Bir konser bir ev kampanyası..
Simge Sağın oturduğu siteden 20 milyona bir ev daha almış. 20 milyonluk fazla bir ev yetmez Simge'ye. Belediye başkanlarımız bir Simge Sağın'a konser ayarlasa...
Simge Sağın oturduğu siteden 20 milyona bir ev daha almış. 20 milyonluk fazla bir ev yetmez Simge'ye. Belediye başkanlarımız bir Simge Sağın'a konser ayarlasa bir ev daha alsa fena olmaz mı güzel şarkıcı!
Bir konser bir ev kampanyası faaliyete geçirilmeli her şarkıcı için.
Ebru Gündeş ve kendisine yardımcı olan arkadaşlarına yaklaşık iki saat süren bir konser için 45 milyon lira ödemiş Ankara Büyükşehir Belediyesi.
Bir diğer ifadeyle konserin dakikası için 375 bin lira vermişler.
Asgari ücretli 20 işçinin günde 8 saat çalışarak bir ayda
kazandıkları para Gündeş ve arkadaşlarına bir dakikada ödenmiş.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin son 5 yılda konserler için ödediği
para da 810 milyon liraymış.
Bu konserlerin dakikası artık kaç kişinin kaç asgari ücreti eder
otur bir zahmet sen hesapla!
Bunun adı korkunç bir israf, akıl almaz bir savurganlık değil de
nedir Allah aşkına?
‘Efendim, Ak Parti döneminde de konserlere büyük paralar
harcanıyordu’ diye yapılan savunmaların hiç bir hükmü yok.
Türkçemizde ‘Su-i misal emsal olmaz’ diye güzel bir deyim var.
Yani, kötü bir örnek, örnek alınamaz. Bir yanlış diğer bir yanlışı haklı kılmaz.
Ak Partili belediyelerin kamu kaynaklarını harcamada titiz davranmadığı için son yerel seçimde ağır bir yenilgiye uğradığı, 22 yıllık birinciliğini yitirdiği neden unutuluyor?
Son söz: Konserlere harcayacağınız parayı toplum ulaşım otobüslerine, metroya ve öğrencilere kütüphane kurulumuna ve kitap alımına ayırın ey belediyeler. Bir toplum izleyerek değil okuyarak gelişir.
Tadımlık: Biz güz gülleriyle büyüdük; aşina değiliz yollarına
güz vurmuş çocukluğumuzun..
Mustafa Akgül
Not 1: Bir gün olur tekeden süt bile sağılır..
Not 2: Kötülüğün büyük maskesi tüm etik kavramlarımıza zarar vermiştir. Kötülüğün, aydınlık, hayırseverlik, tarihsel gereklilik ya da sosyal adalet kılığına bürünmesi, geleneksel etik kavramlarımızla yetişen herkes için oldukça şaşırtıcıdır. ‘Makul’ insanların başarısızlığı ortadadır. En iyi niyetlerle, naif ve gerçekçilikten uzak bir kafayla, biraz mantıklı hareket ederek yerinden çıkmış olan çerçeveyi tekrar yerine oturtabileceklerini sanıyorlar. Vizyonsuzlukları nedeniyle tüm taraflara adalet sağlamak istiyorlar ve böylece çatışan güçler onları hiçbir şey elde edemeden yıpratıyor. Dünyanın mantıksızlığı karşısında hayal kırıklığına uğradıklarında, kendilerini etkisizliğe mahkum edilmiş olarak görüyorlar; pes edip kenara çekiliyor ya da daha güçlü olan tarafa yenilmiş oluyorlar.
Not 3: Ahlaki fanatizmin tamamen çöküşü ise daha da acıklı.
Fanatikler, mutlak sandıkları ilkelerin onlara kötülüğün güçleriyle
savaşmak için yeterli donanımı sağladığını düşünüyorlar; ama tıpkı
bir boğa gibi kırmızı pelerini tutan kişiye değil de pelerine doğru
koşuyor, kendilerini tüketiyor ve yeniliyorlar. Gereksiz şeylere
takılıyor ve daha zeki insanların kurduğu tuzağa düşüyorlar.
