdır.

Müşterilerin organize bir ses oluşturamadığı zeminde, ticareti elinde bulunduranların oligopolleşerek müşterinin cebine hücum etmesi, uzun vadede kendi ceplerini de boşaltacaktır.    
Hayatı birbirine bağlı olanların yapacağı en büyük hata, yaşam kaynağını yok etmektir.
Zira, hayatta kalan için de artık bir sondur bu.
Ya arzu ettiğimiz geleceği birlikte inşa edeceğiz ya da o gelecek hiç olmayacak.
Tercih hepimizin…  

Milletin kesesinden hacca gitmek:

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım.
Devlet israfı önlemeye üstten başlasın diyoruz da...
Bir okulun yurduna gidip, yurdun müdürü bize yemek ikram edince, kaçımız bundan rahatsız olup o yemek ücretini yurda veriyor?
Devletin israf kademesinde kim varsa, bizim içimizden çıkmıyor mu?
Bakanlığa gidince, meclise gidince, bize devletin kesesinden yediren, içiren kime itiraz ettik?

Hangimiz bedavadan ''gereksiz'' yurt dışı gezisini elimizin tersiyle ittik?
Derse girmeden maaş alan akademisyen de israftan muzdarip, basın kartı ve basının gücüyle devletin imkânlarını kullanan gazeteci de israftan muzdarip! Vergi kaçıran esnaf da…

Sendikalar toplantı yapıyor lüks otellerde, onun parası kimden çıkıyor? Devlet sendika üyelik ücreti öder mi ya? Bunu niye kimse sorgulamaz ki?
O toplantılara katılan insanlar, gelen zamları eleştirir! Böyle de tuhaf bir dünya! Senin aidatını kim ödeyecek peki gadasını aldığım?
Sezai Karakoç'un ''milletin kesesinden hacca gitmem'' duruşunu anlatıp duruyoruz her ortamda.
Kaç kişi bu duruşu sergiledi?
En basit bir tatil mekânına giderken, devletin tesisinde daha ucuza konaklamak için araya adam koymuyor muyuz?
İsrafa karşı olmak ile karşı çıkmak arasında fark var!

Teklif edilen her usulsüz ikramı, elimizin tersiyle geri çevirmezsek veya ikram edilen yemeğin karşılığını ödemezsek...
Kusura bakmayın ama israftan şekvacı olmakla israf azalmaz.
İsraf ne zaman yok olur, onu da söyleyelim...
Kıtlık zamanında yok olur yani mecbur kalırsak...

Belediyelerin harcadığı gereksiz paraları görüyorsunuz.
Kurumların beş yıldızlı lokantalarını görüyorsunuz.
Üst düzey yetkiliyi devletin kesesinden üst düzey ağırlamak, onu hediyelere boğmak hangi dinde var Allah aşkına?
Vereceksen, kendi cebinden ver kardeşim.
Ya da normal bir şekilde ağırla!
En lüks lokantaya götürüp de niye millete kesiyorsun faturayı?

Ekonomik sorunlar israfı önlemekle biter mi bitmez mi, onu bilmem.
Bildiğim şey şu...
Anam pekmez bitince kabını su ile çalkalar, o suyu da ya kendisi içer ya da bize içirirdi...
Ve öylelikle dört çocuk büyüttü.
Şimdi tek çocuklu aileler geçim sıkıntısı çekiyormuş!
Niye? İsraf en üstten, en alta yayılmış da ondan!
Bereket olmadan refah da olmaz!
“Bereket kırıntıdadır!”

Son söz: Sümerler Mezopotamya’dan, Asurlular Güneydoğu Anadolu ve Suriye’den silinmişlerdi. Asurlular Anadolu’ya özellikle Kayserililere ticareti öğreten medeniyetti. Ama hepsi tarihin çöplüğüne gitti. Umarım bir gün “Türkiye Türklerindi.” demezler.

