Bir insan niçin adliye basar, insan öldürür!
Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mansur Yavaş, genç avukatlarla bir araya geldiği “Gençlikle Gelecek” adlı programda bir bakıma böyle diyenlere çok çok...
Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mansur Yavaş, genç avukatlarla bir araya geldiği “Gençlikle Gelecek” adlı programda bir bakıma böyle diyenlere çok çok haklı bir cevap verip şöyle demiş: “Adliye binalarımız çok güzel, ama adalet var mı?”
Evet, bu soru 100 puanlık bir sorudur ve Türkiye’yi idare edenler millete ikna edici bir cevap vermek durumundadırlar: “Adalet var mı?”
Ankara BB Başkanı Mansur Yavaş şunları da söylemiş: “Eskiden Türkiye’de herhangi bir şekilde bir hukuksuzluk olduğu zaman buna ses çıkaran çok sayıda insan vardı. İyi ki barolar var, ama onun yanında ne üniversitelerimiz ne hukuk fakülteleri… Hiç kimseden artık tek bir kelime çıkmaz oldu. Bundan biz utanmalıyız. Yani o hukukçuların hukuksuzluğa ses çıkarmaması, sanki bir şey yokmuş gibi böyle kör ve sağır olmaları hukuk adına utandırıcı. Bu da adalet sistemimizin nereye geldiğini gösteriyor. Demek ki çok güzel adliyeler yapmakla, çok sayıda hukuk fakültesi açmak da adalet olmuyormuş. İnsanlar adaleti bir defa kendisi özümsemeli içinde yaşamalı. İnşallah o günlere tekrar erişeceğiz. Ben mesleğinize sahip çıkmanızı çok önemsiyorum.” (14 Aralık 2024)
Adalet, bir toplumun vicdan aynasında parlayan en saf ışığıdır. Ancak bu ışık kirlendiğinde, yalnızca bireylerin umutları değil, tüm bir toplumun geleceği gölgelerin soğuk sessizliğine hapsolur. Ne yazık ki, son yıllarda yargının siyasi vesayetin gölgesi altında kaldığı yönündeki eleştiriler, adaletin kutsallığını onarılması güç bir şekilde zedelemiştir. Adalet terazisi artık hakkaniyeti değil, güç sahiplerinin çıkarlarını dengeleyen bir araca dönüşmüş durumda. Böyle bir ortamda, toplumun onuru ve geleceğe dair umudu da yerle bir oluyor.
Bugün Türkiye’de yargı bağımsızlığı, bir ideal olmaktan çıkıp kriz haline gelmiştir. Mahkemelerde alınan kararların evrensel hukuk ilkelerine değil, güç odaklarının beklentilerine göre şekillendiği iddiaları, yargıya olan güveni adeta yerle bir etmiştir.
Bir adliyede rüşvet iddialarını dile getiren bir avukatın, bu iddiaların üzerine gidilmesi gerekirken TCK m.217/A kapsamında ev hapsine alınması, yine aynı bağlamda bir gazetecinin benzer iddiaları getirmesinden dolayı tutuklanması ve benzer şekilde, TRT World Forum’da Filistin konusundaki hassasiyetlerini barışçıl bir şekilde dile getiren bir grup gencin tutuklanması adalet sistemimizin artık hukuk ve vicdan temelli değil, baskı ve sindirme mekanizmalarıyla işlediğini gözler önüne sermektedir. Susturulan her ses, bastırılan her itiraz, sadece bireyleri değil, toplumun tamamını boğmaktadır. Bu gidişat, adaletin değil, adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir karanlığa doğru hızla yol aldığımızın en acı göstergesidir.
Hukukun üstünlüğü, bir devletin yalnızca bir yönetim modeli değil, varoluşunun temelidir. Ancak adaletin terazisi eğilmiş, kararlar iktidarın gölgesinde şekillenmişse, hukuk devleti bir masaldan ibaret hale gelir. Böyle bir ortamda bireyler, hak arama umudunu yitirir, hukukun bir çözüm değil, bir sorun kaynağı olduğunu düşünmeye başlar. Toplumdaki bu umutsuzluk dalgası, yalnızca bugünü değil, geleceği de karanlığa sürükler.