Bir de karar vermesi gereken durumların ortaya çıkaracağı ağır
faturalara karşı tek başına savaş veren vicdan sahibi adamlar var.
Kendi vicdanları dışında hiçbir yerden tavsiye ya da destek almadan
seçim yapmak zorunda kaldıkları çatışmaların devasa boyutları ile
yüzleşmek onları paramparça ediyor. Kötülük onlara o kadar
saygıdeğer ve baştan çıkarıcı bir kılıkta yaklaşıyor ki, vicdanları
gergin ve kararsız hale geliyor, ta ki sonunda artık umutsuzluğa
kapılmamak için kendi vicdanlarına yalan söyleyerek, “temiz bir
vicdan” yerine “yatıştırılmış bir vicdanla” yetinmek zorunda
kalıncaya kadar. Çünkü tek dayanağı vicdanı olan insan, sızlayan
bir vicdanın, kandırılmış bir vicdandan daha güçlü ve sağlıklı
olabileceğini hiçbir zaman fark edemez.
Not 4: Esasın egemenliği yoktur ve o daima arayışın ve yaratıcılığın sütüyle beslenir. Müsebbipler şikayetçi olmaya başladıklarında ise işin esası iyiden kaybolmaya yüz tutmuş demektir. Hele bir de arkasından propagandaya dayalı övünme geliyorsa sözün ipleri birbirine dolanıp kalır. Mesela şu anda ülkenin en birinci sorunu eğitimdir ve müfredatından öğretmenine, okul binalarından hedeflerine kadar hemen her şey allak bullak haldedir. Bir grup tuzu kurunun özel okul adı altında şunca para harcayarak yaptırdıkları binalar, övüne övüne bitiremedikleri eğitim modelleri, üstüne toz kondurmadıkları hedefleri yerini bulmuş olsaydı eğer en fazla on yıl içinde kademeli şekilde toplumdaki nitelikli insan sayısı artar ve bunun günlük hayatta gözle görülür yansımaları görülürdü. Kabalık ve vasatlık her köşeyi kaplamazdı. Devlet okulları ise üç beş idealist ve fedakar öğretmen ve yöneticinin gayretiyle ayakta. Eğitim hakkını bir ağacın kendiliğinden verdiği gölge gibi hayatta tutmaya çalışıyorlar.
Not 5; Eğitim, tıpkı sağlık, adalet, güvenlik gibi temel haktır ve bu haklar ayrıcalıklı olarak kullanılamaz. İşin esası buradan sakattır. Devlet ve toplum anlayışı parası ve gücü olana göre yapılandığında insanın ve hayatın dengesi bozulur. Eğitim hayatı, toplum adına erk kullananın vizyonuna göre şekillenir. Sonuçta mevcut manzaranın sorumlusu yönetim erki kullananın üzerindedir. Erk sahibi eğitimden şikayetçi olmaya başlamışsa işin esası kaybolmuş demektir. Övünmek ise güçlü bir saklama yöntemidir ve devirler boyunca hemen her güçlünün yöntemi övünmektir. En çok övünenler en sorumlu olanlardır her konuda.
Not 6: Evrensel meslek kaidelerinin kolayca göz ardı edilebildiği, kadın, çocuk, yaşlı, yoksul demeden insan katmanlarının suistimale açık bırakıldığı, kültürel programlardan dizilere, belgesellerden çocuk yapımlarına hele haber sunumlarının fantastik birer akıl labirentine dönüştüğü yapımlar güdülü hedeflemenin aparatlarıdır. Bir Fransız, Alman veya İngiliz merkez televizyonunu açtığınızda konuğundan sunucusuna, müziğinden dekoruna kadar mesleki dengeyi fark edersiniz. Dilini anlamasanız bile görsel akış sizinle konuşmayı sürdürür. Herhangi bir uzman bir haber kanalına konuk olduğunda beş dakika içinde meselenin ruhunu izleyiciye aktarıverir. Öyle uzun uzun, sakız çiğner gibi, Karagöz Hacivat muharevesi şeklinde şamata olmaz. Nietzsche ‘mesleği olmayanlar mesnetsizdirler’ der bir yerde. Mesleksizlik en yaygın haliyle medyada zuhur eder.