Dua:

Geçenlerde İzmir’de sahilde ailecek nefesleniyoruz. Dedik çay içelim. Bilen bilir. Sahilde çay kahve satan seyyar abiler vardır. Küçük karton bardağa deve dudağı kadar pay bırakıp tatsız lezzetsiz bir çay verirler ve adettendir diye içersin. Keyif veya zevk almak için değil, içmiş olmak için içersin. Bunu her defasında yaparsın ve her defasında da pişman olursun.

Yine böyle pişman olacağımı bile bile gittim seyyar abinin yanına. Çay istedim. Birazdan geliyorum yanınıza dedi. Geldi. Çayları aldık. Tam parasını ödemeye yeltenirken ‘Ücret alamam, ikram bu’ dedi. Neden, nasıl, niçin diye sorayazmışken, ‘Hayırsever bir abimiz, termostaki tüm çayların parasını ödedi ve bunu bitirene kadar çay isteyen herkese ücretsiz ver ikram et dedi, ben de öyle yapıyorum’ dedi seyyar abimiz.

Artık nasıl bir dejenerasyona maruz kalmış ve kendi hayatımızda neleri epeydir yitirmişsek, bir türlü inanamadık. ‘Nasıl yani? Cidden mi?’ sorularını sormaktan kendimizi alamadık. Seyyar abimiz ‘Dua edersiniz yeter’ deyip gitti. Hepimiz olanca samimiyetimizle şöyle okkalı bir, ‘Allah razı olsun’ çektik. Körfezin eşsiz manzarasına karşı çaylarımızı yudumlarken damağımda karton bardak ve deve dudağı yerine, dimağımda şunlar vardı:

“Böyle insanların kaldığını görmek ne güzel. Çaycıya da helal olsun. Tüm çayın parasını aldığını bize söylemeyip bizden de para alabilirdi. Valla helal olsun. Neyse bundan sonra sahildeki seyyar çaycılar hakkındaki düşüncelerimi değiştireyim. İzmir hâlâ çok güzel. Vay be…”

Birazcıkta tarih: Kuzey Afrika'da Osmanlı- Haçlı çekişmeleri.

İspanyolların ve Portekizlilerin Müslüman toprakları üzerinde hakimiyet kurma hayalleri İber  Yarımadası'ndaki Müslümanlara ait olan topraklarla sinirli kalmamış, aç gözlerini daha sonra da Afrika'nın kuzeyine dikmekten kendilerini alamamışlardır. Yavuz Sultan Selim zamanda Barbaros Hızır Hayreddin Paşa'nın Cezayir’i İspanyol tahakkümünden kurtarması, daha sonraki yıllarda da Osmanlıların hem günümüzdeki Libya ve Tunus’u fethi, hem de Kıbrıs'ı Venediklilerin elinden alması ile Kuzey Afrika Müslümanların huzurlu günlerinin başlangıcı olmuştu.
  Bu fetihler İspanyolları içten içe kahredip Kuzey Afrika üzerindeki planlarını engellese de, onlar başka yollarla bu toprakları ele geçirme hayallerinden vaz geçmemişlerdir. Modern çağın şafağı olarak görülen 16. yüzyıl aynı zamanda kanlı savaşların da yüzyılıdır. İspanyollar ve Portekizliler Fas’ı ele geçirerek Afrika'ya sızma girişimlerini ülkeyi karıştırarak elde etmeyi amaçlamışlardır. Endülüs'ün düşüşünden sonra bu iki devlet Fas şehirlerini de vurmaya başlamışlar, akabinde de Septe, Tanca ve Mellila gibi sahil şehirlerini uzun kuşatmalar sonunda almaya muvaffak olmuşlardı. Bir yandan yerel Hristiyanları kışkırtarak kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlar, bir yandan da valiler ve hanedan mensupları arasına nifak sokarak aralarını açmaya ve ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalışıyorlardı.
 Esasen Fas halkı çok uzun yıllardır Hz. Peygamber (sav)’in soyundan gelen şeriflerin yönetimi altında bulunmaktaydı. Bu şerifler genellikle halkı birleştirme konusunda bir çimento vazifesi görmekte, bu da çoğu 15. yüzyılda gerçeklesen İspanyol ve Portekiz işgallerine karşı daha güçlü bir mukavemet göstermelerini sağlamaktaydı. Zaman zaman sahte şerifler ve sözde mehdiler ortalığı karıştırmış olsalar da genel olarak Fas coğrafyası siyasi olarak bir bütünlük arz etmekteydi.