Geçen günlerde Bursa ili Nilüfer ilçesi Odunluk Mahallesi'ndeki bir alışveriş merkezinin eğlence yerinde 23 Eylül 2023'te çıkan, 3 kişinin yaralandığı silahlı kavgayla ilgili Mertcan Akça ve babası Köksal Akça'nın tutuklu yargılandığı davanın ikinci duruşması, Bursa Adalet Sarayı'ndaki Bursa 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladıktan bir süre sonra Tolga E.'nin babası Kemal E. tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen saldırıda Mertcan Akça ve babası Köksal Akça yaşamını yitirdi.
Maalesef elim olayda Nurettin Yaşar isimli jandarma uzman çavuşumuz şehit oldu, diğer jandarma kardeşimizin de sağlık durumu ciddiyetini koruyor. Şehit kahraman jandarmamıza rahmet olsun, ailesine sevenlerine Rabbim sabır versin. Yaralı olan jandarmamız inşallah en kısa sürede ayağa kalkar, sağlığına kavuşur..
Bu elim olay ve benzerleri bize yasanın olmadığı veya yasalar varsa bile uygulanmasında sıkıntılar varsa ve halkın adaletsizlik girdabına sürüklendiği ortamlarda; devletten adalet neşet etmeyeceğinden emin olan milletin evlatlarının doğal refleks olarak kendi elleriyle adaleti tesis etmesini sağlama yoluna götürecektir. Bunun anlamı da devletin gereksiz bir aygıt haline dönüşmesidir.
Eğer bir devlet halkını koruyacak yasalara sahip değilse, milletin temiz fertlerini kötülerin şerrinden korumuyorsa, adaleti gerçekleştiremiyorsa; o zaman devlet olmanın yükünü vatandaşlar olarak niye çekmek zorundayız! Haklı bir soru değil mi?
Not 1: En kederli anlarımızda, etrafımızda benzer acıların tezgahından geçmiş birileri olsun isteriz.
Kederin yer çekimine, ancak duygudaşların verdiği teselliyle karşı koyabiliriz.
'Aynı kelimeleri konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir' diyor Mevlâna. Damdan düşenin halinden damdan düşen anlarmış.
Not 2: yığın psikolojisi aldatıcıdır, gevezelikten uzak durup kendini yetiştirmeye bak.
Not 3: yürümeye devam et, yol insanı terbiye eder.
Not 4: Devletler güvenlik, barış ve refahı kurup sürdüremezse varlık sebebi ortadan kalkar ve zayıflar, sonunda vatandaşları da kurda kuşa yem olur.
Not 5: Schumpeter’in teorisi, hızla bir
numaralı başlık olarak masaya yatırılması gerekiyor. Yaratıcı yıkım
olarak tanımlayan bu yaklaşım bize ne anlatıyor? İcatların ve
inovasyonların yarattığı dönüşümlere atıfta bulunuyor ve buna uyum
sağlayamayanların eleneceğine dikkat çekerek, bunu da yaratıcı
yıkım olarak tanımlanıyor.
Aslında bunun ekonomiler açısından son derece sağlıklı bir başlık
olduğunu belirtmek gerekir. Ama ağırlıklı olarak teknolojiyi üreten
değil, tüketen, kullanma bilinciyle ilgili sıkıntıları olan, emek
yoğun sektörler üzerine kurgulanmış üretim yapısına sahip bizim
gibi ülkeler açısından tablo çok ağır sonuçlar yaratabilir.
Bir tarafta hızla dönüşen üretim şekilleri, farklılaşan yönetim
anlayışları, paylaşım ekonomisiyle artan işbirlikleri ve döngüsel
ekonomiye geçiş aşamasında Türk reel sektörünün önündeki en büyük
risk budur.
Türkiye’nin bir an önce sahte gündemlerden, kumarbaz ekonomisinden kurtulup, yaratıcı yıkımdan sağlıklı çıkan üretim ekonomisine geçişi planlaması şart.
Not 6: Paris’in içine yeni bir bina
dikemezsiniz gökdelenler için şehrin dışına çıkmak zorundasınız
aynı kurallar yine Paris’ten 1990’lu yıllarda gelmiş bir mimar
sayesinde tarihin en güzel şehirlerinden İsfahan için de geçerlidir
ve Isfahan merkeze (eskisiyi bozmadan eskisine sadık kalarak) yeni
bir inşaata izin vermemiştir!