Not 7: Hayatla esastan bağ kuran kişiler hemen hiçbir konuda magazine yüz vermezler. Ciddi bir iş yeri sahibi ürettiği bir ürün hakkında şikayet aldığında rakiplerini hedef göstermez. Hem ürettiği malın kalitesini hem de itibarını yükseltmeye koyulur. Taklit mal yaparak yaşamanın bir yerde tıkanacağını dahası bu yolun ekonomi ve sosyal hayatı bozacağını akıl eder. Kendisini korumanın başkasını korumaktan geçtiğini bilir. Yazıyla ilgisi kökten sürüp gelen kültür insanları ise günlük modaların, ağız ve çevre kavgalarının şehvetine kapılıp umur devşirmezler. Az veya çok satmanın, ekranda veya gazetede boy atmanın derdine düşmezler. Yeni ve yaratıcı bir şey yazmak onları doldurur. Canlı Zamanın keskin bıçağının esastan uzak hemen her şeyi kesip parçalayacağını, arkasından esen sert rüzgarların savurup atacağını geçmişe bakarak bilirler. Yeninin, iyinin, güzelin, farklının, zor olanın, beklenmedik şekilde gelenin kabulü zaman alabilir fakat hayatı ileri taşıyanlar buradan çıkar. Kültür bütün gelişmiş toplumlarda hem maddeten hem de moral değerler bakımından en pahalı alandır.
Not 8: Ekonominin esası, bir ülkede yaşayan insanların kendi öz kaynaklarını sadece nasıl değerlendirecekleriyle değil hangi hayatı hangi bağlamla istedikleri hatta onu hak ettikleriyle ilgilidir. Tüketimin pompalanıp başta tarım olmak üzere her tür ara mal ve hizmet üretiminin kısırlaştırıldığı bir toplumda orta insan yaşayamaz hale gelir. Orta insan milleti kurar. Türkiye’nin rejimi, hukuk sistemi, ekonomi modeli ve diğer bileşenleri ne olursa olsun, geçmiş birikim ve edinimleriyle hep ayakta kalmayı başaran yüzde onluk hacı yatmazlara dayanarak bir ülke ekonomisi ayakta kalamaz. Göstergeler sebepse, esas saklanıyor demektir.
Not 9: Gazi’nin ömrü ve sağlığı en azından bir 10 yıl daha
ülkeyi yönetmeye el verseydi... Şüphesiz 2. Cihan Harbi sonrası
bambaşka bir Türkiye görecektik. Maalesef Gazi’nin vefatı ile bu
fırsatı kaçırdık.
Recep Tayyip Erdoğan/ Türkiye Cumhurbaşkanı
Not 10: Beyzbol sporu, sahalardan çok, arabalardan çıkan
sopaları ile anılır olmuş. Köşe başları çetelerce tutulmuş,
uyuşturucu satıcıları pazar çığırtkanlıkları nidasında… Gençlerimiz
neyi umut eder olmuş… Şiddet her yerde kol geziyor.