 Barbaros Hızır Hayreddin Paşa'nın gayretleri sonucu Tunus'ta bulunan ve İspanyollarla sıkı bir dirsek teması yasayan Hafsi hanedanına 1534 senesinde yapılan bir sefer ile son verilmiş ve bu mıntıka güvence altına alınmıştı. Bu bölge tam anlamı ile kontrol altına alındı derken hem Alman imparatoru ve hem de İspanya kralı olan Şarlken'in ani bir saldırısı ile 1535 tarihinde Tunus elden çıktı.  Şarlken burada kendine itaat eden bir sultan eli ile Hafsi hanedanını tekrardan tesis etti. Tunus'taki sultanlar İspanyol tahakkümü altında kukla bir yönetim sergilemeye başladılar. İspanyollar Tunus ve havalisinde istedikleri gibi at koşturmaya halka da istedikleri zulmü yapmaya kendilerini muktedir görmekteydiler. Halk bu durumdan bezmiş olsa da bu bölgede bulunan bazı kabile reisleri İspanyol altınlarının sıcak yüzü sayesinde itaatlerini devam ettirmekteyken, bazıları da Cezayir'de bulunan Osmanlı kuvvetleri ile bu durumdan kurtulmanın yollarını aramaktaydılar.

İspanyollar gerek haçlı donanmasının büyük bir kısmını kontrol etmekte, gerekse de haçlı korsanlarına en büyük desteği vermekteydiler. Tunus açıklarında bulunan Cerbe Adası Akdeniz'deki en büyük korsan barınağı haline gelmişti. Osmanlıların 1538’de Preveze’de perişan ettiği Haçlı donanması bir yandan yaralarını sarmakta ve güçlenmekte bir yandan da Malta ve  Cerbe’de yuvalanarak Trablusgarb üzerine yapacakları sefer için adam devşirmeye çalışmaktaydılar. İspanyollar’ın Trablusgarb üzerindeki hain emelleri Osmanlı istihbaratının dikkatinden kaçmamakta ve belirli aralıklarla gönderilen jurnaller sayesinde sarayın bilgisinin olması sağlanmaktaydı. Mart 1560’ta Cerbe’ye ulaşan ve asker çıkarmaya başlayan Haçlılar buradaki kaleyi tahkim etmeye ve Trablusgab üzerine gerçekleştirecekleri saldırı için hazırlıklarını yapmaya başladılar.

Divanda geçen hararetli tartışmaların akabinde Kanuni Sultan Süleyman donanmaya sefer emrini verdi. Kaptanıderya Piyale Paşa komutasındaki 87 parçalık donanma İstanbul'dan yola çıktı. Yol üzerinde gerekli tahkimatlar yapıldı ve diğer gemilerin de katılımıyla mayıs başında Malta önlerine gelindi. Piyale Paşa’nın emri ile bu korsan yuvası adaya bir saldırı düzenlendi. Pek çok esir ve ganimet alındı. Bir hafta sonra donanma Cerbe önlerine ulaştı ve 14 Mayıs günü Osmanlı donanması yarımay seklinde savaş pozisyonuna geçti. Savaş top atışları ile başladı. Osmanlı donanması her kanattan yapılan seri ve isabetli top atışları ile Haçlı gemilerini hallaç pamuğu gibi atmaya başladı. Haçlı gemileri delik deşik olurken, Akdeniz'in serin suları ise binlerce Haçlıya mezar görevi görmeye başlıyordu. Savaşın üçüncü günü savaşa dahil olan Trablusgarb Beylerbeyi Turgut Reis’in de yardımları ile düşman donanması darmadağın edildi. Deniz harbi esnasında yaklaşık 18 bin düşman askeri etkisiz hale getirildi. Kalalar ise Cerbe kalesine sığındılar. Üç ay kadar suren kuşatma sonrasında İspanyollar teslim oldular ve tarihlerine bir hezimet daha yazdırdılar.