Mesela Cumhuriyet’in ilk otuz yılında Ankara’ya bakın bir de son
otuz yılın ruhunu kaybetmiş birbirinin aynısı milyonlarca binayla
sıkıştırılmış bir beton şehir Ankara’ya bakın, beton çöplüğü,
sıkışmışlık, üst üste binen binalar, hiç bir iş yapmadan bile
insanı yoran bir şehir!
İnşaat firmalarının tek örnek havalimanları ve AVM’lerin aynısının
inşaatı kolaydır!
Ve hatta klasik eserleri ve batılı eserleri tıpa tıp icra edecek
sanatçılar yetiştirmeniz de mümkündür, ancak tarihine ve ruhuna
uygun yenisini inşa etmek savaşlardan da zordur!
Çamlıca’ya yapılan devasa büyüklükteki camiiyle Bebek’teki Mimar Kemalettin’in yüzük kadar küçücük camiisini estetik olarak karşılaştırdığınızda Çamlıca’daki eserin Tayyip’in zevkiyle ortaya çıktığını göreceksiniz! Büyüklük ve şaşaa ve her yerden görünüyor olması ve hakim bir tepede bulunuyor olması Çamlıca’daki Camii’yi güzel yapmaya yetiyor mu!
Oranlar da siyasetin hamaseti gibi büyüdükçe aksine ortaya güzel
olan değil baskın olan basan daraltan bir şey çıkıyor!
İran’da Suriye’de Ürdün’de ve Mısır’da ve Türkiye’de yeni diye
gördüğünüz sadece bu bozulmuş ucubeleştirilmiş ‘oranlardır’!
Oran derken uyumu söylüyoruz, Edirne’de Selimiye Camii ahengin ne
olduğunu sizi hayran bırakarak öğretir!
Güzel olan her şeyin bir egemenliği vardır! Sizi fetheden estetik
güzelliğin cazibesidir! Devasa büyüklükler güzel olmaya hiç yetmez
ve devasa ölçüler sadece diktatörün zevkini ortaya çıkartır ve
diktatörle birlikte yıkılır gider, kalıcı olmaz!
Not 7: Bizi büyüleyen şaşırtan hayran bırakan
hislerimizi duygularımızı ve aklımızı havalandıran nedir, dinlemesi
şüphesiz kolaydır, ancak kendinize dair bir eseri bu Doğu
topraklarında alkışsız övgüsüz holdingsiz reklamsız torpilsiz inşa
edebilmek ülkenin en büyük sorunudur!
Bir Aşık Veysel türküsünün halkın içine girebilmesi gibi bir eseri
halkın ruhuna-içine sokabilmek modern dünyanın en zor işidir ve
mesleki teorik meselelerle sizi yormayayım, başka zaman
inşallah!
Batının güzeli Afrodittir!
Afroditin kaşı gözü yüzü bir oran güzelliğidir, geometrik bir güzellik! AVM’ler gibi! Bu geometrik güzellik herkese göre aynıdır ve bugünkü estetik cerrahiyle her genç kızın kaşını gözünü aynı yaptırması bu ‘ortak’ güzellik anlayışıdır, ve ama bir de doğunun kendine has içinde kaybolduğunuz çıkış kapısını bulamadığınız Kapalıçarşıları vardır!
Oysa doğunun güzeli Leyla’dır, Leyla’nın güzelliği aşığına göre değişir, herkesin bambaşka bir Leylası vardır! Doğu’nun kapalı çarşıları içinde kaybolursunuz Leyla’da kaybolduğunuz gibi!
Hem Afrodit estetiğinde hem de Leyla da bir ‘düzen’ vardır! Afrodit’in güzelliği dış güzelliktir ve dış düzendir, Leyla’nın güzelliği iç güzellik ve iç düzendir ve iç karışıklık ve düzensizlik de Leyla’nın kendisidir!
Leyla biraz da içimizdeki karmaşadan sıkıntıdan kurtulmanın meşguliyetine bahane olmuş aşkıdır! Holdinglerin ve diktatörlerin zevkine göre inşa edilmiş, çöplüğe karmaşaya, kaosa, betona ve hurdalığa dönüşmüş bu şehirler ne Afroditi tanıyorlar ne kendi Leylasını…