Elbette bunların hepsinin temelinde liyakatsizlik, hukuk tanımazlık
ve ekonomik çöküntü var. Ağır vergilerle, belini doğrultamayan,
umudu çalınmış bir halk var. Yöneticiler kendi koltuklarını koruma
çabası içine girmiş. Millet kimsenin umurunda değil. Ülke cehennem
girdabına hapsolmuş durumda… Gemisini kurtaran kaptan derken, gemi
su alıyor, bihaber…
Gemi demişken, eski gemiciler bilir. Gemiciler, gemiden fareyi
temizlemek için, gemideki bir fareyi canlı olarak yakalayıp, boş
bir tenekeye koyarlar ve günlerce aç bırakırlar. Sonra bir gün
yakaladıkları küçük fareyi, bu farenin yanına koyarlar. Günlerce aç
kalan fare, yeni konulan fareyi yer.
Sonra bir daha, bir daha derken, yamyam bir fare elde ederler. Bu
fare de günden güne semirmiş ve kuvvetlenmiş bir fare olur.
Sonra yamyam fareyi, geminin içine salarlar. Şimdi ortada aynı
diğer fareler gibi görünen, güçlü kuvvetli bir fare vardır.
Üstelikte yamyamdır. Bu fare rahatlıkla diğer farelerin yanına
sokulur ve yakaladığı fareleri yer. Böylece gemi farelerden
temizlenmiş olur.
Ancak, doğanın kanunu da vardır. Sürekli yeni fareler
türeyecektir.
Bakalım, bu yamyam fareler birbirlerini ne zaman yiyecek? Bunu da
yakın zaman gösterecektir.
Not 11: “Establishment” denilen kurulu düzen / müesses nizam
uzun seçim sürecinde paranın yönünü Demokratlar’dan
Cumhuriyetçiler’e çevirerek Donald Trump’a zafer kazandırdı, ona
“güçlü başkan” imajı bahşetti. İsteselerdi Kamala Harris’i de
seçtirebilirlerdi. Kampanyanın çarklarını parayla yağlarlar, onu
Meryem Ana, Jan Dark, “Dürüst Abe” Lincoln’ün kadın versiyonu gibi
ambalajlayıp seçmenin gözüne sokarlardı. Fakat onu istemediler,
profili düşük kaldı.
Enformasyon teknolojisinin devleri, silah endüstrisi ve petro-kimya
tröstleri ile Pentagon’dan oluşan karar verici Amerikan gücü,
derinleşen Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında, biraz kafadan çatlak
olmakla birlikte risk alma yeteneğine sahip, saldırganlık
derecesinde küstah ve ahlaki değerlerden yoksun birini, cahil bir
kibir abidesini ikinci kez başkan yaptı. Sistem, Ocak ayına kadar
onu tezgâha yatırıp yontacak, ABD’nin yeni küresel stratejisi
bağlamında raporlarla, telkinlerle, tehditlerle eğitecek,
boşluklarını dolduracak.
Eğitim şart!
Not 12: Trump döneminde finans ve enformasyon devleri, silah üreticileri, sanal para baronları desteklenecek, Devlet gözetiminde farklı sermaye kesimleri arasında eşgüdüm sağlanacak, gümrük duvarlarıyla iç piyasa canlandırılacak, denetim dışı (rogue) devletlere yönelik yaptırımlar ambargolar ağırlaştırılacak. Muhafazakâr (buna gerici, ırkçı, hatta faşizan da diyebilirsiniz) Amerikan değerleri ve Hıristiyan Siyonizmi, Evanjelik Armageddon saçmalıklarıyla birlikte ağırlık kazanacak.
Not 13: Amerikalılar da kovulmuş, yıpranmış, en aşağılık
davalara konu olmuş Trump’ı, sermaye fraksiyonlarını
birleştireceği, Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında ülkeyi
yönetebileceği düşüncesiyle, Güçlü Başkan olarak iktidara
getirdiler. Daha uygun birini bulamadılar.
Churchill’le kıyaslanamayacak kadar geri ve yüzeysel Trump
karakteri, Amerikan sisteminin sahici ve liyakatli lider çıkarma
kapasitesinin zayıflığını gösteriyor.