 Bu yenilginin ardından rahat durmayan İspanyollar, Portekizliler ve Venedikliler sürekli tacizlerine devam etmekteydiler. Gerek donanmalarını güçlendirmekte, gerekse de ara ara saldırılarına devam ederek küçük çaplı çatışmalara sebep olmaktaydılar. Oluşturdukları ittifaklar ile de Osmanlı'ya vurmak için fırsat kolluyorlardı. Kolladıkları bu fırsat ise yaklaşık 10 yıl sonra kapılarını çalmış ve Osmanlı’nın karşısına tüm güçleri ile bir ittifak halinde çıkmaya cesaret edebilmişlerdi. 7 Ekim 1571 tarihinde cereyan eden ve Osmanlı’nın aldığı en büyük deniz savaşı hezimeti olan hemen hemen bütün donanmasını kaybettiği İnebahtı Deniz Savaşı tarihimize 147 kadırganın kaybedildiği ve 20 binden ziyade şehit verilen bir savaş olarak geçti. Tarihçiler bu yenilgiyi donanmaya komuta eden Müezzinzade Ali Paşa ve Pertev Mehmed Paşa’nın kara ordusu kumandanı olmaları ve deniz harplerinde tecrübelerinin yetersiz olmasına bağlarlar.

İnebahtı'nın akabinde kendilerini Akdeniz’de durduracak bir güç kalmadığına inanan İspanyollar Tunus üzerinden bütün kuzey Afrika'yı işgal etme planlarını yeniden devreye sokmuşlardı. İlk iş olarak Tunus Hafsi Sultani olan Hamid’i çocukları ile beraber kendi idareleri altında bulunan Napoli’ye sürmüşler yerine de kendilerine haraç ödemeyi kabul eden kardeşi Muhammed’i göstermelik sultan ilan etmişlerdi. Kendi fiili işgalleri altındaki Tunus'ta hem var olan kaleleri müstahkem hale getirmişler hem de yeni kaleler inşa ederek olası bir saldırıya karşı koymayı hedeflemişlerdi. Özellikle de kendi kontrolleri altında bulunan Napoli’den sürekli asker getirmek sureti ile Tunus’un hiçbir zaman İspanyol idaresinden çıkmamasını sağlamayı gaye edinmişlerdi. Hatta ve hatta Napoli’den getirilen daimi asker sayısının 8000 civarında olduğuna dair çeşitli kaynaklar vardır.

Sultan III. Murad, babası Sultan II. Selim zamanında verilen donanmanın tekrardan oluşturulması emrine harfiyen riayet ederek çok kısa bir surede mükemmel bir donanma oluşturulması işini sıkı sıkıya takip etti. İnebahtı Deniz Harbi’nde emrindeki 87 gemiyi sağ salim kurtaran ve İstanbul'a geri donen Uluç Ali Reis Kılıç namı ile paşalığa terfi ettirildi ve kaptanıderya görevi uhdesine verildi. Yemen fatihi Koca Sinan Paşa da Tunus’a yapılacak bu sefer için serdar tayin edildi.

 Kılıç Ali Paşa komutasındaki 300 parçalık donanma ve içinde bulunan 40 bin kişilik ordu ile beraber İstanbul'dan ayrılır. 11 Temmuz 1574 tarihinde Tunus sahillerine çıkan ordu çok seri bir harekât neticesinde 13 Eylül'e kadar Tunus’un zaptını tamamlar. Bu harpler sırasında 10 bin düşman askeri öldürülür ve 14 bini de esir alınır. Bu İspanyol tarihindeki en büyük yenilgilerden biridir. Arap tarihçi El Vefrani Saadi Hanedanının tarihini anlattığı bir eserinde Osmanlılar’ın bu harekâtını anlattığı kısmında donanma mevcudunu 450 ve orduyu da 100 bin asker olarak vermekteyse de, eserinde verdiği bu sayılardan kastının mevcut ordunun bu büyüklükteki bir ordu kadar iş yapmış olması yüzündendir. Tunus’un zaptından sonra Ramazan Paşa beylerbeyi tayin edildi. Tunus seferinin akabinde İspanyollar hem manen hem de maddi olarak zora düştüklerinden Osmanlılar ile bir süreliğine uğraşmama yoluna gitmişlerdir.

Günün metaphoru: Bir kez zina eden hep eder. Günahın tadına varmaya gör. Alışmış kudurmuştan beterdir. Yani kötü aliskanliklar eğer zevk veriyorsa bırakıldığı görülmemiştir.

Not 1: Bütün dünyada üniversiteler endüstrinin talebiyle oluştu. Endüstri devriminden önce kabiliyetler üniversiteye değil, din okullarına gidiyordu. Temel bilimlerin yükselişinde birden fazla sürücü güç vardır ama teknolojinin talebi, bunlardan en önemlisidir.

Not 2: En düşük memur maaşına yapılan zammın 8.077 lirası seyyanen, yani memurun kök maaşına etki etmediği gibi, emekli primine de faydası yok!

Memuru hem sadaka kültürüne mahkum ediyorlar, hem de geleceğini çalıyorlar!

Not 3: “Vardığımız hedeflerin sahte hedefler olduğuna inanıyorum; büyük umutlar vaat eden delikanlının asıl alınyazısı bunlar değildi. Sık sık yolumu şaşırdığımı düşünüyorum: Eski hedefler artık işe yaramıyor ve yenilerini de bulacak halde değilim. Hayatımın nasıl aktığını düşündükçe kendimi ihanete uğramış ya da oyuna gelmiş gibi hissediyorum; sanki göklerdeki birileri bana bir oyun oynuyor, sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum.” (İrvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında, s.230)
“Yaşlanan delikanlı, artık daha ilerisini göremeyeceği bir noktaya ulaştı. Yaşama amacı; benim amacım, hedeflerim, yaşamayı anlamlı kılan her şey, hepsi şu anda bana çok saçma geliyor. Bu saçmalıkların peşinden nasıl koştuğumu, bir daha ele geçmeyecek bir hayatı bunlar için nasıl harcadığımı düşündükçe korkunç bir ümitsizlik çöküyor içime.” ( age. s.232)

Not 4: Yoksul adam evden işe, işten eve gidip gelirken kimse onu fark etmez. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç dışarı çıkmadan kendi ‘ininde’ yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez: her iki durumda da aynı silikliğin ve görünmezliğin içindedir.

Not 5: Herkesin bakmaya can attığı, sözlerine kulak verdiği, her hareketi, sözü ilgiyle karşılanan biri olmaktır muradı. Bir doktor, kaynakçıyla, hukukçu bir hademeyle aynı masada oturup kahve içmez. Fakir bir işçi kendisini bir müdürle eş göremez. Bu nedenle her şey ahrete ertelenir, boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını alacağı söylenir orada. Cennet vaadi, içinde bulunduğumuz kast’a katlanmanın hem mazereti hem ödülüdür.

Not 6: Sizi şölene, ziyafete, kamusal bütçeden lütuflara, muktedirler davet edebilir ancak. Alinin ‘sözü’ güçlü olsa da Muaviye’nin zengindir sofrası. Aradan geçen çağlara rağmen insana ve iktidara ilişkin bir değişim yoktur bu coğrafyada.

Not 7: Yoldan da usanırsın dibi delik günleri yaşarken. Ne zaman ki hayretini yitirdin, işte o vakit korkasın hikâyene yetişememekten. Ne zaman ki usandın, o zaman utanasın inancından. Ne zaman ki yağmura kapılmadın, koşarak kaçasın aşktan.
Gönül sarhoşluğumuz evvel ve ahir arasındaki kaygımızdandır. O sarhoşluk, o kaygı, yolda olanın kaybolmayacağını işaret eder.

Hikâyenin hikmetine açık gönlün olsun dost! Yolun sonu da güzeldir o zaman, gurbet diyarından asıl diyara olan yolculuk da.