Not 14: Türkiye’nin mevcut koşullara uygun, zorlukların
üstesinden gelebilecek bir siyasî iktidar yapısı oluşturması,
bürokrasiyi yeniden örgütleyerek Devlet’i dar politik çıkarların
üstünde tutacak bir restorasyon sürecini başlatması gerekir.
Cumhuriyet’in Devrim Kanunları eli titremeyen Jakoben bir adalet
anlayışıyla uygulanmalıdır.
ABD jeopolitiğine uymak için debelenen, “çözüm süreci” gibi
tehlikeli oyuncaklarla çaresizce oynayan, kendi altını tutamayan
yorgun ve kararsız Saray yönetimi ya da onun alternatifi gibi duran
CHP’nin taşra politikacılığıyla Türkiye önündeki badireleri
atlatamaz.
Not 15: Sevmek sevilmek ikisi de güzel de; esas olan ve zor olan ilkine talip olmak!
Not 16: ‘Olan biteni kaçırma fikri açısından beş tavsiye:
1- Seçme özgürlüğümüzü sınırlayan bazı şeylere isyan etmek
yerine bunları gönüllü olarak kucaklarsak daha iyi olur.
2- En iyisi yerine "yeterince iyi" olanı hedeflersek daha iyi
oluruz.
3- Kararlarımızın sonuçlarına ilişkin beklentilerimizi düşük
tutarsak daha iyi oluruz.
4- Aldığımız kararlar geri dönülmez kararlarsa daha iyi oluruz.
5- Etrafımızdakilerin ne yaptığına daha az dikkat edersek daha iyi
oluruz.’
Svend Brinkmann, Olan Biteni Kaçırma Keyfi
Not 17: İnsanlar tencere kaynamıyor, sofraya yemek koyamıyoruz
dedi, Demokratlar Lady Gaga’yla selfie çektirdi. İnsanlar eskiye
göre durumumuz kötüye gitti dedi, Demokratlar Jennifer Lopez’li,
Taylor Swift’li coşku mesajları verdi. Yorumculara göre insanlar
Trump’ı seçmediler, sadece Demokratların vaatlerini
gerçekleştireceklerine inanmadılar. Durumları biraz olsun düzelsin
diye ümit ederek Trump’a oy verdiler.
Karşınızda Taylor Swift, Lady Gaga, Madonna, Billie Eilish,
Rihanna, Bruce Springsteen, Beyoncé, George Clooney, Katy Perry,
Ariana Grande, Eminem, Arnold Schwarzenegger, Oprah Winfrey, Robert
De Niro’dan oluşan bir takım var... Ve daha onlarca irili ufaklı
star var kulübede. Sizde bir iki beşinci sınıf rap’çi (ki bazıları
düpedüz yüz kızartıcı davalardan suçlu), bir iki country yıldızı ve
güreşçi Hulk Hoogan. Maçı siz kazanıyorsunuz. Buradan ne
öğreniyoruz?
Bir. Ünlülerin ne düşündüğü kimsenin umurunda değil. “Aaa Lady
Gaga, Harris’i destekliyormuş ben de destekleyeyim” demiyor kimse.
Oy vermenin farklı dinamikleri var. İnsanlar Lady Gaga’nın tuzu
kuru benim değil diye bakıyor.
İki. Seçimlerde ünlülerden destek alma yöntemi bundan sonra
azalarak biter. Sanırım ne ünlüler, ne siyasetçiler bir daha bu işe
girer.
Üç: Tuzu kurular, tuzu kuru olmayanların hâlinden anlamaz.
Not 18: Yeni dünya düzeninin iki niteliğinden biri kurum, kural
ve ilkeleri zayıflatmak ise diğeri ortak alanları parçalamaktır.
İkisi birbirine bağlıdır ve son kertede toplumu parçalayarak bireyi
tek başına bırakmayı hedefler.
Her toplumun dönüşme noktaları vardır. Örneğin İngiltere’de,
1987’de “Demir Lady”nin “Toplum diye bir şey yoktur” demesi
gibi.
Bizdeki tarih de denk düşer, 1988’de Özal’ın “(Atatürk’ün) Ölümünü
takip eden yılların duygu dolu yasını bırakmak gerektiği”,
“Atatürk’ü ağlayarak değil, anlayarak hatırlayalım” söylemiyle
başlar.
Not 19: Yas tutarak hatırlamak, bizi O’nu anlamaktan neden
alıkoysundu ki? Düşünmedik. 10 Kasım’larda yas tutmaz olduk. Siyah
okul önlüklerinden beyaz yakayı çıkarmamaya başladık. TRT yayın
yavaşlatmayı bıraktı, eğlence programları arasına “Atatürk’ün
sevdiği şarkılar” konup geçildi.
Eğlence mekanları eller havaya modunda arada “Yaşa Mustafa Kemal
Paşa yaşa” diye bağırıp göbek atmaya devam etti. Meyhanelere
Atatürk köşesi yapıp, kadehleri ona doğru kaldırmak Atatürk’ü
sevmek sanıldı. Elbette 10 Kasım’da karalar bağlamak zorunda
değiliz. Ve fakat 40 milyona sahne kurup göbek de atmak zorunda
değiliz. Vur patlasın çal oynasın da değil. Yas gününde yas
tutulur. Cenaze evinde def olmaz.
10 Kasım toplum olmanın, birlik olmanın, birlikte yas tutmanın, ortak acıların simgesiydi. Şimdi. Komşuda cenaze varken evde düğün yapar durumdayız. Biz başkasına, başkası da bize yabancı.
Bırakın bir ülkeyi yoktan var etmeyi, sadece yakın çevremizle aramızdaki bu devasa fark bile her 10 Kasım’da O’nun yokluğuna yas tutmayı gerektirmez mi?
Not 20: Belediyelerin konser için para saçtığı haberleriyle canımız fena sıkılmış durumda. Oysa yerel yönetimlerin işi konser düzenlemek, şarkıcı finanse etmek değil. Bu anlayışa itirazım var. “Temiz siyasetçi” algısıyla yüzde 60 oy alan Mansur Yavaş’ın, milyonlarca lirayı konser ve organizasyonlara harcaması, yolsuzluk ihtimalinden önce onun algısına zarar verdi. Pek çok belediyede durum farksız. Kaynak arayan Maliye Bakanlığı buraya baksın.
Not 21: Sosyal minimalizm: Abartılı diyalog kurup, sanal menşeli köpük arkadaşlıklara, geçici insanlara fazla mesai yapmak da bir çeşit hoyratlık. Arkadaşlıkta da minimal olabiliriz. Yeri geldiğinde ailenle, çocuğunla bile sade bir iletişimde kalmakta fayda var. ‘Çok muhabbet tez ayrılık getirir.’ derler. Gereğinden fazla buluşup, gereğinden fazla görüşüp, yalnız kalmanın nasıl bir duygu olduğunu unutacak kadar kalabalık bir hayat yaşamamak da minimalizmin sosyal olanıdır.
Not 22: Biz güz gülleriyle büyüdük; aşina değiliz yollarına güz vurmuş çocukluğumuzun..
Not 23: Toprağına, şehidine ödenen bir vefa borcudur. Erkek için nadastır. Asker olur, daha farkındalıklı, daha tam hâle gelirsin. Hamlığın, çiğliğin gider. Olgunlaşırsın. Büyürsün. Hatta bu bilinç ve şefkatle gidersen törpülenir, şekil alırsın. Çocuk girer, adam çıkarsın. Beğenirsen yanına kâr kalır. Beğenmezsen bakış açısı kazanır, normal hayatının kıymetini anlarsın. Ocak diyorlar, boşuna değil. Savaşmak için istekli olan bir asker tüfeğinin dolu olduğundan emin olmalıdır. En kötü bunu öğrenirsin.
Kadere inanan, şehit olmaktan korkmaz. Biliyorsunuz değil mi?