Not 8: Türkiye’de başta ekonomik sorunlar olmak üzere hiçbir sorun Suriyeliler nedeniyle ortaya çıkmadı. Sistematik şekilde aksini iddia eden fanatikler şunu bilmeli ki esas Suriyeliler gönderilince Türk ekonomisi çöker. Milyonlarca Suriyeli bizlerin yapmadığı ağır ve pis işleri hem de hiçbir sosyal hakları olmadan yaparak zaten ağır aksak ilerleyen ekonomimizi ayakta tutmaya, her halükarda gitsin bunlar diyenlerden çok daha fazla katkı sağlıyor. Türkiye’nin bu işgücüne ihtiyacı var ve gelecekte te olacak. Bu zarureti Türkiye’nin her yerindeki küçük işletmelerden duymak mümkün.

Hükümetin yanlış dış politik hesapları ve stratejileri göçmen sayısının ve bununla gelen sorunların artmasına neden oldu. Hükümet şimdi de kafasını kuma gömerek, halk arasındaki kızgınlığını azaltacak günübirlik tedbirlerle durumu kurtarmaya çalışıyor. Tekrar edelim: Göçmen sorunu Türkiye’nin ekonomik sorunundan daha büyük bir sorundur ve yegane çözüm sağduyulu ve kalıcı adımlar atmaktır.

Not 9: Normal zamanlarda olsa hemen deftere-kaleme sarılıp “Eyvah fakir-fukara bu zamların ve vergilerin altından nasıl kalkacak” diye iktidara veryansın ederdim. Ama ne yalan söyleyeyim böyle zehir-zemberek yazılar yazmak artık hiç içimden gelmiyor.
Çünkü biliyorum ki bugün zamlara, adaletsiz vergilere öfkelenen insanlar, genel seçimler yaklaştığında iktidarın popülist uygulamalarıyla elde ettiği kazançlara bakar ve yaşadığı bütün sıkıntıları unutarak aynı istikamette oyunu vermeye devem eder. Dolayısıyla şu andan itibaren “tencere boş, öldük, bittik” şeklindeki kriz edebiyatına kesinlikle prim vermek niyetinde değilim.
Elbette kimsenin, kısa vadede çıkarını düşünen halkın bu tavrını kınamaya hakkı olamaz. Çünkü insanlar hayatlarını sürdürebilmek için nihai olarak ceplerine giren paraya bakarlar.
Bu çerçevede “Hani boş tencere iktidarları götürüyordu, demek ki bu tez doğru değilmiş” diyenlere hatırlatmak gerekiyor, belki de tencere sandığımız gibi boş değildi.
Bu konuda iktisatçı Anıl Aba, yapısal anlamda problemler yaşanmasına rağmen, Türk ekonomisinin ciddi bir kriz içinde olmadığını, ne zaman zamlar gelse hemen ardından maaşların da arttığını, dolayısıyla tencerenin kriz yaratacak boyutta boş kalmadığını söylüyor. Anıl Aba’nın değerlendirmelerinden de anlıyoruz ki aslında hayat standardı düşen kesim orta sınıf. Zira, sürekli enflasyonun altında maaş zammı alan akademisyen, doktor öğretmen, özel sektörde yönetici gibi beyaz yakalıların ücretleri giderek asgari ücretlilerle eşitlenir hale gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla maaşları eriyen beyaz yakalılar AK Parti’ye mesafeli dururken, maaşları fazla erimeyen dar gelirliler AK Parti’ye daha coşkulu bir şekilde sahip çıkıyor.
Bu verilerin ışığında tencerenin seçimlerde iktidarı götürecek boyutta boş olmadığını belirten iktisatçı Aba, esas itibariyle şu retoriğin sandıkta oldukça etkili olduğunun altını çiziyor: “Ekonomide biraz sıkıntı olduğu doğrudur, ama ekonomi bu, iner, çıkar… Zaten kısmen pandemi ve dış güçler yüzünden. Hallederiz; daha önce çözdük, yine çözeriz. Ama iktidarı [bu hainlere, teröristlere] kaybedersek bir daha geri alamayız!”
Galiba bugün itibariyle geldiğimiz noktada, “Yaşananlardan halkımız mutluysa, biz de mutluyuz” demek en doğrusu…