Trafik kazasından, madde kullanımından ve intihardan ölen genç
sayısı, askerde vefat edenlerden kat be kat fazla.
Bedelli yapanlar bile istemeden gidiyor, hele bunu hiç
anlayamıyorum. Paha biçilmez bir eğitim, okul, macera. Sınıf
ayırımı olmayan bir platform. Farklı memleketten bir sürü genç.
Çeşitli eğitim ve kültürden gelen arkadaşlarla tekrarı mümkün
olmayan bir tecrübe. Hayat rutininden mola alma. Yanlış mı
düşünüyorum?
Not 24: Kasım ayı.. Gerçek hayatın yeni yılın hayalleri ile karışmaya başladığı aydır. Biraz romantiktir. Biraz çekilmez. Malum derler ya Kasım da aşk bile başkadır.
Not 25: Zamanı durdururum yüreğimde,
Sensiz geçtiği için,
Akrep yelkovana küskündür.
Şu bozuk saat çalışsa benim için ölümdür.
Bil ki akrep yelkovanı geçerse,
Atan bu yüreğim durur.
Bırak bozuk kalsın, hiç değilse;
Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.
T.Uyar
Not 26: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.
"İnsanlar, bir bağlantı dünyasına gözlerini açarlar. Onunla
büyürler, kişiliklerini kurarlar. Kişiliklerinde görülen
mükemmellikler ve eksiklikler, toplumun idea dünyasına ve bu dünya
ile insanın arasındaki mesafede vücut bulan yansımalara işaret
ederler. Kişilik, bu toplumun öğretilerini (ben)e maletmekle doğar
ve gelişir. İnsan, bu öğretilerle donanarak toplumsal bir varlık
olur. Ancak bu, kişiliğin asgari katıdır, tabanıdır. İkinci
kademede, (ben), anonim olandan farkını ortaya koymak için, bu
öğretileri kendi içinde irdeler. Eleştiri, hayranlık, benimseme,
red, değiştirme ve benzeri analiz ve sentez araçlarıyla onlara yeni
yaklaşımları dener. Kimi zaman kişilik, onlara bırakır kendisini,
kimi zaman onlardan kopar. Bir boşlukta bir sallantıda kalır kimi
zaman. Kimi zaman geri döner, yeni bir başvuruda bulunur.
Kimi zaman, bir öğreti, öncesiz ve sonrasızmışcasına insana ve
insanlığa egemen olur. Ebediymiş gibi gözükür insanlara. Ama gün
gelir, tarihin sayfaları çevrilir, onun bu otorite ve prestijini
yitirmiş olduğunu görürüz; yeni bir öğreti ve ona bağlanış çağı
gelmiştir. Kültür ve medeniyetlerin ömürleri, gelişimleri,
atılımlarıyla ilgilidir bu değişimler. Ama, ta derinde, değişmeyen,
eskimeyen bir medeniyet, bir Kültür, bir Öğreti vardır. İnsanoğlu,
ondan ne kadar ayrılsa bir gün ona dönmek ihtiyacını hisseder, ne
kadar onu unutsa bir gün onu hatırlar. Bu, Hakikat Uygarlığı, Vahiy
Uygarlığıdır. Tanrı'nın insana bağışladığı Mutlaklık Öğretisi,
Dirilik Kültürüdür."
Çağ ve İlham III-Yazgı Seçişi-/Sezai Karakoç
Not 27: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.
"İyiye, doğruya ve güzele yandaş olmalıdır insan. Ruhça ve maddece ilerleme bu yandaşlıkta gizlidir. Bu yandaşlık, ileriliğin harareti ve alevidir, nuru ve meşalesidir. Gözlemde, hüküm vermede ne kadar yansız olmak gerekliyse, değer hükümlerine sahip olmakta ve gözlemlerden yararlanmakta, erdem sitesini inşada o kadar yanlı olmak gereklidir."
(1933-2021)
Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi-III/Sezai Karakoç