Not 10: Taşıma parayla ekonomi döner mi?
Biraz döner.
Patron memur maaşlarına yüzde 85 zam yaptı.
Yüzde 85 zam enflasyona körükle gitmek gibi bir şey. Şimşek’in biraz canı sıkılmıştır ama ne yapsın?
Yoldan çıkmış ekonominin çaresi acı ilaç.
Bir de oruç.
Az yiyeceksin. Az harcayacaksın.
Çok vergi vereceksin.
Memura yüzde 85 zam acı ilaçtan önce bir tatlı kaşığı bal.
Sirkeyi balla yuttururlar. Ama şifalıdır.
Akaryakıta zam.
Gabar’da bulduğumuz petrolü traktörlerimize doldursak?
Dalga geçme, porsiyonunu küçült!
Deprem masraflarını telafi için bir otomobil vergisi daha.
Abi depremde binaları ben mi yıktım? Niye elini benim cebime sokuyorsun?
Bilmiyor muydun? Senin cebin benim cebim.

Not 11: Özel sektörde mühendisin 12-15 bin lira maaş aldığı yerde kamuda cami vaizi 27 bin lira maaş alıyor. Sonra da camilerde hak-adalet-sevap-günah... yardımlaşma, dayanışma, açlık, yoksulluk gibi vaazlar veriliyor.
Bunu dikkat çekmek için uç nokta örneği verdim. Mesela hademe profesöre “maaşın kadar konuş” diyebilecek. “Çok biliyor olsaydın maaşın bana yakın olmazdı” örneği verebilir.
Ya emekliler...
25 yıl çalışıp 44 yaşında emekli oluyorsan 7500 lira maaş çok fazla. Ne kadar prim ödedin ki 40 yıl emekli maaşı alacaksın ve maaşın da yüksek olacak.
Yok böyle bir hikaye...
Fransa, Almanya ya da diğer gelişmiş ülkeler senden çok mu fakir... Oralarda emeklilik sistemleri 65 yaşından önce kimseyi emekli etmiyor.
Bizde iktidarı-muhalefeti herkesi emekli etme derdinde.
Böyle bir ülke yükselemez.

Şimdi sormak istiyorum: Bu ülkemizde “Size çalışmayı vaat ediyorum” diyen bir tane siyasi parti, bir tane siyasi lider neden çıkmıyor?
Herkesin vaadi emeklilik...

Not 12: Seçim sonuçları netleşir netleşmez kalabalıklar Altılı Masa’nın liderlerini bir arada görmek istedi. Beraber yapılacak bir açıklama bekledi.
Öyle ya… Kampanya döneminde beraber uzun uzun konuşmalar yapılmıştı. Dolayısıyla özeleştiri beklenmesi de son derece doğaldı.
Ama olmadı. Arada cılız bazı açıklamalar geldi. O kadar…
Oysaki beklenen şuydu:
‘Seçim şu şu sebeplerle kaybedildi. Şu konularda güçlüydük. Rakiplere iyi cevap verebildik. Şu konularda zayıf kaldığımız noktalar oldu. Örneğin; aday belirleme konusunun en kolay değil en zor olduğu ortaya çıktı ya da sahada rakiplere yeterince cevap veremedik gibi…’
Bu açıklamalarla birlikte partilerin örgütleri, tabanları arasında daha sağlıklı bir iletişim olabilirdi.
Bundan sonrası için alınacak önlemler de interaktif bir şekilde ortaya çıkabilirdi. Ve hangi alana neşter vurulacaksa vurulurdu.
Ve fakat seçim sonrasındaki tablo böyle olmadı. Bu konuda daha çok yazı yazılır, hızlıca şunu söyleyebilirim.
Sadece CHP’nin değil tüm muhalefetin bu tavrı sonucunda önümüzdeki yakın vadede partilerle seçmenleri arasındaki duygusal bağda zayıflama emareleri görülebilir.

Not 13: “Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Mademki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Mademki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Mademki umutlusun, umudu yaşatmak için“
*Metin Eloğlu